Vahşet
Belarok'a ilk yağmur o gece düştü. Çöl ülkesinde nadir yağardı yağmur. Pencereye çökmüş hıçkıra hıçkıra ağlarken cama vuran damlalar gibi yüreğime kor ateşler düşüyordu. Gözlerimi yumdum. Hani bunun peşini bırakmıştım? Hani artık umrumda değildi? Öfkeyle gözümdeki yaşları elimin tersiyle sildim. Aptal Asha! Aptal! Kendine gel diye söylendim camdaki yansımama.
Odanın içi birden soğumuştu. En sonunda kış geliyordu bu boğucu sıcakların çöreklendiği topraklara. Gerçi en fazla bahar havasında geçerdi Belarok'un kışları. Yine de arada bir üşümek de fena değildi.
Gözlerim ağlamaktan ve uykusuzluktan şişmişti. Kafamda bir sürü soru dolaşıyordu ama öyle yorgundum ki sadece ağlamak geliyordu elimden. Pencerenin önünden zorlukla kalktım. Bacaklarım uyuşmuştu. Tacımı bir köşeye atmıştım. Beyaz elbisem hala üzerimdeydi ama üzerindeki inciler kopartılarak odamın dört bir tarafına atılmıştı. Aynadan solgun yüzümü gördüm. Sarı saçlarım dağınıktı, gözlerim kıpkırmızı kuyuların içinde boğulmuş iki gri noktaydı.
Titreyerek yatağıma uzandım ve yorganın altına girdim. Gök yarılırcasına gürledi. Artık hıçkırıklarım son bulmuştu. Sessizce, battaniyeden yaptığım küçük ve karanlık sığınağımda ağlıyordum. Bir süre sonra acıyan gözlerimi kapattım ve rahatsız bir uykuya daldım.
Karanlık bir yoldan geçiyordum. Parlak, siyah tüylü bir karga yolun kenarında beni izliyordu. Uğursuz bir sesle gakladı ve yeri eşelemeye başladı. Soğuk bir rüzgar esti ve saçlarım havalandı. Üşüyordum. Ayağım takıldı ve siyahla boyanmış bir çukurdan aşağı düşmeye başladım. Çığlık attım ama harfler boğazıma takıldı, sesim çıkmadı. Sert toprağa düştüm. Ayağa kalktığımda düştüğüm yerin mezar olduğunu gördüm. Dehşet içime işlerken kaçmaya başladım. Koşuyordum, koşuyordum ama ensemdeki buz gibi nefesten bir türlü uzaklaşamıyordum.
Gözlerimi açtığımda sabah güneşinin solgun ışıkları odama tırmanmış, kuytuda saklanan gölgeleri aydınlatıyordu. Sıkıntıyla tavanı izlerken ellerimi karışık saçlarıma daldırdım ve dua ettim. Kurtulmak için bildiğim bütün tanrılara ve tanrıçalara dua ettim.
Günün ilk saatleriyle birlikte ülkede kutlamalar başlamıştı. Geceki yağmurun izleri kalsa da hava yine de güzeldi. Gerçi geldiğim ilk günlere göre serinlemiş gibiydi.
Sıcak bir banyodan sonra daha canlı hisseder olmuştum kendimi. Toz mavisi bir elbise giydim. Saçlarımı yapmak istemediğim için nedimem Bella onları açık bıraktı ve uçları lüle olana kadar fırçaladı. Elbisemin renginde bir şapka taktım. Beyaz eldivenlerimi elime geçirdim ve dışarı çıktım.
Saray kalabalıktı. Davetliler kutlamalara kaldığı için gitmemişlerdi. Kahvaltıda yanıma cehennemin dibinin dükü oturmuştu. Adam sürekli konuşuyor, bir şeyler anlatıyor, seviniyor, tepki gösteriyordu ama ben kulaklarımı öyle sıkı kapatmıştım ki sadece başımı sallamakla yetinmiştim. Söylediklerinden zerre anlamamıştım.
Cecilia ve Philipp gerginliklerini üzerlerinden atmış gibiydiler. Sakin sakin konuşuyorlardı aralarında. James ve Miranda herkesten önce masadan kalkmış Lily'nin yanına koşmuşlardı. Carmen kaşlarımı havaya kaldırmama neden olacak kadar iştahlıydı. Ariana çok neşeliydi ve sürekli konuşuyordu. Erik kaşlarını çatmış tabağına bakıyor, bir şeyler düşünüyor gibiydi. En ilgimi çeken de hararetli hararetli konuşan Anthony ve Emma idi. Bu kadın onu rahat bırakacak gibi değildi. Ah bir de Chris ve garip arkadaşları vardı. Esmer olanının gözü sürekli Nisha'daydı. Ona daha önce de bakarken görmüştüm. Adamın bakışları ürpermeme neden oluyordu.
Kahvaltıdan sonra bahçede danslar başladı. Bense başkalarıyla dans etmemek için kaçmaya çalışıyordum. Annemin beni arayan gözlerinden sakınarak hızla hurma ağaçlarının içine daldım. Yeterince kişiyle tanışmıştım. Yürüyen bir para getirici anlaşma olmak fazlasıyla can sıkıcıydı zaten.
Gürültüden uzaklaştıkça başımın ne kadar çok ağrıdığını fark etmiştim. Sessizlik öyle cezbediciydi ki acaba şölen bitene kadar burada saklanamaz mıyım diye düşünüyordum.
"Beni öylece bırakamazsın!"
Duyduğum sesle irkildim. Emma'nın sesiydi ve çok öfkeliydi. Palmiye ağaçlarının bulunduğu yerden geliyordu sesi. İçimdeki meraklıya bu sefer uymayıp uzaklaşmaya karar vermiştim.
"Aramızda bir şey olmadı ki böyle bir zorunluluğa sahip olayım!" diye söylendi aynı derecede öfkeli olan diğer ses. O an durdum. Bu Anthony'nin sesiydi.
"Olmadı mı? Yapma Anthony! Birlikte olduk daha ne olsun?"
Söyledikleri başımın dönmesine neden olmuştu. Bir anda elim ayağım boşaldı. Bu kadın ne diyordu? Yine neler uyduruyordu?
"Ee? Ne olmuş yani?" diye sordu Anthony gayet olağan bir sesle. İçim buz kesmişti. Beklediğim cevap bu değildi. Sen ne diyorsun, saçmalama gibi şeyler demesini bekliyordum.
"Beni öylece kullanamazsın! Evleneceğimizi sanıyordum!"
Titreyen ellerimi yumruk yaptım. Ne yani? Erik haklı mıydı? Tek amacı başkalarıyla yatmak mıydı? Beni de elde etmek için mi evlenmek istermiş gibi davranıyordu?
"Ben seni kullanmadım. İlk defa birlikte olmadığını anlayacak kadar ayıktım Emma. Kendini ilk teslim ettiğin adama neden böyle konuşmadın?"
Emma'nın sesi çıkmamıştı. Gözlerim onu bulduğunda palmiye ağacına yaslanmış sinirle ayağını yere vuruyordu. Yüzü öfkeden mosmor olmuştu. Anthony sıkıntıyla yüzünü sıvazladı.
"Kendine başka kurban bul. Benim bu numaralara karnım tok. Ayrıca iki yıl önceydi. Şimdi mi geldi aklına hesap sormak?"
"Seni bekliyordum. Ama sen o kızla evlenmeye karar verdin."
Anthony'nin gülüşü keyifsiz ve kuruydu. "Sen beklemezsin Emma. Ayrıca Asha'yı sakın karıştırma. O farklı."
Emma bir hıh sesi çıkardı. "Evet, kendini beğenmişin biri. Annesinin fahişe olduğunu biliyor muydun?"
Damarlarımdaki kan buz kesilirken Anthony'nin kükreyişiyle sarsıldım.
"Yeter! Önce kendi geçmişine bak! Asha'ya aşığım! Ondan bahsedecek en son kişi sensin!"
Emma'nın teni kül gibi olmuştu ve sanırım ben de aynı haldeydim. Aşk mı? Benden hoşlandığını biliyordum ama aşk gözümü korkutuyordu. Bana neden aşık olmuştu ki? Aşk acı veren bir hastalıktan başka ne olabilirdi ki?
"Saçmalama." diye kekeleyen Emma'nın sesiyle gözlerimi kırpıştırdım. "O senin için yeni bir fetihten başka bir şey değil."
"Asha benim aşık olduğum tek kadın."
Sesi öyle net ve kesin çıkmıştı ki şiddetle titredim. Yere düşecekken ağaca tutunmaya çalıştım.
"Kim var orada?" diye cırladı birden Emma'nın sesi. Anthony panikle bana doğru döndü ve gözlerimiz birbirini buldu. Kalbim hızla atmaya başladı. Yüzüm de kızarmıştı. Hiç hoş olmayan bir konuşmaya şahit olmuştum ve onlarla yüzleşmek istemiyordum.
"Asha." diye mırıldandı hayretle. Hızla arkamı döndüm ve koşmaya başladım. "Asha, bekle!"
Olabilecek en kıvrak şekilde bahçenin sağına doğru saptım. Yol beni direk şölene çıkarmıştı. Hızlı ve gözükmeyecek şekilde ahırların bulunduğu alana yöneldim. Beni gören bir seyis ayağa fırladı. "Atımı getir bana, çabuk!"
Anthony gözükmüyordu. Sanırım kalabalıkta beni arıyordu. Seyis oldukça hızlı bir şekilde atımı getirdi. Tek istediğim buradan uzaklaşmaktı. Atıma atladım ve yola çıktım. Nereye gittiğim hakkında en ufak fikrim yoktu. Andarkan'a dönmek istiyordum. Odamı özlemiştim. Mathilde'yi, Manso'yu ve sıkıcı derslerimizi özlemiştim. Erik'in nişanlanmadığı, Cecilia'nın evlenmediği, birbirimizden bu kadar uzak kalmadığımız günleri özlemiştim.
Yol beni Anthony ile geldiğimiz sıcak gölün olduğu alana çıkarmıştı. Saray çok uzak değildi ama yakın da değildi. Atımdan atladım ve gölü izlemeye başladım. Üzerinden buharlar süzülen su durgun gözüküyordu ama içten içe kaynıyordu. Benim gibi.
Nasıl bir hikayeye düşmüştüm birden. Aşık olduğum kadın! İş düşündüğümden de ciddiydi. Peki ya Emma'yla birlikte olmasına ne demeliydi? İki yıl önce oldu demişti ve onu kandırdığını ima etmişti gerçi. Ariana'ya verdiği tavsiyeyi düşürsek, Emma'nın ne yaptığını aşağı yukarı tahmin edebiliyordum. Kendini sunmuştu. Böylece evlenmek zorunda kalacağını sanıyordu. Ne pis bir kadındı! Bir de anneme laf etmiyor muydu!
Öfkeyle dişlerimi sıkarken duyduğum bir sesle yerime mıhlandım. Son zamanlarda çok fazla sese kulak kabartır olmuştum. Bu sefer sese kayıtsız kalacak ve gidecektim ama acı dolu bir feryat ve öfkeli bir mırıldanış gitmeme engel oldu. Ses ağaçların arasından geliyordu. En sessiz adımlarımla ilerledim ve sesin kaynağına baktım. Gördüklerimle kanım öyle bir buz tutmuştu ki kesilse akmayacak kadar donmuştu.
Nisha çırılçıplak bir halde dizlerinin üzerinde duruyor ve hıçkırıklarla ağlıyordu. Yanında iki tane adam vardı. İkisi de çıplaktı. Chris'in arkadaşlarıydı bunlar! Biri Lord Lake'in oğluydu. Diğeri de Lord Brown'ın oğluydu. Lord Brown'ın oğlu gülüyordu ama diğeri kızı azarlıyordu. Midemin bulandığını hissediyordum. Ona tecavüz ediyorlardı!
"Ağlama da aç şu pis ağzını!" diye hırladı Lord Lake'in oğlu.
"Burnundan tutman yeterli Steve."
"Sen işine bak Brown." diye homurdandı Steve.
Ellerim titriyordu. Allak bullak olmuştum. Onu bu halde bırakamazdım. Saraya dönsem, yardım istesem ben gidip gelene kadar kıza neler yaparlardı Tanrılar bilir! Brown kızın arkasında çoktan yerini almıştı ve hoyrat bir şekilde hareket etmeye başladı. Nisha daha çok ağladı.
"Onu rahat bırakın!"
Sesim olduğundan daha cırtlak çıkmıştı. Korkuyordum ve tiksiniyordum. Adamlar şaşırarak bana döndüler. Brown pis pis gülmeye başladı ve yarım kalmış bir tatminle bana döndü. Bir eliyle organını sıvazlarken resmen bana gösteriyordu. İyice kötüleşmiştim. Bu görmek istediğim bir şey değildi.
"Oo prenses, eğlenceye katılsana." diye güldü.
"Onu bize Chris verdi." diye kendisini savundu Steve.
Nisha korkuyla yerinde büzüşmüştü. Çıplak bedenini nafile bir çabayla örtmeye çalışıyordu. "Ona dokunmayın." dedim yeniden çatlak bir sesle. İşte o an ağladığımı fark etmiştim. Nisha'nın çaresizliğine, insanların ne kadar kötü biri olabileceğine ağlıyordum.
Brown öyle hızlı yanıma gelmişti ki koluma dokunmasıyla çığlık attım. "Aslında Steve, prensesi de eğlencemize ortak etmeliyiz."
"Benim işim köleyle." diye homurdandı Steve. "Bu karıya dokunursak öldürürler bizi."
"Hadi ama kaza süsü vermemiz ne kadar zor olabilir? Kimse bizden şüphelenmez. Onu göle atarız."
Kolumu çekmeye çalıştım. "Çek pis ellerini iğrenç yaratık!" diye bağırdım. Ama o belime sarıldı ve diğer eliyle saçlarımı çekerek boynuma ıslak bir öpücük kondurdu. Tiz bir çığlık attım.
"Ne yapacaksan sessiz yap." diye homurdandı diğeri. Bir yandan da Nisha'yı elliyordu. "Eskisi gibi dur. Şimdi seni becereceğim." diye homurdandı.
"Bırak onu!" diye bağırdım. Brown öyle sert bir tokat atmıştı ki yere düştüm.
"Kapa çeneni orospu!"
Üzerime çullandı ve elbisemi baştan sona yırttı. "Bırak beni!" diye haykırsam da çoktan iç elbisemle kalmıştım. Yeniden abandı ve bacaklarımı açtı. Ne kadar debelensem de fazla ağırdı. Yüzünü göğüslerime gömerken yeniden çığlık attım. Göğsümü ısırdı. Tırnaklarımı yüzüne geçirdim. Bu sanki onu daha çok ateşlemişti. Gözlerimden yaşlar akarken uzaklardan Nisha'nın ağlayışlarını duyuyordum. Eteğimi belime kadar açtı ve çamaşırımı çıkarmaya başladı. Bacaklarımla onu tekmelemeye çalışsam da etkilenmiyordu. Son çare olarak bacağımı kendime doğru çektim. Çorabımın lastiğine sıkıştırdığım hançerimi çıkardığımda Brown fark etmemişti. Çamaşırımı yırtıp attı. Yeniden abanmaya başladığında midem kalktı. Girmeye çalışıyordu. İğrenç bir duyguydu. Hançerimi çektim ve hızla boğazına sapladım. Kan elime, üzerime ve yüzüme sıçradı. Sıcak sıcak akıyordu bileklerime kadar. Brown gargara sesleri çıkartır gibi debelenmeye başladı. Onu son bir gayretle yanıma ittirdim. Titriyor, garip garip sesler çıkarıyordu. Dehşet her yerdeydi. Panikle birlikte vücudumu sararken Steve'nin kükreyişini duydum. Korkuyla hançerimi Brown'ın boğazından çekmeye çalışsam da garip bir şekilde sıkışmıştı. Hızla ayağa fırladım.
"Seni geberteceğim!" diye gürledi Steve. Bir kayanın kenarına koydukları kıyafetlerini görünce oraya koşturdum. Mutlaka silahları olmalıydı. Ama Steve saçlarıma yapıştı ve beni yere çarptı. Çenem takırdarken ağzımdan sıcak kanım süzülmeye başladı. Mideme sert bir tekme geçirdi. Nefesim kesildi ve iki büklüm oldum. Yeniden saçlarıma yapıştı ve yavaşça ayağa kaldırdı. Gözlerinden alevler fışkırıyordu. "Seni geberteceğim pis orospu!" diye kükredi. Can havliyle bacaklarınına arasına tekme attım. Boğuk bir çığlık attı ve dizlerinin üzerine düştü.
Nefes nefese kalmış bir halde onu izlerken çok vaktimin olmadığını biliyordum. Yeniden kayaya koştum ve kıyafetleri yere attım. Bir tane kılıç yere düştü. Onu elime almıştım ki Steve mosmor bir yüzle elinde kendi kılıcıyla karşımdaydı. "Hiç tavsiye etmem seni pis kahpe." diye hırladı ve kılıcını savurdu. Ben de kılıcı kaldırarak ona engel oldum. Verdiğim karşılık bir an onu şaşırtsa da öyle bir darbe savurdu ki bacağım kesildi. Acıyla bağırdım. Sıcak kan dizlerime kadar hızla akmaya başladı.
Yeniden savurdu kılıcını. Bu sefer göbeğim kesilmişti. Acıyla sarsılsam da can havliyle ben de karşılık vermeye çalıştım. Gözyaşlarım görüşümü engelliyordu. Kalbim boğazımda atıyor, yutkunmama engel oluyordu. Art arda gelen darbelerden zorlukla sıyrılırken yere düştüm. Kılıcını kılıcımın üzerine getirdi ve bastırmaya başladı. Fazla güçlüydü. Ama başına aldığı bir darbeyle dikkati dağılmıştı. Nisha ona taş atmıştı. Korkudan titrese de bana yardım etmek isteğiyle dolmuş gibiydi. Bundan yararlandım ve kılıcını ittirdim. Ardından kesin bir darbeyle kılıcını yere düşürdüm. Bileğime bir tekme attı. Yere düştüm, kılıç da yanıma düşmüştü. Elleri boğazımı sardığında dehşetle nefes almaya çalıştım ama gırtlağımı öyle bir güçle sıkıyordu ki gözlerimin önünde siyah noktalar belirmeye başlamıştı. Kör bir şekilde el yordamıyla kılıca uzandım. Keskin tarafını tutmuştum ama umrumda değildi. Son bir gayretle göğsüne kılıcı soktum. Öyle zor ve bir o kadar kolay olmuştu ki parmaklarım kılıcı sıkı sıkı tutmaktan kesilmişti. Kılıç yavaşça yumuşak ete gömülürken daha ileriye ittirmek için zorlanıyordum. Steve'nin kanı ağır ağır üzerime aktı. Sıcak bir kan gölüne batmış gibiydim. İç elbisem artık beyaz değil kan kırmızısıydı. Steve'nin gözleri kocaman oldu. Ağzından köpüklü kan geldi. Yana ittirdim. Bir saniyede gözleri açık bir şekilde öldü.
İki büklüm oldum ve midemde ne varsa çıkardım. Kan kokusu o kadar ağırdı ki daha çok öğürdüm. Bir yandan da haykırarak ağlıyordum.
Brown bir köşede boğazında benim hançerimle yatıyordu. Steve diğer köşede göğsünde bir kılıçla kan gölünün ortasında yatıyordu. Bense ikisinin kanına bulanmış halde, tam ortalarında yere kusuyordum.
Nisha yanıma geldi. Üzerine yırtılan elbisemi sarmıştı. O da ağlıyordu. Çok sürmedi at seslerinin gelmesi. Biri bizi duymuş olmalıydı.
Ben hala dizlerimin üzerinde iki büklüm olmuşken askerler çevremizi sarmaya başladı. Yarattığım vahşete dehşetle bakıyorlardı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro