Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

ONUR ATAHAN (ÖZEL BÖLÜM 2)




#Cem Adrian | Ben Seni Çok Sevdim

#Hüsnü Arkan&Birsen Tezer | Hoş geldin

#Kodaline | All i want

Y/N: 13500 kelime, kör oldum.

ONUR ATAHAN (ÖZEL BÖLÜM 2)

İnsan sevdiğini nasıl unutur?

Bazı sorular vardır ya bazen, ne söylerseniz söyleyin asla tatmin edici bir cevap sunamazsınız o soruya karşılık. Eğer sordularsa size şayet 'İnsan sevdiğini nasıl unutur?" diye, bunu soran kişinin asla gerçekten sevmediğini anlamanız gerekir. Bilmiyordur bu sorunun cevapsız olduğunu. Bilmeyecek kadar sevememiştir, ne yazık. İnsan sevdiğine bakarken göz kapakları ile beraber kirpikleri titreşir, gözbebekleri büyür, vücudundaki kanın akışı hızlanır. Titrer, vücudunun baştan ayağı nasıl titrediğini de hatırlar. Ellerinin ona dokunmak için beyhude çırpınışlarını hatırlar. İnsanı kül eden sadece bir kibritin veyahut bir çakmağın yaktığı bir ateş değildir, sevdiğinin nefesini içine çektiğinde ciğerlerinin yangın yerine döndüğünü fark ettiğinde anlar bunu.

Bir gün gelir insan bu soruyu kendisine sorar. Göz kapakları titreşir fakat bu kez döktüğü gözyaşlarının beraberinde. Heyecandan değildir vücudundaki titreme. Acı sarsar bu defa insanı. Bomboş kalan ellerini üzerindeki kıyafetin eteğine dolar ve de kuvvetle sıkar, aynı zamanda dudaklarını kanatmak için meyletmişçesine dişlerini dudaklarına geçirir. Canın hiç kendin ile baş edemeyecek kadar acıdı mı? Acımadıysa sorma. Acıdıysa da sorma. Sorma, kimse bilmiyor cevabı. Kimse bilmiyor ama herkes bir şeyler söylüyor yerli yersiz.

O da bilmiyordu cevabı. Nasıl unutulacağını o da bilmiyordu. Sadece günün birinde onun yoluna devam etmesini temenni ediyordu.

"İmkânsız değil," diye mırıldandı genç delikanlı. Bir çınar ağacının arkasına geçmiş, Albay'ın evini izliyordu. Daha doğrusu gözleri çatı katındaki küçük pencereden süzülen ışıktaydı. Asi sevdiğinin, ruh eşinin odasında olduğunu biliyordu. "Bir gün unutursun. Başka birini sevmen imkânsız değil, Arya." Bunları kendini ikna etmek istercesine zikretmişti dudaklarından. Ne kadar acımasızdı halbuki bu sözleri, sesli söylediğinde fark edebilmişti.

Aynı soruyu kendine yönelttiği vakit tıkanıp kalıyordu. O Arya'yı unutmak zorunda kalacağı bir şey ile karşı karşıya kalsa yapamazmış gibi geliyordu. Ama ondan temennisi ise ömür boyu yasını tutmaması, günü geldiğinde kalbini birine açabilmesiydi. Hâlbuki kimse unutulmak istemez. Kimse unutulan olmayı dilemez. Sevdiğinin hatıralarından silinmek elbette mutlu etmez seveni.

Onur Atahan istiyordu. O, bu hayatta her zaman silik bir leke izi gibi olmuştu. Üzerine kuvvetle bastırırsanız kolayca yok edebileceğiniz bir leke izi gibi... Arya tarafından sevilmek hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar yüce bir şeydi onun için. Arya tarafından nefret edilmek hiçbir nefretle kıyaslanamayacak kadar acı verici, Arya tarafından unutulmak ise ancak öldüğü vakit dayanabileceği bir şeydi.

Fakat ondan hayatta kalmayı başarıp onu unutmasını istiyordu. Bencillik yakışmazdı ki aşka, ne yazık bunu da biliyordu. Biliyor, bilmenin acısıyla kavruluyor fakat yine de elinden bir şey gelmiyordu.

Arya Karayel, ölümüyle mahvedeceği zaten öncesinden kırılmış bir kalpti.

Bal sarısı hareleri cansızdı, gözünün beyaz kısımlarında ise damarlar belirginleşmiş ve kanlanmıştı. Alnını çınar ağacının geniş gövdesine yaslarken güç bulmak adına nefes almaya çalıştı. Ne ironi ama... Bunu bile beceremiyordu, hayatı boyunca nefes almayı bile doğru dürüst becerememişti. Yine göğsü tıkanmıştı, bir elini göğsünün üzerine götürürken diğerini yumruk şeklinde dudaklarının üzerine yerleştirdi. Kesik öksürükleri esnasında sesini olabildiğince alçak tutmaya çalışmıştı. Ölmeyi beklemek mi, yoksa en kısa yoldan ölüme gitmek mi diye düşündü tekrar o vakit. Bir geleceği olmayacağını kabullenmişti. Artık acıtmaması gerekiyordu. Öyleyse yüreğindeki bitip tükenmez acının sebebi neydi?

Bitap düşmüş vücudunu ağaca biraz daha yaslayıp kuvvet almaya çalıştı, o sırada başını yasladığı ağaçtan kaldırmış, biraz ilerisindeki evin çatı katına bakmıştı. O an neredeyse tükürüğü boğazında kalmış, gözleri ani şokla irice açılmış ve vücudunu tam o saniyede kuvvetli bir titreme sarmıştı.

Arya pencerenin önündeydi.

İlk olarak başını dik tuttuğundan çenesini ve boynunu görebilmişti anca aşağıdan. Muhtemelen bakışlarını karanlık gecede parlayan yıldızlara dikmişti. Genç kız, yıldızları izlemeyi severdi. Onur'a, evindeki odasının yıldızlarla bezenmiş kendisine ait bir dünya olduğunu söylerdi eskiden. Yaklaşık on saniye sonra yüzünü eğmiş ve karşıdaki binalara hızlıca bir göz atmıştı. Fazla oyalanmadan başını daha da yere eğdi, şimdi sokağı izliyordu.

Uzun, dalgalı sarı saçları tepesinden özensiz bir biçimde toplanmıştı. Onur, detay olarak sadece bu kadarını görebildi. Yüzünü daha yakından görmeyi istediğini fark etti o an. Ama bu delicesine kuvvetli bir istekti. Ağacın arkasına biraz daha sinmiş, nemli gözlerinin odağı penceredeki kızda kilitlenmişken canı çok acıdı. Sarı saçları çiçek gibi kokardı kızın, nefesi o koku olsun istedi. Başka bir şey soluyup solumaması önemli değildi o an. Ona sarılmak, onda dinlenebilmek oldu temennisi. Azıcık sürse bile. Demeyi istedi, "Çok yorgunum, göğsünde dinlenebilir miyim?"

Ama söylemediği müddetçe Arya onu hiç duymayacaktı. Şimdi olduğu gibi... Genç kız son kez sokağa bir bakış attıktan sonra pencerenin panjurunu hızlıca aşağı indirdi, saniyeler içinde gözden kaybolmuştu. Dışarıda tek bir yaprak kımıldamadı o vakit, tek bir çıt dahi duyulmadı. Kulak kabartırsanız duyabilirdiniz ancak kırılmış kalplerin sesini. Onunkini ise kimse duymamıştı. Karanlıktaydı, kendini bildi bileli sessizdi. Ama bu huzurlu bir sükût değildi. Zaruret içeriyordu.

Kirpiklerine takılı kalmış yaşın düşmemesi için direndi. Küçücük bir esinti yüzünü, göz altlarını okşadı o an. Naif bir el uzandı sanki yanağına. Şefkate ne kadar ihtiyacı olduğunu hatırladı. Tüm kırgınlıkları önüne dökülmüştü o saniyelerde. Boğazına kadar dolu olduğunu fark etti. Ürkmüştü. Ağaca yaslanmayı bırakıp sokağın sonuna doğru yürümeye başladı.

Elleri ceplerinde, yörüngesini kaybetmiş adımlar attı ağır ağır. Pusulası yoktu. Sokak lambasının altından geçerken parladı alnına, şakaklarına değin uzamış saçları. Dudaklarını birbirine bastırıp sessizce ağladı, direnmek nafileydi. Bedeni son kez geçerken bu sokaktan ağaçlar kendi aralarında hüzünlü bir melodi tutturdu, buruk bir rüzgâr esmişti. Tıpkı onun gibi buruk, telaşsız ve de kırgın.

Vedalar acının çocuklarıdır, her daim acıtır. Birinin gidişini izlemek yüreğini burkar insanın, döneceğini bilirseniz şayet bir teselliniz vardır. Ya giden gittiği yerden hiç dönmeyecekse? Kim sökebilir ki insanın kalbine saplanan milyonlarca iğneyi? Onur'un kalbinde hiç sökülmemiş iğneleri vardı. Bir yere kapatılmış da unutmuşlar gibi yalnız bırakılmış ruhu, acıyan ama el uzatılmamış da yaraları... Babasından sadece birazcık ilgi ve de gerçek sevgi görebilmeyi ummuştu o. Hiç duyamadığı anne kokusunun, hiç sarılamadığı anne kucağının tesellisini biraz da olsa babasında bulabilmeyi ümit etmişti. Ümit ne fena şey... Olmayacağını bile bile istemek, umuda sarılmak... Ağabeyinden sevgi dilenmişti bir zamanlar. Şefkat ummuş, küçük ellerinden tutsun istemişti büyüğü. Ne yaptıysa olmamıştı. Silememişti o gözlerdeki ona olan nefreti, iğrenmeyi. Sonra sebebini öğrenmişti. Annesinin hayatını yok eden lanetli bir bebek olduğunu. Kırıldı bir yandan Murat'a. Elimde olsa onun ölmesini seçer miydim aptal, demeyi istedi. Sustu, bir yandan da hak verdi ona. Onun yerine koydu kendini, yüreği kırgın ama yine hak verdi. Yüreği onun için de acıdı. Ayrı şehirlerde, iki kocaman evde geçti ömrü. Soğuktu hep onun için o evler. Sevgiyle ısıtılmamıştı ve bu yüzden Onur hep çabuk üşürdü.

Sonra onunla tanıştı. Arya ile. On üçüne basmıştı o zamanlar Onur. Çocuktular ikisi de. Ama o yaşlarına sığdırdıkları acılar yaşlarından çok daha büyüktü. Arya ona göre daha cesur olandı, acılarını öfkeye taşıyabilen ve de sözcüklere dökebilen kız. Onur'unkiler hep içinde kaldı, sözcüklere, öfkeye dökebilecek kadar bile kuvvetleri kalmamıştı. Çünkü Arya hayatında hiç sevilmemiş olan değildi, öyle olduğunu düşünüyordu sadece. Anneannesi onu gözünden sakınmış, onun için herkesi karşısına almış, ölene dek hayatını ona adamıştı. Belki de sevdiklerini ondan alan ölümeydi bu kadar öfkesi. Ama kardeşinin ona nasıl sevgi dolu baktığını görüyordu. Albay, o duygularını göstermezdi evet ama Onur onun babası gibi kalpsiz bir adam olmadığını, onun çocuklarını gerçekten sevdiğini görebiliyordu. Belki de bir şeyleri dışarıdan görmek daha kolaydı.

Bu yüzden biliyordu Arya belki de nasıl seveceğini. Çok güçlü seviyordu, çok tutkulu, cesur ve de merhametle. O ise sevilmemişliğin her zerresini tatmışken ve vermek istediği tüm sevgiler reddedilmişken kendi çabalarıyla öğrenmişti sadece sevmeyi. Arya askeriyede tanıştıkları o gün babasına karşı asabi tavırları ve suratsız haliyle açıkçası pek hoşlandığı biri değildi. O gün Arya'nın babası yemek salonunun ön bahçesinde ikisinin dolaşmasına izin verdiğinde açıkçası buna memnun olmamış, babasının reddedeceğini umarak yüzüne bakmıştı. Fakat tam aksine babası da kızın babasına destek çıkmıştı.

Hiç konuşmadı, bahçede dolaştıkları müddetçe. İkisinin de elleri ceplerindeydi. İkisi de birbirinden başka  her yere bakıyorlardı. Sarı saçları beline kadar uzanan kız bakışlarını erik ağaçlarında dolaştırıyordu. Dışarıdan gerçekten de bir gözlemci gibi görülebilirdi. "Erik sever misin?" dedi birdenbire çocuğa dönüp. Kız durduğunda Onur da durmuştu, önce erik ağaçlarına baktı ardından ise çekingen bakışları kıza döndü, başını salladı. "Tamam, o halde," demişti Sarışın. "Ben senden daha uzunum, ağaca ben çıkarım, sen de aşağıda durup gelen giden var mı ona bakıver."

Evet, bunu fark etmişti, yani kızın ondan birkaç santim daha uzun olduğunu. Buna biraz canı sıkılmıştı ama öğretmenleri bu yaşlarda kızların daha çabuk boy attıklarını söylediğinden moralini bozmamaya karar verdi. Fakat daha da önemli olan o an kızın kaçık olduğunu düşünmüştü. Hangi aklı başındaki kişi askeriyede ağaca çıkmayı düşünürdü ki? Onur, kıza boş gözlerle baktı. Ardından kızı hiç duymamış gibi bir şey demeden yürümeye devam etti. Açıkçası bir an önce eve gidip uyumak istiyordu. Sabah burada hep birlikte kahvaltı yapacakları için babası onu oldukça erken uyandırmış, biraz da orada ne yapıp ne yapamayacağı, nasıl konuşacağı hakkında nutuk çekmişti. Arkasından gıcık herif, diye söylenmişti ama neyse ki babası duymamıştı.

"Hey, neden bir şey demiyorsun?" Kız bir an onun dilsiz olduğunu düşünmüştü. Yine de ona böyle bir soru sormak istemedi. Eğer öyleyse patavatsızca davranmak istemiyordu. Fakat beklediğinin aksine, "Çünkü doğru değil," diye yanıtladı Onur yüzünü ona dönmeden. "Babam kızar böyle şeylere. Hem herkesin içinde bağırır da. Hiç uğraşamam onunla."

Arya ona yetişti arkasından. Düzgün giyimli, siyah saçlı, konuşmayı pek sevmediği anlaşılan çocuğu biraz inceledi. Sonrasında ise omuz silkmişti. "Benim babam da kızıyor ama umursamıyorum. Bence sen de umursamamayı öğrenmelisin."

Böyle başlamıştı ilk diyalogları. Sonrasında Arya'nın ısrarı ile çimlere oturmuşlardı. Ki bu da Onur için babasının kızacağı bir şeydi ama o an o kız gibi hiçbir şeyi takmamayı istedi. Canı nasıl isterse öyle yapmayı. Oturdukları çimlik alan tepedeydi, şehri karşıdan görüyordu. Bir süre bir şey demeden izlediler manzarayı. Arya, yıllar önce ayrıldığı ve bir daha hiç gitmediği kasabayı anımsarken ve oraya yakın olduğunu bilirken hüzünlenmişti, Onur ise kabristandaki annesinin mezarını düşünmekteydi. Gelmeyeli uzun zaman olmuştu ama buradan çıkınca kabristana gideceğini söylemesine babası neyse ki sesini çıkarmamıştı.

"Burada mı yaşıyorsunuz?" demişti neden sonra Arya.

Birbirleriyle hiç göz teması kurmadılar. Onur insanlarla göz teması kurmaktan pek hoşlanmıyordu. En azından ilk tanıştıkları zamanlarda. "Hayır, daha çok İstanbul'dayız, okulum orada. Ama hafta sonları da genellikle buraya geliyoruz. Şey, abim de buradaki evimizde kalıyor."

"Abin ne kadar şanslı, ben de babamdan ayrı bir eve çıkmak isterdim. Biraz daha büyüyünce gitmeme karışamaz herhalde." Alaycı bir şekilde gülmüştü Sarışın. Muhtemelen bunu tanıdığı birine anlatmazdı ama bazen tanımadığın birilerine bir şeyleri söylemek daha kolaydı işte. Neden bilmiyordu ama o gün sebepsizce güvenmişti o çocuğa. Yaşıtları gibi aptal, ergen ve geri zekalı görünmüyordu. Çünkü sınıfındaki tüm erkekler öyleydi ve Arya onları dövüp soluğu müdürün odasında almaktan bıkmıştı artık. Karate kursuna gittiği için çocukların onun karşısında pek şansı olmuyordu. Ondan şikâyetçi olan velilerden babası bıkmıştı artık. Ama neyse ki kavgayı başlatıp sataşanlar karşı taraf olduğundan ve Albay kızına sataşılmaya devam edildiği takdirde müdüre çirkinleşeceğini söylediğinden müdür Arya'yı sadece uyarı için odasına çağırıyordu. Ona nescafe ikram ediyor ve arkadaşlarına vurmak yerine öğretmenlerine ya da kendisine şikâyet etmesi yönünde nutuklar atıyordu.

Ama onun tarzı sorunlarının üstesinden tek başına gelmekti. Böyle alışmıştı çocukluğundan. Çocukken de ona hakaret eden, piç olduğuyla ilgili dalga geçen ve annesinin arkasından atıp tutan çocuklara karşı kendince mücadele vermişti. Gardını indirmemiş, onların zorbalıklarına boyun eğmemişti. Ettikleri her laf için bir şekilde pişman etmişti onları.

İkisinin de bir şekilde çocukluklarına acı karışmış, çocuk düşlerine kirli laflar edilmişti. Belki birbirleriyle ilk tanıştıkları o gün birbirlerinden farklı karakterde olduklarını düşünüyorlardı. Fakat onlar birbirlerinin kendileri dâhil bilmediği yanlarını fark etmişlerdi. Arya, Onur'un yanında daha uysallaşabiliyor, daha sakinliyor ve huzurun ne demek olduğunun farkına varıyordu. Onur ise aslında kafasının uyuştuğu ve onu dinleyen biriyle konuştuğunda konuşmayı sevdiğini fark ediyordu, daha cesur olduğunu...

Başkalarına göstermedikleri yüzlerini gösterdiler birbirlerine, kimsenin dokunamadığı yaralarını açtılar.
Birbirlerinin en yakın arkadaşı oldular, en yakını oldular, dile dökülmediği vakitlerde bile ruh eşiydiler birbirlerine. Onur gülünce Arya da tutamaz kendini gülerdi, Arya ağladığında Onur kızın gözyaşlarını siler ardından kendi ıslaklığa bulanmış göz kapaklarını yumup geri açardı. Hep aynı kafede buluşurlardı. Yolun köşesinde, kaldırımın sonuna yapılmış, iki katlı şirin bir kafeydi. Kahverengi hasır sandalyelerde sarı renkli kocaman minderlere karşılıklı otururlardı. Hep aynı masada... Bir şekilde hep o masanın onlar geldiklerinde boş olmasına anlam veremezdi Arya, Onur'un gidecekleri gün orasını arayarak masayı önceden ayırdığını bilmezdi. Onur buranın limonatasının çok güzel olduğunu söyler, genellikle içecek konusunda farklı bir tercih yapmazdı. Her şey aynı olsun istiyordu, aynı alışkanlığında, sanki hep evlerindeymiş gibi. Arya'nın pek sevmediği halde onunla beraber limonata içmesi çok hoşuna giderdi. Birbirleriyle her şeyden konuşurlardı. Dinledikleri müziklerden, izledikleri filmlerden, ailelerinden, kendilerinden konuşurlar da konuşurlar hiçbir zaman vaktin nasıl geçtiğini anlamazlardı.

Sevginin tohumu ikisinin yüreğine düşmüştü düşmesine ama ikisi de irdelemedi, ikisi de söylemedi, sadece birbirlerinin yanında olmak yetti o vakitler. Çünkü ikisi de ilk kez tanıdıkları bu duyguları sorgulayacak kadar cesur hissetmemişlerdi. Sonra bir Özge var oldu, Arya o vakitten sonra hepten sustu. Hepten içine gömdü tüm duygularını. Fakat aksine daha çok doldu taştı duyguları. Üçüncü bir kişinin varlığı, aralarına girecek hem tanıdık hem de yabancı olan birisi... Tüm aşina oldukları her şey, tüm alışkanlıkları, yuva bildiği yer tepetaklak olacak sandı. Kalp ağrısı ne demek o vakitlerde öğrenmişti.

Ölümünden bir yıl önce tanışmışlardı Özge ile. Hafta sonları şehir dışındaki tiyatro kursunda oyunlar oynuyordu Onur.  Özge'nin de oraya gelmesiyle karşılaşmışlardı ilk. Aynı oyunun seçmelerinde denk gelmişler, tesadüfen de oyunun başrolleri için ikisi seçilmiştiler. Kadın başrol soğuk, güzel ama biraz da kibirli bir roldü. Özge bunu layığıyla canlandırabilmişti, erkek başrol ise hazırcevap, sempatik, zeki ve biraz da kurnaz bir karakterdi. Onur ona benzemeyen bir karakterin üstesinden gelmesine rağmen bir sorun vardı. Bir türlü ikisinin kimyası uyuşmamıştı.

"Belki de biraz birbirinizi tanımalısınız, vakit geçirmelisiniz. Aranızdaki soğukluktan ve çekingenlikten kurtulursunuz böylece. Bu şekilde partner olamayacağınızın farkındasınız, değil mi?" demişti hocaları. İlk kez tiyatro kursunun geniş bahçesinde karşılıklı banklarda oturmuş, birlikte bir çay içmişlerdi. Sıcak bir Haziran günüydü, etraf yeşillikti. Kuşların cıvıldaşmaları aralarındaki sessizliği dolduruyordu. "Niye buraya geldin, sever misin tiyatroyu?" diye sormuştu Onur dostane görünmeye çalışarak.

"Açıkçası," diye başlamıştı cümlesine geçen saniyelerden sonra Özge. Çikolata kahvesi gözleri hüzünlenmişti fakat bu Onur'un fark edeceği kadar anlaşılır değildi, zaten ilk tanıştığı insanlarla asla göz teması kuramazdı, bu yüzden fark etmemişti. "Çocukluğumdan beri gitmediğim kurs kalmadı, nerdeyse her alanda bir şey denemişliğim var. Kafamı dağıtmak için bir şeyler yapmak istedim bu kez. Müzik konusunda pek bir yeteneğim yok, tiyatroya hep ilgi duymuşumdur. İzlemeyi çok severdim. Şansımı denemek istedim."

Onur başını sallamıştı ağır ağır. Özge de Onur gibi yabancı bulduğu Onur'un gözlerine bakmamış, önündeki çayına odaklanmıştı, tıpkı Murat Atahan ile at çiftliğinde kahve içmek zorunda kaldıkları günkü gibi. "Peki ya sen?" diye sormuştu Özge. "Sendeki tiyatro tutkusu mu?"

Onun cevabı daha farklıydı. Daha çok anlam barındırıyordu söylediğinden. "Hiç sahip olamadığın bir karakteri, hiç sahip olamayacağın bir hayatı yaşamak güzel bir şey. Kendi hayatından, kendi olduğun kişiden başka biri oluyorsun belli bir zaman için olsa bile. Sanırım hoşuma giden şey bu."

"Öyle gerçekten." Diyebilmişti Özge. Bir süre havadan sudan sohbet etmişler fakat zamanlarını daha çok sessizlikle doldurmuştular ki Özge'nin telefonu çalmıştı. "Efendim Ilgaz?" diyerek cevaplandırdı çağrıyı. Onur da o sırada masanın üzerindeki kendi telefonunu eline aldı. Arya'nın ona gönderdiği mesajı okudu. Kaçta döneceğini soruyordu, akşam yürüyüşe çıkalım mı diye de eklemişti. Onur'un yüzünde aniden bir gülümseme oluştu. Sadece iki gündür görüşememelerine rağmen onu tahmin ettiğinden de fazla özlemişti.

"Pekâlâ, benim de işim bitmişti, geldiysen çıkıyorum şimdi. Bu arada motosiklet ile mi geldin?" Özge evet cevabını aldığında gözlerini devirmemek için tutmuştu kendini, motosiklete binmekten gerçekten nefret ediyordu. Üstelik üzerinde de elbise vardı. Telefonu kapattığında Onur da yazdığı mesajı o an gönderip çantasına uzanan Özge'ye bakmıştı. "Seninle konuşmak güzeldi Onur, biliyorsun benim başka provam yok. Erkek arkadaşım beni almaya gelmiş, şimdilik gidiyorum ama sanırım haftaya görüşeceğiz değil mi? Sadece hafta sonları burada oluyorsun sanırım?"

Onur da Özge ile beraber ayaklanmıştı. "Seninle de konuşmak güzeldi." Diyerek genç kızın uzattığı elini sıktı. "Evet, haftaya cumartesi buradayım. Provalarda görüşürüz, kendine iyi bak."

Özge kısaca tebessüm etti. "Sen de," diyerek çantasını koluna taktı. Bahçeden çıkarken Onur onun arkasından baktı. Çünkü bahçe kapısının biraz ilerisinde duran motosikletin sesini duymuştu. Sadece çocuğun tipini merak ettiğinden çaktırmadan birkaç adım atıp ağacın yaprakları arasından dışarıya baktı. O vakit Ilgaz'ı ilk kez gördüğünü sanabilirdi fakat onların kaderi Onur'un doğduğu ilk gün kesişmişti. Oldukça tahlisiz bir biçimde... O vakit Onur bir şeyi daha bilmiyordu. Farklı zamanlarda olsa dahi aynı kadını büyük bir aşkla seveceklerini... Genç kızın yanağından öptüğü, uzun boylu kumral gence baktı. Kendisinden birkaç yaş daha büyük görünüyordu. Üzerinde siyah bir tişört bir de kot pantolon vardı. Dudaklarının arasında evirip çevirdiği şeyin bir sigara olduğunu sandı fakat dikkatli baktığında kürdan olduğunu fark etti. Bu Onur'a bayağı bir garip gelmişti. Bakmayı kesip masaya doğru yürüdü, telefonunu eline aldıktan sonra tiyatro binasına geri girdi.

"Şu yaşında bir bağımlı olduğuna inanamıyorum. Lisede hangi arkadaşın seni bu işe bulaştırdıysa bildiğim tüm küfürleri ona yolluyorum."

"Küfür biliyor musun sanki? Et bakayım, duyayım."

"Ilgaz! Pisleşme!"

Ilgaz serseri bir ifadeyle gülmüştü. Motosikleti çalıştırırken, "Liseden hemen önceki yaz başlamıştım yahu. Yazın görüştüğüm ilk manitam içiyordu, ben de denemek için istedim. Sonra bunun yanında yaktıkça alıştım sanırım. " Demişti önemsizmiş gibi.

"Şu senden büyük olan şırfıntı değil mi? Anlatıp durma şunu bana! Bilerek mi yapıyorsun ha?!"

Ilgaz güçlü bir kahkaha atmıştı. "Bildiğin küfüre benzer tek kelime de bu. Olsun, yine de Leman Hanım bunu da duymasın."

Yola koyulduklarında Özge sadece homurdanmakla yetinmişti. Fakat ellerini sıkıca Ilgaz'ın beline sarmaktan çekinmemişti, yüzünü Ilgaz'ın sırtına yasladı.

Onur ve Özge için her şey bu kadar ile kalmamıştı. Bir tiyatroda partner olmaktan daha fazlası için çabalamıştı kader onlar için. Birbirlerinden farklı ama acıtan hayatlarında tesadüfler bitmemişti. Mehmet Atahan ve Rasim Arslan'ın bir ihale konusunda ortak olmasıyla Özge Cevher, Atahanlar ile yakınlaşacaktı. Lakin o esnada bunları bilmiyordu.

"Onunla daha önceden tanışıyor musun?" diye sormuştu Onur'un, ardından mutfağa giren Murat. Elindeki içki bardağıyla geniş mutfakta Onur'un hemen yanındaki tezgaha yaslanarak bir bardak su eşliğinde ilacını içen kardeşine baktı. "Özge ile mi?" dedi hapını içtikten sonra Onur. Onun zengin bir iş adamının kızı olduğunu kesinlikle bilmiyordu. Sanırım Özge de onu görünce şok olmuştu. Atahanların küçük oğlu olduğunu genç kız da bu yemek vesilesi ile bu gece öğrenmişti. Ağabeyi başını sallamak ile yetindi ve ağzındaki soğuk sıvıyı bir iki saniye boyunca ağzının içinde gezdirdi.

"Evet, o da tiyatro kursuna geliyor. Birlikte bir oyunda oynayacağız." Dedi Onur umursamaz bir sesle. Bardağı tezgahın yanına koyduktan hemen sonra mutfaktan çıkmak için kapıya doğru hareketlenmişti. "Yakın görünüyorsunuz."

Murat'ın son cümlesi ile olduğu yerde duraksamıştı. Sesindeki bariz ima sinirini bozmaya yetmişti. Nesi vardı? Neden yıllardır yaptığı gibi bu gece de onu görmezden gelmiyordu? Derdi cidden neydi?

"Ne demek bu?" diyerek arkasını döndü Onur. Şimdi doğrudan onun gözlerinin içine bakıyordu. Belki de alkol aldığından çakırkeyif olabileceğini düşündü Onur. Ya da her zamanki Murat'tı işte. Veyahut sebebi basitti, bu gece canı ona sataşmak istiyordu.

"Bir şey demek değil." Diyerek omuz silkti ve yaslandığı tezgâhtan doğruldu. Elindeki bardağı hızlıca tezgâhın üzerine bıraktı. Konuşurken son derece ciddiydi. "Tesadüf bu ya biz de daha önce at çiftliğinde karşılaştık. Sedef'in öğrencisiydi. Biraz çekingen ve mesafeli biriydi o yüzden şaşırdım."

"Ah, ben senin derdini anladım." Onur bıkkınlıkla bir nefes vermişti. Birkaç adım atıp ağabeyinin karşısına dikildi. Onunla neredeyse aynı boydaydılar ki uzamaya devam ederse ondan biraz daha uzun olacağı aşikârdı. Bu yüzden doğrudan onun yüzüne ardından gözlerine baktı. Murat, küçük olanın karşısında bilmiş bir ifadeyle dikilmesine aldırmadı. Onun aksine onu alaycı bir ifadeyle süzüyor, ne saçmalayacağını merak ediyordu. "Neymiş derdim?"

"Onu gözüne kestirmişsin. Benimle ne derece yakın olduğunu sorguluyorsun. Ne yazık ki rakibin bu kez ben değilim, bir başkası. Kızın sevgilisi var, onu aklından çıkarsan iyi edersin."

Hakkını vermek lazım, Murat ondan böyle bir çıkış beklemiyordu. Biraz şaşırmıştı lakin bunu hiç belli etmedi. İnce dudaklarına bir gülüş yerleştirdi. "Tavsiyene ihtiyacım yok, küçük kardeşim." İmalı bir ifadeyle cümlesini dudaklarından döktükten hemen sonra onun omzunu dostça(!) patpatladı. "Ama sanırım senin ihtiyacın var. Albay'ın hırçın kızına ne zaman açılmayı planlıyorsun? Onu bir başkasına kaptırdıktan sonra mı?" Elini omzundan çektikten birkaç saniye sonra gözlerinin içine bakmayı kesti. "Geç kalmayı istemezsin, değil mi?"

Ardından hışım gibi mutfaktan çıkmıştı. Kardeşini orada yumruklarını sıkar bir vaziyette bıraktığından habersizce.

Onur eve girdiğinde kafası darmadağındı. Görkemli villanın yolunu bulana kadar arabayla dolanıp durmuştu. Uykusuzdu, bu yüzden gözlerinin içinde sanki küçük iğneler vardı ve göz kapaklarına batıyordu. Bedeninin günden güne güçsüzleşmesi nedeniyle yürürken eskisine göre daha fazla yalpalamıştı. Kendine dikkat ettiği yoktu, son günlerde fazlaca iştahsızdı. Düşüp bayılmamak için zoraki bir şeyler kemiriyor ama doğru dürüst yemek yiyemiyordu. O anki düşüncesi de üst kattaki odasına bir an önce çıkmak ve yatağa kendini atmaktı. Hiçbir şey düşünmeden uyumak istiyordu. Bu gece tek istediği şey uyumaktı. Aksi takdirde zihni patlayacaktı.

Fakat hemen orada, salondaki kanepelerden birinde oturmuş ağabeyini görünce bir an afalladı. İstanbul'da olduğundan haberi yoktu. Saat neredeyse gece yarısına geliyordu. Ağabeyi kanepeye kurulmuş, içinde viski olduğunu tahmin ettiği bardağı elinde tutuyor ve doğrudan ona bakıyordu. Yalnız değildi. Mehmet Atahan kapısını işittiği vakit koltuktan ayaklanmıştı, gergin görünüyordu. Küçük oğlunu baştan ayağa süzdükten sonra ilk konuşan o olmuştu. "Bu vakit oldu neredesin sen? Meraktan çıldırayım diye mi yapıyorsun?"

Onur, matah bir şey söylenmiş gibi gülecek oldu fakat bunun için bile fazlasıyla yorgun hissediyordu o yüzden dudaklarını birbirine bastırıp, hiçbir şey söyleme gereği duymadan merdivenlere doğru gitmek üzere adımladı.

"Onur! Burada baban konuşuyor. Gel buraya." Mehmet Atahan'ın yükselen sesi durmasına neden olurken işte şimdi kurumuş dudaklarında alaycı bir gülüş ortaya çıkmıştı. Bedenini yavaşça ona doğru döndürdü. Bir iki saniye o adamı süzdü. Babası olduğunu iddia eden adamı... İnce yüzünde, çıkık çenesinde, yaşına rağmen gür ama kırlaşmış saçlarında gezindi yüzü. Gözlerinin yanında ve alnında yer edinmiş kaz ayaklarına değdirdi gözlerini. Bir tanışıklık aramaktı niyeti. Ama ona baktığı vakit hiçbir duygu hissettiği nefret ve iğrenmenin önüne geçemedi. Onda yok ettiği her bir iyi duygunun, inancın katiliydi karşısındaki.

"Sen benim için hiçbir şey değilsin. Rahat bırak beni."

"Demek öyle!" Mehmet Atahan öfkeli bir nidayla gürledi. Sakin olmak için salonun orta yerinde bir ileri bir geri adımladı. Sağ eliyle alnını ovuştururken salonda sessizce onları izleyen büyük oğluna döndü bakışları. Şimdiyse hedefinde o vardı. "Zevk alıyorsun değil mi? Dünyada senden mutlusu yok!"

Murat'ın kaşları şaşkınca havalandı. Ona laf atan ihtiyara küçümseyici bir ifadeyle baktı. "Ne saçmalıyorsun sen?"

"Ne mi saçmalıyorum? Görmüyor musun? Onu da kendine benzettin! Onu da kendin gibi bir baba düşmanı yaptın!" Parmağını ona doğru salladıktan sonra ona bakmayı kesti. Fazlasıyla gergindi. Onur'un hal ve hareketleri, başına buyruk davranışları, ona düşman kesilmesi onu endişelendirmişti. Oğlunun ilerleyen hastalığından beri aniden bir yerde düşüp kalacak diye gözüne uyku bile girmiyordu. Başka bir şey düşünemez olmuştu. Sadece onu kaybetmek istemiyordu. Bu yüzden bu kadar gergindi, saatlerdir ondan haber alamayınca ona bir şey oldu sanmıştı.Neyse ki iyiydi. Sorun yoktu. Evet, sakin olması gerekiyordu.

"Onu kendine sen düşman ettin. Ama her zamanki gibi kurban olarak beni seçtin. Hatırlatırım Mehmet Atahan, susması için, konuşmaması için onu sevdiği kızın hayatıyla tehdit eden ben değil sendin. Bir düşün bakalım, senden niçin nefret ediyor?"

O an salonda kocaman bir sessizlik olmuştu. Gerçekliğin incitici yanı odanın her yerine sinmişti. Koltuklara, duvardaki tablolara, ahşap sehpaya köşedeki uzun masaya ve Onur Atahan'ın kıvranan yüreğine. En çok da ona. Bunu hala atlatamamıştı. Öz babasının, onu sevdiği kızla tehdit etmesini hala aşamamıştı. Peşine adamlar takmasını, onu kolayca incitebileceğini, hatta öldürtebileceğini söylemesini... Hâlbuki Oktay Karayel ile yıllarca aynı askeriyede yüz yüze baktığı zamanlar olmuştu. Bu kadarını da ummamıştı işte babasından. O şirket odasında şahit olduklarından sonra niye buna da şaşırmıştı, niye buna bu denli incinmişti bilmiyordu aslında. Sadece dolmuştu artık. Dolmuş ve taşmış, dağılmış ve de yıkılmıştı. Onun ruhunu avuçlarının içine almışlar, un ufak etmişlerdi. Susmak sadece yorgunluktan değil, acizlikten de oluyor onu öğretmişlerdi. Kimsesi kalmamıştı, belki de en başından hiç kimsesi olmamıştı. Arkadaşı sandığı Özge bile ondan nefret ediyor olmalıydı, neticede Ilgaz'ın babası öldükten sonra o ikisinin de araları bozulmuş, Özge paramparça olmuştu.

Bir tek Arya var diyordu ya hep, bir tek o var. Karanlığın içinde parlayan ufak bir ışık... Bir umut, insanı kendine inandıran... Kurulması güzel bir düş, insanı gülümseten, içini sıcacık yapan güzel bir yüz... Üşüyordu ya, o ellerini avuçlarının arasına alsa ısınırdı halbuki. Ona sarılırsa dinerdi belki yüreğindeki hasret... Ama unutamazdı. Sustuklarını, susmak zorunda kaldıklarını, yüreğine ağır gelen onca şeyi unutamazdı. İnsan kendine kalamazsa, kendine yetemezse o vakit tükenirmiş. Peki ya ona nasıl yetecekti? Bir tek Arya var diyordu hep, o duymadı ama o ona sessizce vedalar etti. O, onu görmedi ama bazı vakitler sessizce penceresinin önünden geçti. Belki senin için sustum, diyebilmek hafifletirdi vicdanın yükünü? Ama nafile... Bu direniş de nafile... Yanıp kül olmuş bir mumu, bir umudu alevlendirmek de...

Sonra nefesler... Gittikçe zorlaşan, boğazına takılan nefesler ve doktor söylediğinden beri ümidini kestiği ciğerleri... Ne için savaşacaktı? Daha fazla acı için, daha fazla acıya mı? Yüzde elliden daha fazla bir ihtimalle bir yıl içinde ölebilirdi de. Şimdi ya da sonra... Bir şey değişir miydi?

Sevmek diyorlar, ne yüce şey... Oysa sevmek de incitir insanı. Hem de öyle bir incitir ki... İşte o salonda duran yüzlere baktığında ne denli incitildiğini gördü o yüzlerde. Zararlı bir şey bazen de bu sevmek... Seni ezip üzerinden geçmişler ama pişman olduklarını görsen bir yanın da affedecek gibi... Hâlbuki bunun bir sonu yok çoğu zaman, herkes anlamıyor bunu. Bir zaman sonra affetmiyorsun da... Ki o zaman kendine küstürüyorlar insanı. Her şey için geç...

O can yakıcı sessizliğin içinde daha fazla durmadı. Merdivenleri çıktığı o vakti bile hatırlamıyordu. Tırabzanı kavrayan damarları daha da belirginleşmiş, solgun ellerini de... Odasına geldiğinde kendisini hızlıca odanın içindeki beyaz kapıdan geçilen banyosuna attı. Birkaç kez yüzüne soğuk sular çarptı. Yüzünü bolca yıkadı, saçlarının önü dahi ıslanmıştı. Daha sonra şakaklarından, çenesinden süzülen damlalar eşliğinde aynadaki suretini inceledi. Birkaç saniye çatlamış bir sesle kurumuş dudaklarının arasında bir şarkı mırıldandı. "Cause if I could see your face... Once more..." Eliyle dağılmış saçlarını karıştırdı. Yavaşça dudaklarını kıpırdattı, gözünü kırpmadan aynadaki yansımasını izledi. "I could die a happy man... I'm sure..." Yorulmuştu, bir iki kez art arda öksürdü.

Odasına geldiğinde dizlerinin üstünde kendini yatağa bıraktı ve yatağın üzerindeki rafta duran çerçeveli fotoğrafı almak için uzandı. Yastığına başını koyduğunda fotoğrafı eliyle göğsüne bastırmış, dizlerini de kendine doğru çekip yatakta iyice küçülmüştü. Bir iki kez dudaklarını fotoğraftaki kadının saçlarına ve yüzüne bastırıp öptü. "Yakında kavuşacağız güzel annem benim, bitecek hasretimiz." Bir yaş aktı gözlerinden yastığa doğru. "Az kaldı..." diye mırıldandı son kez göz kapakları iyiden iyiye ağırlaşmışken.

Yaklaşık bir saat sonra oda kapısını yavaşça aralayan Murat'tı. Kıpırdanmadan yattığını görünce uyuduğunu anlamıştı fakat yine de bir an şüpheye düşmekten kendini alamadı. Ya bir gün uykusunda anlamadan nefesi kesilirse? Olabilir miydi böyle bir şey? Ya da şu an nefes almıyorsa?

Sessiz ama bir yandan da hızlıca odaya dalıp yatağın etrafından dolaştı, onun yüzünün dönük olduğu pencere kenarında dikildiğinde göğsüne düşmüş elinin düzenli nefes alışverişleriyle hareket ettiğini gördü. Rahatlamış bir ifadeyle başını geriye yatırdığında derin bir nefes vermişti. İstanbul'a gelme sebebi oydu. Babası Onur'un tedavilere gitmediğini, söz dinlemediğini, günden güne çöktüğünü ve gece yarıları eve geldiğinden bahsetmişti telefonda. Arabaya atladığı gibi soluğu burada almıştı. Zaten günlerdir yurt dışındaki doktorlarla görüşüyordu. Babasıyla hiçbir yere gitmeyeceği aşikârdı fakat Murat onu kendi elleriyle götürecekti, kendisi de yanında gidecekti. İyileşecekti, iyi olmak zorundaydı. Bir şey olmayacaktı ona, buna izin vermeyecekti.

Yavaşça, onu uyandırmaktan korkarcasına yatağın kenarına, yanına çöktü. Göğsüne bastırdığı fotoğraf çerçevesine usulca uzandı, ellerinin arasından yavaş hareketlerle çektikten sonra Onur huzursuzca kıpırdanmıştı. Murat, elinde tuttuğu fotoğrafın annesinin resmi olduğunu görünce üç dört saniye boyunca kımıldamadı. Fotoğraftaki kocaman gülümseyen annesine, daha sonrasında gülüşü soldurulmuş kadına baktı. Parmaklarını bir bebeği severmişçesine nazik bir biçimde fotoğrafta gezdirdi. Acısı hep aynı yerdeydi. Kabuk bağladığını zannettiğinde bile kanıyordu içten içe. Özlemi ağır basıyordu. Hiç kavuşamayacağını bile bile özlemek... Onun için en büyük Cehennem buydu. İçindeki çocuğu hatırlıyordu, onun resmiyle göz göze kaldığı zamanlar. Ağlarsa hafiflerdi belki, bir nebze olsun acısı yatışırdı. Şöyle sesli, bağıra çağıra ağlasa... Koy verse kendini... Olmuyordu işte. Çoğu zaman gözyaşı dökmeden ağlardı o. Çocukken çok ağlamıştı. Annesi öldüğünde, babası onu bodruma kapatıp dövdüğünde, karanlıkta korktuğunda, annesini özlediğinde... Sesli sesli ağlardı da duyan olmazdı. Birileri size kulaklarını kapattıysa ağlarken ne kadar sesinizin çıktığının bir önemi yoktu. Biri size yüreğini kapamışsa ne yaparsanız yapın asla sizi duymayacaktı.

Fotoğrafı, yatağın yanındaki komodine koymak için ayaklandı. Çerçeveyi bıraktığında birkaç saniyelik tereddüttün ardından elini uzatıp kardeşinin alnına düşen tutamları parmaklarının arasına aldı. Saçları yumuşaktı, parmaklarının arasında dağılıp gitti. Ay ışığının, perdenin kenarından küçüğün yüzüne vurduğu odada çıt çıkmadı. Hava sıcak olsa da yataktaki ince pikeyi yavaşça beline kadar örttü büyük olan. Onur'un fazla üşüdüğünü biliyordu, birkaç kere kulağına çalınmış olmalıydı. Kardeşinin uyurken küçük bir çocuğun yüzünü anımsatan çehresini birkaç saniye izledikten sonra başını salladı. "İyi olacaksın," diye mırıldandı. Dışarıdaki rüzgâr aralık pencereden dolayı tülleri havalandırdığı vakit Murat çoktan odadan çıkmıştı.

"Ne güzel, gözüne uyku girebiliyor demek." Sesi tanıyor gibiydi fakat henüz uykudan uyanıyor olduğu için sersemlemiş hissetti. Gözlerini yavaşça araladığında birkaç saniye sadece pencereden vuran ay ışığının biraz aydınlattığı tavana baktı. Odadaki perdenin dalgalanırken çıkardığı sesi duyuyordu. Sıcak olduğu için sanırım yatmadan önce açık bırakmıştı. Hatırlamıyordu, hala sersemdi. Kalbi boğazında atıyordu, bir türlü kafasını pencereye doğru çevirip sesin sahibinin kim olduğuna bakamıyordu.

"Güzellik uykunu böldüm, öyle değil mi Küçük Atahan?" Cümlenin sonundaki hitap ve küçümseyici vurguyu işittiği an pencere önünde duran kişinin kim olduğunu anladı. Panik duygusuyla üzerindeki ince pikeyi fırlattı ve başını pencereye doğru çevirdi.

Beyaz tül odanın içine doğru dalgalanıyor, bir ileri bir geri gidiyordu. Pencerenin pervazına oturabilmek için tülü biraz daha diğer uca doğru çekmiş olmalıydı. Siyahlar içindeydi. Saç rengi bile siyah gibiydi ya da karanlıktan dolayı öyle görüyordu Onur.

Ilgaz Ateşoğlu tamamen karanlık bir girdabı anımsatıyordu.

"Burada ne arıyorsun? İçeri nasıl girdin?!" Bir elinden güç alarak yataktan kalktı. Kalbinin atışları göğüs kafesini zorluyordu. Nefesleri müthiş derecede hızlanmıştı, bir iki kez gözlerini ovuşturma isteği duydu. Ateşoğlu, gri zipposunu cebinden çıkardı. Kapağını açtı. Küçücük ateş şimdi yüzünü daha da aydınlatmıştı. Yüzünde ölüm gibi bir ifade vardı. Taş gibi sert, korkusuz ve gözleri... Gözleri derin bir siyahtı. Bir yandan dipsiz bir kuyu gibiydi, diğer yandan bomboş bakıyordu. Başıyla hafifçe önünde oturduğu pencereyi işaret etti. "Camını açık bırakmışsın. Avcılar, dikkatsizliği affetmiyorlar. Ağabeyin henüz anlatmadı mı bunu sana? Ya da baban?"

"Ilgaz, bir olay çıkmadan ve ben polis çağırmadan hemen git buradan."

Sahte bir kıkırtı yayıldı odaya. Zipponun kapağını geri kapatmış olmalıydı, yüzü birden belirsizleşti. Sadece sesini duymuştu. "Senin yerine çağırmamı ister misin Küçük Atahan? Vay canına polislerden korkmuyor musun?"

"Git buradan! Hemen şimdi, git!"

"Şşt, şşt... Küçük bir çocuğa yakışıyor mu bu haller? Laflıyoruz şurada." Duyduğu ayak seslerinden onun ayağa kalktığını anlamıştı. Ayakkabıları zeminde ürpertici sesler çıkarıyordu. Ya da Onur bir panik atağın eşiğinde olduğu için böyle hissediyordu. Boğazı kupkuruydu, komodindeki sürahi ve bardağı vuran ay ışığından dolayı hemen fark etti. Elini sürahiye attığında kolunu kendisinden daha güçlü bir el kavradı. "Bana bırak," dedi sahte nezaket barındıran bir sesle.

Ilgaz, diğer elini bardağa attı ve ağır hareketlerle bardağa su doldurdu. Onur bu sırada gitgide hava alamadığını fark etti. Boğazı da, ciğerleri de yanıyordu. Göğsü parçalanıyormuş gibi hissetti. Yüzünü buruşturdu ve eğilip elini ikili komodinin üst çekmecesine attı. "Ne arıyorsun?" diye sormuştu Ilgaz kenara çekilip onun aramasına izin verdiğinde. Onur, iki eliyle çekmecenin her yerini yoklamasına rağmen ilacını bulamıyordu. "Astım ilacım... O... Ona ihtiyacım var. Buradaydı, hep buraya koyarım... Yok. Buradaydı..."

Ilgaz alay eder gibi doldurduğu bir bardak suyu dudaklarına götürdü ve kafasına dikti. Bir dikişte suyu bitirdiğinde elinin tersiyle dudaklarındaki ıslaklığı sildi. "Ah, o mu?" Düşünüyor gibi bir hali vardı. Onur tereddütle ona baktığında yere, komodinin hemen önüne çökmüştü. Sırtını yatağın alt kısmına yaslarken sıkışan nefeslerini zapt etmeye çalışıyordu.

"O şirket odasında, babam da böyle miydi?" Onun hemen karşısında yere eğilmişti. Suratındaki ifade zemheriyi andırıyordu. Elini kaldırdığı anda, Onur onun elinde tuttuğu şeyi fark etti. Astım ilacı... Ondaydı. "Ilgaz..." Bir eli boğazını tutarken diğer eliyle genç adamın elindeki ilaca uzandı. Ateşoğlu ise tam o anda elini geriye çekti. Yüzünde ölümcül bir gülümseme vardı. "Babam da böyle çırpındı mı kurtarılmak için? Senin şu an bana baktığın gibi mi bakmıştı gözlerinize? Ölmek istememişti, değil mi?"

Onur elini zemine yasladığında göğsü parçalanıyormuş gibiydi. Ciğerleri hava ihtiyacıyla kıvrılıyordu. Boğazını tutarken art arda defalarca kez öksürdü. "L-lütfen..."

"Lütfen?" Ilgaz başını iki yana sallıyordu. Hiç olmadığı kadar acımasız görünüyordu. Gerçi Onur, Ilgaz Ateşoğlu'nu pek iyi tanımıyordu. Onun sınırlarını kestiremiyor, gözlerindeki karanlıkta ufacık bir merhamet belirtisi arıyordu. "Lütfen yeterli bir cevap değil. Tekrar dene." Biraz düşündü. "Mesela babamın nasıl öldüğünü bir daha anlatmayı dene. Bu kez doğrusunu söyle bana."

Onur'un vücudu zeminde kıvrılmıştı. Başı yavaşça yere düştüğünde Ilgaz hala ondan bir cevap bekliyordu. "Konuşsana lanet olası! Niye susuyorsun? Konuşsana!"

"B-bilmiyorsun..." diye mırıldanabildi sadece Onur. Boğazındaki kuvvetli bir ele benzeyen his bir türlü nefes almasına izin vermiyordu. Gözleri odağını kaybetmişti, sadece siyahlı adamın ardındaki ay ışığından süzülen parlaklığı görüyordu.

"Neyi?" diye sormuştu Ilgaz. Fakat sesi meraklı sayılmazdı. Hatta fazlaca umursamaz denilebilirdi. Sonra zeminde ayakkabı sesleri duyuldu. Tok ses git gide uzaklaşıyordu. "Bence sen bilmiyorsun," diyen Ateşoğlu'nun sesini işitti ardından. Odasının dışından geliyordu.  "Bu da senin cezan olsun." Bir süre sessizlik devam edince Onur yerden destek alarak, güç bela oturduğu yerde doğruldu. Hala bir eliyle acıyan göğsünü tutuyordu. Ayağa kalkmak için diğer elini yavaşça yanı başındaki yatağa attığında, eli bir şeye değdi. Ani bir panikle elini geriye çektiğinde neredeyse geriye sıçramıştı.

Başını anlık cesaretle kaldırdığında yatağın kenarına dağılmış sarı saçları gördü.

O an tamamen nefesi kesildi.

Uyandığında bir çırpıda bacaklarına kadar örtülmüş pikeyi üzerinden fırlattı. Elini süratle çarpan kalbinin üzerine koydu. Birkaç saniye boyunca gözlerini karanlık odada gezdirdi. Sonrasında gözleri gerçekten de aralık olan pencereye ilişti. Perdenin çekilmediği kısımdan içeriye süzülen ay ışığı odayı az da olsa aydınlatıyordu. Bu sayede odada kimse olmadığına emin oldu fakat buna rağmen telaşla ayağa kalkıp pencereyi sertçe kapattı. Bu sırada gözleri gelişigüzel bahçeyi kontrol etmişti. Burada değildi işte. İstanbul'daki evlerine kadar geleceği yoktu sonuçta. Sadece bir kâbustu. Aptal bir kâbus...

Odasındaki abajuru yaktıktan hemen sonra perdeyi sonuna kadar çekmişti, böylelikle kendini daha güvende hissedecekti. Tekrar bakışlarını hızlıca odada dolaştırdıktan sonra nefeslerinin düzelmesi için yatağa geri oturdu. Boğazı kurumuştu, her yutkunduğunda iğne batıyordu sanki. Komodinin üzerindeki sürahiden bardağa su doldurmaya çalışırken elleri kontrolsüzce titriyordu.

"Bana bırak," Sürahiyi almak için bileğini kavrayan elin sahibini hatırladı.

Bir şangırtı sesi duyuldu. Kendisi bile çıkan sesten sonra fark etti elindeki cam bardağı düşürdüğünü. Bardak, zeminde birkaç parçaya ayrılmıştı, elindeki sürahi de düştü düşecekti. Derin derin nefesler aldı. Güçlü nefesler... Her defasında burnundan alıp ağzından geriye bıraktı. Şimdi, iki eliyle tutarak sürahiyi komodinin üzerine koymuştu.

Gözlerini yumduğunda karşısında beliren yüz o adamın yüzüydü. Doğan Ateşoğlu.

Kumral, bir kısmı kırlaşmış Ilgaz'ın saçlarına benzeyen saçlar, benzer yüz hatları sadece daha yaşlısı, daha ince dudaklar ve sakalsız bir yüz... Muhtemelen Ilgaz'dan bile daha uzun bir boy... Onu unutması ne mümkündü. Bir gün bile unutmamıştı o günden sonra, tek bir gün dahi aklından çıktığı olmamıştı. Hele ki gözünün önünde kesilen nefesi, ellerinin altında durmuş kalbi...

Dışarısı pusluydu o gün. Griydi gökyüzünün rengi. Bulutlarla kaplanmıştı. Neredeyse gökyüzünün renginde bir kapüşonlu giymişti. Kulaklarında kulaklık, elleri ceplerinde şirket binasına girdiğinde başına geleceklerden kesinlikle habersizdi. Mutsuzdu o günlerde, kendini melankolik şarkılara vermişti. Acı, acıyı çağırıyordu sanki. İçine bir şeyler batıyor ama tarifini yapamıyordu. Giderek içine kapanmıştı. Araştırma hastanelerinde geçirdiği vakitlerden bunalmış, bu yolun sonunda ölecek miyim diye düşünmekten yorulmuştu. Hayır, ona en çok koyan bu değildi. Sahici acıyordu bu günlerde canı. Sevdiği kız ona aşkını ilan etmiş fakat o buna karşılık hiçbir şey diyememişti. Okuduğu şiir kıymık olup batmıştı yüreğine. Sevdanın yükü ne denli ağır o gün fark etmişti. Yolun sonunda onun için ışık var mıydı, bundan emin değildi. Belki de sadece dört beş ay sonra hastanelerde yatacak duruma gelecek, belki de en kötüsü bir gün Arya'nın ellerini tutarken sonsuza dek kesilecekti nefesleri. Bunu ona yapamazdı ki. Kendi sonu böylesine meçhulken nasıl tutabilirdi ellerini? Nasıl onun da geleceğini elinden alabilirdi?

O, Özge demişti. O da reddetmedi. En başından, bıraktı öyle sansın. Ancak başkasını sevdiğine inanırsa vazgeçerdi. Bahsettiği tek arkadaşı da o vakitlerde tiyatro kulübünde ve hastanede sık sık karşılaştığı Özge idi. Onun dışında hastaneden arkadaş olduğu hasta bir çocuk vardı, Yağız. Yağız'dan hoşlanıyorum diyecek hali yoktu ya. Hoş, Yağız'dan da hiç bahsetmemişti. Çünkü hiçbir şekilde hastane, tedavi veyahut hastalığıyla ilgili bir şeylerin bahsini açmamıştı. Bilsin istemiyordu. İkisi bir arada olduğunda aralarına bu can sıkıcı konular girsin istemiyordu. Kendini unuttuğu ve mutlu olduğu tek yer Arya'nın yanıydı. Bu büyüyü bozmaktan korkuyordu. Dolasıyla Özge söyleyebileceği ve onun inanabileceği tek yalandı. Ve de öylece kaldı. Hiçbir zaman doğrusunu söyleyemedi ona. Şayet ikisinin çocukluk arkadaşı olduğunu bilse yapar mıydı böyle bir şey? Bunu da o hiç bilmedi.

Bazen zincirleme gelişir tüm olaylar. Hayat, tokat üstüne tokat atar sana. Yalnızlaşırsın. Çaresizliğine ağlarsın, başına gelen tüm şeyler için ağlarsın, bunu hak etmediğini düşünüp kahrolur daha çok ağlarsın. Bir şeyi düzeltmek için uğraşırken domino taşı misali tüm her şeyi yıkarsın. Bazen sadece böyle olması gerekir. Başka bir hikâyenin başlaması için, bir diğerinin feda edilmesi... Kim için kendini feda ettiğin önemli. Ölmeyi herkes becerir, gerçekten yaşamayı ise sadece hilebazlar. Hayat görmek istediğin zaman bir sihirdir. İllüzyon olduğunu düşünecek de sensin sihir olduğunu da...

Nerede pes edeceğini seçecek olan da sensin, asla pes etmeyecek olan da...

Sonunu bilemezsin. Kimse yaşamadan bilemez. O da bu kadarını tahmin etmiyordu. Belki birazcık da olsa vardı bir umudu. Ufacık... Bilemezsin, belki de yeterdi her şeye.

"Babamla abim burada değil mi?" diye sormuştu sekretere. Onun masasının önüne geldiğinde yavaşlamıştı, kulaklıkları çoktan kulağından çıkarmış elleri cebinde sekreterden bir cevap bekliyordu. Genç kadın, biraz ilerideki odaya ardından da genç Atahan'a baktı. Tereddütlüydü. "Evet ama şu an-"

"Teşekkürler." Diyerek kadının cümlesini tamamlamasına izin vermedi. Odanın kapısını çaldığı gibi bir cevap beklemeden içeri dalması bir oldu. Odadaki manzara karşısında olduğu yerde bir an duraksadı.

"Tamam, uzatmayalım, gitmeyecekseniz güvenliği çağıracağım Doğan Bey." Demişti Murat oturduğu koltukta uzanıp eli masadaki telefona gitmişken. Babası ise ayaktaydı, Onur'a arkası dönük olan adam ile neredeyse dip dibelerdi. Kendisinden biraz daha uzun olan adama ateş saçan koyu kahveleriyle bakıyor, yumruklarını sıkıyordu. Babası öfkelendiğinde cidden korkutucu olurdu, şu anda öyleydi. Uzun, çıkık çenesi öfkelendiği zaman daha belirgin olur, gözleri irileşir, alnında kat kat üç çizgi belirirdi. Zayıf, uzun parmakları yumruğunun içine hapsolur ve kendini zapt etmek konusunda güçlük çekerdi. Şu an da öyleydi. Onur tek bakışıyla bile fark etmişti bunu. "Ne oluyor burada böyle?"

Murat, kardeşinin odaya girdiğini fark ettiğinde şaşırmıştı. Telefon elinde kaldı, önce bakışlarını Onur'un üzerinde gezdirdi, sonra hızlıca babası ile o adama çevirdi. Gergin ve bunalmış ifadesini bir anda toparladı. Elindeki telefonun ahizesini yerine koymuştu. "Yok, bir şey. Beyefendi de şimdi çıkıyordu zaten."

"Gitmiyorum!" diyerek bağırdı Doğan Ateşoğlu. Sert çehresi şimdi masasında oturan Murat Atahan'a kaymıştı. "Sen ve baban yaptıklarınızın hesabını vermeden tek bir adım bile atmıyorum bu odadan!" Gitmeliydi, o anda çekip gitmeliydi.

Onur cidden burada neler döndüğünü anlamıyordu. Bu adamın babasıyla ve ağabeyiyle derdi neydi hiçbir fikri yoktu. Büyük şirket odasının içinde orta yere doğru adımlarken babası ve adam arasındaki gerginlik onun da rahatsız hissetmesine neden olmuştu. Mehmet Atahan boynunu kütletmişti. Bu ses hepsi tarafından duyuldu. Birkaç adım uzaklaştı karşısındaki adamdan. Önce dudaklarını birbirine bastırdı, odada gelişigüzel bakındı, şimdi bakışları soğukkanlı bir psikopatı andırıyordu. Hayır, esasında babalarının en korkutucu hali buydu. Murat, bu adama Onur'dan daha çok şahit olmuştu. Tartışmanın büyüyeceğini o vakit anlamış, parmaklarıyla alnını ovuşturmuştu.

"Sen çok oldun, Ateşoğlu. Demek sana hesap vereceğim, öyle mi? Yani sen bana hesap soruyorsun, doğru mu anladım?" Titremekte olan ellerini arkasındaki geniş, siyah masaya yasladı. "Bu hayatta babam dışında kimseye hesap vermedim ben. Kimseye. Ondan başka da kimse soramadı, sormak isteyenleri buna pişman ettim. Sen şimdi, senin ayrıcalığını söyleyeceksin bana. Sen kimsin de koskoca Mehmet Atahan'dan hesap soruyorsun?"

"Hayatını mahvettiğim adamım, iyi bak gözlerime!"Korkusuzca ona doğru bir adım attı Doğan Ateşoğlu. Ondaki haklı öfke hafife alınacak gibi değildi. "Şimdi de yaşadığımız kasabaya, topraklara, memleketimize göz diktin ve ben bunun hesabını sana soruyorum, evet.  Asıl sen kimsin? Bir tek yukarıdakine hesap sormam ben. Onun dışında senin kendi isminin önüne eklediğin koskoca sıfatının benim nezdimde hiçbir anlamı yok!"

"Sen sadece bir zavallısın, biliyor musun? Karının seni boynuzlamasını yıllardır aşamamış, bu ezikliğin altında kafayı yemiş, kendini kasabanın kahramanı ilan etmiş zavallı bir adamsın. Ona yetemedin ama şimdi tüm kasabaya tek başına yeteceğini düşünüyorsun, öyle mi? Gülünçsün gerçek-"

Güçlü bir yumruğun ete ve hemen ardından kemiğe çarpma sesi yankılandı geniş odada. Mehmet Atahan, arkasındaki masaya sırt üstü yığıldığında masanın üzerindeki dosyalar, kalemlikteki kalemler, bardak yerlere saçılmıştı. Laptop da kapalı olduğundan sadece yerinden biraz oynamış ve masanın ucuna doğru sürüklenmiş ama düşmemişti. Neredeyse aynı anlarda Onur koşarak masaya yığılan babası ve adamın arasına girmişti. Murat ise oturduğu yerden kımıldamadı. Pür dikkat masanın üzerinde yığılan Mehmet Atahan'a odaklandı. Burnu ve dudağının kenarı kırmızıya boyanmıştı. Düştüğü masadan kalkarken hafifçe sendelemesi ve güçlü duruşuna böyle bir zeval gelmesi Murat'ı zevkten dört köşe etmişti. Bu inkâr edilemez bir gerçekti. Yıllarca onun yerde diz çöktüğü, karşısında küçüldüğü, ona yaşamak için ondan merhamet dilendiği anların hayaline tutunmuştu. İntikamını almadan ölmeyecekti. İşte o gün kendini bir şey sanan o herif, kendi oğluna hesap verecekti. Fakat bu şeref sadece kendisine ait olmalıydı. Bu yüzden oturduğu deri sandalyesinden ağır ağır kalktı. Çıkan karmaşaya rağmen ses tonu sakindi. "Bu kadarı kâfi Doğan Bey. Bence artık çıkıp gitmeniz sizin yararınıza olur."

"Bırak, kalsın." Masadan doğrulan Mehmet Atahan'ın gür sesi duyuldu. Burnunu ve dudağının kenarını elinin tersiyle sildikten sonra ceketinin kıvrılmış yakalarını iki eliyle düzeltti. "Sana karşılık vermeyeceğim." Dedi sakin bir şekilde. İşte şimdi Murat büyük bir şok yaşamıştı. Onur hala her ihtimale karşı adam ile babasının arasında duruyor, bir eliyle babasının kolunu kavrıyordu. Doğan Ateşoğlu'nun bedeni hala öfkenin ve aldığı derin nefeslerin etkisinde sallanıyor, göğsü hızlıca inip kalkıyordu. "Bir daha karımın adını ağzına almayacaksın."

Mehmet Atahan başını salladı. Masanın etrafından dolaşırken bir şey düşünüyor gibiydi. Onur ve Murat onu şaşkınlıkla izlerken yüzünde yarım bir gülüş sandalyesine oturdu. Dağılmış masaya baktıktan hemen sonra Doğan'a dönmüştü tekrar. "Karının adı da yediği haltlar da umurumda değil, Ateşoğlu." Onur ikinci kez işittiği ismi duyunca ani bir aydınlanma yaşadı. Ateşoğlu? Ilgaz Ateşoğlu gibi mi? Özge'nin Ilgaz? Yoksa bu adam Ilgaz'ın, babası mıydı?

"Karının adını ağzına almakla yetinmeyip onu yatağına alan heriften hıncını alamadığın için böylesin. Merak etme anlıyorum seni, neticede insan gururu, onuru için yaşar." Araya Onur'un "Baba, yeter!" diyen ikazı karıştığında Mehmet Atahan oralı olmamıştı. "İstanbul'da kimsenin yüzüne bakacak yüzün kalmamış demek ki oğlunu da alıp yıllar sonra buraya gelmişsin. Alnın açık, başın dik geziniyorsun, milleti de aklın sıra örgütlüyorsun. Dürüst oluyor musun şu arkana taktığın sürüne, o sıcak mahallendeki her gün yüz yüze baktığın insanlara? Yok, hayır. Haklısın, neticede genç bir delikanlı babasısın. Annesinin günahı, ayıbı için niye o yüzünü yere eğsin ki? Ama ağzı olan konuşur Doğan. Sen de bilirsin, benim kadar. Birini susturursun, bir diğeri densizce konuşur. Şu elalemin ağzına laf vermeye gör. Düşünsene duyulduğunu böyle bir şeyin? Oğlana üzülürüm sadece, annesinin ona yaşattığı travma yetmezmiş gibi bir de bununla anılacak olması. Ne demiştim? İnsan gururu, onuru için yaşar. Yazık, değil mi o çocuğa?"

"Seni öldürürüm! Duydun mu beni! Seni yaşatmam!" Doğan Ateşoğlu'nun masaya doğru atılmasıyla Onur onun önüne geçmiş, Murat da hızlıca yanlarına gelmiş ve araya girmişti. "Yeter artık bu kadar rezalet! Kişisel meselenizi gidin başka yerde çözün!"

"Yok, yok. Sana istediğini vereceğim, Doğan. Ama önce bir sakin ol. Bir sakinleş. Ne bu celallenme? Oğullarımın önünde bir kez rencide ettin beni. Allah aşkına, ne oluyoruz? Senin bir oğlun var. Onu düşün azcık. Sonunu düşünmeden hareket etme. Neydi derdin? Parasıyla aldığım topraklardan mı rahatsızdın? Tehditle, zorla bana satmak zorunda bıraktım, değil mi insanları? İddian bu yöndeydi. Nasıl yapsak şimdi?" Oturduğu sandalyeden ayaklandı. İki elini arkasında bağlamış, odanın içinde volta atmaya başlamıştı. Doğan Ateşoğlu'nun tüm vücudu zangır zangır titriyordu. Adeta kan beynine sıçramıştı. Onur ve Murat onu iki kolundan tutmuştu. Fakat bu adamı şu anda gebertmemesinin ve kendini zapt etmek için adeta çırpınmasının tek nedeni oğluydu. Ilgaz'dı. Üstü kapalı işittiği tehditlerdi.

"Bak ne diyorum. Yarın sizin kasabada şu meydanda toplayalım herkesi. Zorla aldığımı iddia eden o adamları da topla. Yanlış anladık herhalde birbirimizi. Sonradan pişman oldular demek. Ne diyeyim, büyüklük bende kalsın. Onların ayıbı olsun bu da. Vereceğim tarlalarını ama kuruşuna kadar da geri isterim paramı. Üç gün kadar da mühlet... Eh, tabi bu arada mahallenizde bir çayınızı içmezsem de olmaz. Laflarız o sırada, şöyle eskilerden... Artık aklımıza ne gelirse. Ben de meraklı adamım, Doğan. Soracağım bu insanlara. Bu Doğan Ateşoğlu'nu niçin bu kadar sever sayarsınız diye. Bilirsin, laf lafı açar sohbet esnasında. Ben de seninle tanışıklığımızın eskiden olduğunu, yaşadıklarına, ah o küçük oğlanın yaşadıklarına ne denli üzgün olduğumu söylerim. Malum acılar da paylaşıldıkça azalır."

"Sen... Şerefsiz... Orospu çocuğunun tekisin! Duydun mu, yapmayacaksın böyle bir şey! Yemin ederim, ölümün benim elim-" Doğan Ateşoğlu, onu tutan Murat'ın kollarından kurtulmak için onu ittirdiğinde Onur onu çoktan bırakmış dehşet içinde babasına bakıyordu. "Bırak!"

"Sen de bir karar ver canım. Sen demiyor muydun geri ver topraklarını diye? Ne oldu da aklına yatmadı bu fikir?" Eğleniyordu, gerçekten onu dalgaya alırken oldukça eğleniyor görünüyordu. "Yalnız kullandığın küfür de pek bir manidar oldu ha Doğan?"

Doğan Ateşoğlu onu gömleğinin yakalarından kavradığında, "Sen beni ailemle tehdit edemezsin!" diye kükredi. "Oğluma zarar veremeyeceksin! 19 yıl önce yaptıklarını yapamayacaksın, karımı oğlumuzla tehdit edip zorla doğum yaptırdığın gibi mahvedemeyeceksin bizi! İzin vermeyeceğim, duydun mu beni? Duydun mu?" Mehmet Atahan'ı birkaç kez sarstı. "Karımın psikolojisini bozdun! Onun huzurunu, ruh sağlığını bozdun! Sen mahvettin benim evliliğimi! Sen benim oğlumda hiç silinmeyecek travmalar yarattın! Kılına zarar vermene izin vermem artık. Duydun mu beni? Bir kez daha huzurumuzu bozamayacaksın! Benim oğluma zarar veremeyeceksin! Babası arkasında onun. Başını yere eğdirmem, eğmeyecek de! Senin gibi esas orospu çocuklarına inat dik tutacak başını!" Sinir krizi geçiriyordu. Mehmet Atahan sonunda onu çıldırtmayı başarmıştı. Onur, ise arkasındaki masaya yaslanmış, duyduklarının şokuyla masanın kenarını kuvvetle sıkıyordu. Vücudundaki tüm kan çekilmişti. Bacakları titriyordu. Duyduğu şeyler tekrar tekrar kafasında dönüyordu.

"19 yıl önce yaptıklarını yapamayacaksın, karımı oğlumuzla tehdit edip zorla doğum yaptırdığın gibi mahvedemeyeceksin bizi!" 19 yıl önce... Doğum... Geçirdikleri trafik kazası... Zor bir doğum olduğu için doğarken annesini öldürdüğü gerçeği...

Murat'ın yıllar önce ona söylediklerini hatırladı. "Sen benim orada nasıl bir cehenneme tanık olduğumu bilmiyorsun! Sen annenin kanlar içinde, kıvranarak öldüğünü görmedin! Sen annenin ölüsüne sarılmadın! Sen hiçbir boku bilmiyorsun!"

"Karımın psikolojisini bozdun! Onun huzurunu, ruh sağlığını bozdun! Sen mahvettin benim evliliğimi! Sen benim oğlumda hiç silinmeyecek travmalar yarattın!"

Sonra Özge ile konuştukları bir zaman adeta yıldırım misali düştü zihnine. "Ilgaz iyi biri. Gösterdiğinden daha fazlasıdır her zaman. Belki öyle güzel laflar söyleyemez ama çok güzel bir kalbi vardır. Sadece onun da bizim gibi geçmişten getirdiği yaraları var. Belki de onu bu yüzden seviyorum. Senin o kızı sevdiğin gibi işte, belki ben de onda kendimi buluyorumdur."

"Hayır, hayır..." diyerek başını iki yana salladı. Bu gerçek değildi. Hayır, doğduğu gün başka insanların da hayatını mahvetmiş olamazdı. Hayır, bunu kaldıramazdı.

O sırada gözlerinin önünde Doğan Ateşoğlu'nun yere düştüğünü gördü. Eli kalbinin üstünde, uzun ve güçlü duran bedeni yere yığılıverdi. Bir iki kez gözlerini kırpıştırdı anlayabilmek adına. Odadaki her şey ağırlaştı. Akreple yelkovan bile soluklanırmışçasına yavaşladı. Sesler, görüntüler net olmaktan uzaktı. Murat'ın, "İyi misiniz? Doğan Bey neyiniz var?" diyen sesini duydu.  Duydu duymasına ama bedeni buz kesmişti, kımıldayamıyordu. Murat da soğukkanlılığını yitirmiş, adamı yerden kaldırmak için yanına eğilmişti, onu yavaşça sarsıyordu. "Doğan Bey!"

Adamın eliyle kalbini sıkarcasına tutması ve diğer elinin de zeminde sabit durmayarak kayması, kesik kesik çıkan solukları, kıpkırmızı kesilmiş yüzü... Bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama sesi çıkmıyordu. "Hasiktir, kalp krizi geçiriyor galiba! Onur, durma orada! Ambulans çağır! Baba, ne duruyorsun? Bir şey yap! Kalp masajı bilen birileri yok mu şirkette? Git çağır, bul bir şey yap! Adam ölüyor, durma öyle!"

Adam ölüyor...

Bu söz kendine getirebilmişti Onur'u. Başı dönüyor, kulakları uğulduyor, nefesleri birbirini kovalıyordu. Ama o an tek yaptığı şey kendini adamın yanına, dizlerinin üstünde yere atmak oldu. "B-ben biliyorum." Murat'ı bir eliyle uzaklaştırmaya çalıştı. Murat da garip bir şok yaşıyordu. Onu onaylarcasını başını sallayıp zeminin üzerinde geriye kaydı. Saçlarını bir eliyle geriye yatırırken kardeşinin adama kalp masajı yapışını izledi. Bir an gözünün önüne annesinin zeminde kanlar içinde, bembeyaz olmuş yüzü ve cansız bakan gözleri geldi. Silkelendi. Aklını toplamaya çalıştı. Ambulans... Yerden kalkmaya çalıştı. Babasına baktı. Kalçasını biraz ilerideki Murat'ın masasına yaslamış, mimiksiz bir yüzle yerde olan biten karmaşayı izliyordu. "Ambulans... Ambulansı aradın mı?"

Başını iki yana salladı. "Vadesi dolmuş bir insana ambulans ne yapsın? Demin hiçbir şeyi yoktu. Esiyor, gürlüyordu. Drama bak, birden yere attı kendini. Ben mi dedim eşkıya gibi şirketimi bas diye. Benim söylediğim lafları kaldıramayacaksa ne işi var burada? Eceline susamıştı belli. Bırak gebersin. Bu kafayla çok yaşayamayacağı belliydi zaten."

"Ne diyorsun lan sen? Ne... Sen ne saçma... Çekil önümden!" Murat babasını masanın üzerinden ittirmeye çalıştığında Mehmet Atahan da onu geriye doğru itti. Sonra bakışları yerde hiç kıpırdanmadan yatan adama ve durmaksızın kalp mesajına devam oğluna döndü. Yüzü kireç gibiydi, eli durmadan adamın göğsüne bastırıyordu ve dudakları sayıları mırıldanıyordu. "Kardeşini çıkar buradan. Hemen!"

"Ambulansı arayacağım sokuk herif! Aldığın canlar yetmedi mi? Ne senin derdin lan?!"Babasını büyük bir kuvvet kullanarak geriye ittirdi. Telefonu eline alıp ambulansın numarasını tuşladığında Doğan Ateşoğlu çoktan ölmüştü. "Alo... Atahan Holding'e acil bir ambulans! Çok acil! Kalp krizi! Acele edin!" Murat telefonu kapattığında babasının çoktan yerdeki oğlunun yanına eğildiğini gördü. "Oğlum, bırak artık. Hadi, bak ambulans da gelecek. Hadi git sen elini yüzünü yıka, lavaboya git." Oğlunu koltuk altlarından tutarak kaldırmaya çalıştı. "Nefes almıyor, kalbi de atmıyor..." diye mırıldandı Onur hala şokun etkisindeyken. Bu olamazdı. Hayır, az önce buradaydı, ayaktaydı, canlıydı. Hayır, ölmüş olamazdı. Bunu kabul etmiyordu.

O sırada şirketin önündeki Ilgaz Ateşoğlu ise içeriye girmek için güvenliklerle tartışıyordu. "Babam içerde diyorum lan, patronunuz için gelmedim, korkma! Babamı alıp gideceğim!" Kapıda neredeyse on tane güvenlik vardı. Ilgaz'ın girmesine izin vermiyorlardı. Daha önce Ilgaz şirketi bastığı için, Murat kesinlikle Ilgaz'ın içeriye alınmaması için talimat vermişti. "Baban çıkar birazdan, zorluk çıkarma artık. Murat Bey'in kesin talimatı var. Biz de işimizi yapıyoruz kardeşim burada. Emir kuluyuz, yeter sövüp saydığın."

"Bak, benim babam kalbinden rahatsız. Sinirli çıktı evden diyorum. Siz bunun nesini anlamıyorsunuz?!" Tekrar içeriye girmek için hamle yaptığında adamlar yine onu dört bir koldan tutmuşlardı. "Tamam, tamam bekle. Murat Bey'i arayacağız. Rahat dur."

Durdu, bekledi. Babasının içeriden çıkmasını bekledi. Geldiğinde onu azarlayacaktı. Kızmıştı evden öyle öfkeyle çıkmasına, onu beklememesine. Korkutmuştu, onu huzursuz etmişti. Beklerken içi sıkışıyordu. Garip bir his daraltmıştı içini. Onun şu kapıdan çıktığını görmedikçe rahatlamayacaktı. Elbet bir çözüm bulacaklardı Atahanlar'a karşı, kafa kafaya verip onlardan kurtulmak için bir yolunu bulacaklardı mutlaka. Baba oğul nelerin üstesinden gelmemişlerdi ki?

Ama işte bir an vardır. Sadece bir an... Bir şeyler sona erer, bir hikâye biter, perde kapanır. Bir an vardır bu sefer diyemezsin kıl payı kurtuldum diye. Bu sefer olmaz. Bir an vardır ki o andan sonra bilirsin, artık eskisi gibi olmaz bir şeyler. Sen eskisi gibi olamazsın. Ellerinin arasından kayıp gideni tutamadığın o an var ya, işte onu hiç unutmazsın. Yüreğinde yara olarak kalacaktır hep o. Ölene dek hatırlayacaksın. Sonrasında da gözün çok ilişecek kapıya, gelen o mu diye. Gelmeyeceğini biliyorsun, bu umut etmek değil. Düpedüz mucizeyi istiyorsun sen. Çocukça bir istek bu. Çocuklar annelerini hiç unutmazlar, çocuklar babalarını hiç unutmazlar.

Ilgaz'ın şirketin önünde duran ambulansı ve içinden koşturarak çıkan sağlık görevlilerini gördüğü an böyle bir andı. Korkuyla farkındalık aynı anda aynı anda ziyaret etti onu. Kalbinden kurşun yese daha az acırdı. Tuhaf bir ağrı bu, tarifi yoktu. Tiz bir ses çınladı kulağında. Kafasını toparlayamadı. İhtimaller ve gerçekler... Olabilir mi derken buldu kendini. Yok, hayır. Bu o an değil. Evet, bu bir reddediş. Sesler sadece bir gürültü. Geri kalan herkes ise birer figüran. Karmaşa. Evet, zihninin yaşadığı şey bu. Sonra onca cümle içerisinden sadece biri sıyrıldı onun için. "Kalp krizi..." diyor arkadan giren sağlık görevlilerinden biri güvenliğe.

Anlamasına anlıyor, anlamamak değil bu. Sadece o an karışık işte. "Babam içeride..." diyor belli belirsiz. "Babam..." Güvenlikler de şüpheleniyor, kalbinden rahatsız demişti çünkü Ilgaz. Biri eliyle başını ovuşturuyor, biri suskunca kenara çekilmiş, yüzlerinde belli belirsiz üzüntü, üç dört tanesi Ilgaz'ın etrafını sarmış, yüzünün rengi atmış genç adamı herhangi bir durumda tutabilecek kadar yakınlar.

Kımıldamıyor yerinden... Hala babasını bekliyor. Çünkü herkes olabilir o kişi, herkes olabilir, sen hissetsen de sen bilsen de gerçeği onun dışında herkes olabilir... Ama yüreğinin sıkışmasına engel değil bu. Ilgaz'ın ellerinin buz tutmasına, kanının çekilmesine, uyuşan kollarına, bacaklarına engel olmuyor ki bu. O değildir demek su serpmiyor ki içine. İkna olması için gözüyle görmesi lazım. Sonra lavabolarının birinde elini yüzünü yıkayan, bedeni titreyen genç bir çocuk var... Hala şokta... Yüzüne sular vuruyor. Bolca su... Saçları ıslanmış, elleri titriyor. Ellerinin altında can verdi o adam. Kendi babasının yüzünden ellerinin altında can verdi. Kurtaramadı onu. Bu... Bu nasıl unutulur?

Murat, onun ıslanan kapüşonun bilek kısımlarını kıvırıyor. Hemen yanında. Onun da yüzü kireç gibi. Fakat onun hiçbir olay annesini gözlerinin önünde kaybetmesinden daha vahim değil. O daha beterlerini gördü, o derisi yüzülüyormuşçasına acıyı tattı. O daha soğukkanlı görünüyor. Bir yanı korkuyor. Kardeşi iyi görünmüyor, sonra babasının adamı kışkırtması geliyor aklına. Bu bir cinayet mi bilemiyor... Gerçekten eceliyle mi öldü, yoksa buna sebep olan Mehmet Atahan mı? Ambulansı daha önce arasaydı, durup bekleseydi adam kurtulur muydu? En baştan güvenliği arayıp adamı odadan çıkartsa, o telefonu Onur'u görünce geri koymasa adam şimdi yaşıyor olur muydu? Yoksa suçun yarısı da ona mı ait? Defalarca gitmesini söyledi ona. İnat etti, gitmedi, o git dedi, o gitmesini söyledi. Hayır, ne Onur, ne de kendisi suçluydu. Adam ile babası suçluydu. Ama babasının Onur'u odadan çıkarırken söylediği şeyler aklından çıkmıyordu. Onu uyarmıştı. "Bizim hiçbirimizin bir suçu yok Murat. Sen de gördün oğlum, sen de bu odadaydın değil mi? O şirketimizi bastı, kavga etmeye geldi, babana saldırdı, yüzümdeki kanıtları görmüyor musun? Biz ikimiz de bu odadaydık, ikimiz de şahidiz olan bitene. Ama Onur bugün hiç şirkete gelmedi. Onur burada değildi. O hiçbir şey bilmiyor. İfade verecek sadece biziz. Aynı şeyleri söyleyeceğiz. Lavaboya gidin, daha sonra Musa gelecek yanınıza. Polisler falan kimse görmeden çıkaracak Onur'u binadan. Sen de sonra yanıma gel. Tahlisiz olay için ifade vereceğiz."

"Onur, yeter. Tamam, tamam artık." Musluğu kapatıp Onur'un titreyen ve üstü ıslanmış bedenini kendine doğru çekti. Kendinin de hiç aklına gelmeyeceği bir şey yaptı o an. Çocuğu kendi gövdesine bastırdı, kollarıyla sardı beni. "Sen elinden geleni yaptın, anlıyor musun beni? Yapabileceğin her şeyi yaptın. Kalp krizi ani bir şey. Biliyorsun değil mi? Tıp okuyacaksın sonuçta sen. Biliyorsun bunu. Hiçbir şey yokken aniden bile kalp krizi geçiren insanlar var. Kaç kez kibarca gitmesini söyledim, değil mi? Böyle olacağını bilemezdik. Kimin aklına gelir ki?"

"Babam öldürdü onu! Babam neden oldu ölmesine! Sen de biliyorsun! Oradaydın! Oradaydık! Ambulansı aramadı, orada durdu ve sadece ölmesini bekledi! Keyifle izledi! Onu oğluyla tehdit etti, aşağıladı, ona kışkırtıcı laflar sö-"

Deli gibi bağırıp çağıran Onur'u kendine gelmesi için sertçe sarstı omuzlarından. "Bana bak, bana bak!" Kafasını tutup kendine çevirdi. "Önce şunu kafana sok. Sen o odada değildin. Yoktun Onur..."

"Oradaydım, ne di-"

"Değildin! Uzatma. Ne olacağını sanıyorsun? Sen bunları anlattığında Mehmet Atahan hapis mi yatacak? Müebbet mi yiyecek, en düşük ihtimalle bile on yıl mı yatacak? Hayal kurma! Kafasına silah tutup beynini dağıtsa dahi emin ol bunun için bile hapis yatmazdı o. Ki kalkmış burada ambulansı aramadı, izledi diyorsun. Evet, belki bir şeyler değişirdi! Belki de değişmezdi. Asla bilemeyeceğiz. Ölüm böyle bir şey! Aniden olur ve biter! Bu kadar! Varsın ve yoksun! Babanı duydun. Nasıl olacağını anlattı. Karşı gelmen bize zarar verir. Ona karşı kazanamazsın. Bu şekilde değil. İfade vermeyeceksin. Verebilecek halde olduğunu ben de düşünmüyorum zaten. Sen bunları anlatırsan sadece Ilgaz Ateşoğlu'nu musallat edersin bize. Sadece babama değil bak, hepimize. Anladın mı? Canı yanmış birinin kaybedecek bir şeyi yoktur Onur, unutma. Bu hayatta bir tek düşmanım var, başkasıyla uğraşacak değilim. Hem babam ayağına dolanacak Ilgaz'a acıyacak mı sanıyorsun? Hı? Kendin gördün, kendi gözlerinle gördün adam yerde kıvranırken kılı kıpırdamadı! En azından bırak da başkası ölmesin."

Murat haklıydı, canı yanmış bir insanın kaybedeceği bir şey olmadığı konusunda. Ama hayır, bir yandan yanılıyordu. Ilgaz hiçbir şekilde durmayacaktı.

***

Onur'un intiharından kısa zaman önce...

"Geldiğin için teşekkür ederim, Ilgaz."

Onur Atahan ve Ilgaz Ateşoğlu sahildeki banklardan birinde yan yana oturmuşlardı. Daha doğrusu bankın sağ ucunda Onur sol ucunda da Ilgaz vardı. Bu gece, Onur, Ilgaz'ın gece kulübüne gitmişti. Gecenin ilginç ve gergin geçeceğini düşünmüştü elbette, hatta daha çok Ilgaz'ın konuşma isteğini reddedip olay çıkaracağını sanmıştı. Fakat bu gece tahmin ettiği gibi geçmiyordu.

Öncelikle klüpteki barmeni görünce beyninden vurulmuşa dönmüştü. Koyu sarı, dalgalı biraz uzun saçlar, çıkıntılı çene yapısına sahip ince bir yüz... Soğuk, gizemli bakışlar... Alexander'ı görünce bir an yanlış yere geldiğini düşündü. Daha sonra Alexander'ın bir gece kulübünde değil de babası ve ağabeyinin yanında çalıştığını göz önüne alarak burada olmasının mantıklı bir açıklaması olmayacağını fark etti. Onda her zaman merak ettiği bir şeyler vardı. Kapıdaki adamlar deri ceketinin kapüşonlusundan dolayı tanımamışlardı onu, kimlik de sormamışlardı neyse ki. İçeriye girmesinde bir sıkıntı olmamıştı en azından. Ilgaz da şimdilik ortalarda görünmediğine göre Alexander'a burada barmen olarak ne halt ettiğini sorabilirdi.

Dans eden kalabalığın arasından geçerken biraz çaba harcaması gerekmişti. Kızın teki neredeyse dans eden kalabalığa onu da katacaktı. Çalan müzik hareketli bir parçaydı, şimdiden içi sıkılmıştı. Kapüşonuyla daha çok dikkat çektiğini fark etmesi masalarında oturan insanların ona garip garip baktığını görmesiyle aynı zamanda olmuştu. İnsanlara arkasını dönerek kapüşonunu yavaşça çıkardı başından. Bar tezgâhına ulaştığında derin bir nefes almıştı. Arkası dönük içki hazırlamakta olan Alexander'ın hizasına oturmuştu. Oturduğu sırada bir iki kız vardı. Elini onlardan tarafa yüzüne doğru siper etti. Sonuçta elbet birinin onu tanıyacağı tutabilirdi.

Buğra arkasını döndüğü an Onur ile göz göze geldi. Murat Atahan'ın küçük kardeşi gözlerini dikmiş ona bakıyordu. Önce bir şaşaladı fakat dışarıdan kesinlikle renk vermiyordu. Bir iki saniye kısaca ona baktıktan sonra etrafa hızlıca göz attı. Doruk ve Ilgaz ortalarda görünmüyordu. Bir şey demeden masadaki kızlara içkilerini verdikten sonra, "Sizi dinliyorum?" diyerek sipariş alan sıradan bir barmenmiş gibi onun önünde durdu.

"Hayır, ben seni dinliyorum. Burada ne halt ediyorsun?" diye fısıldadı Onur.

"Tabi, mojito var. Sadece bir dakika beklemeniz gerekecek." Dedi yüksek sesle Buğra,  hemen arkasını dönmüştü. Onur dudaklarının arasından bir şeyler homurdandı. Bir tür kokteylden bahsetmişti büyük ihtimalle. Alkol kullanması yasaktı, o da ayrı bir mevzuydu. Şu an tek merak ettiği burada neler döndüğüydü. Ilgaz'ın gece kulübünde abisi ve babasının adamlarından birinin ne işi vardı? Aklına hiç iyi şeyler gelmiyordu. Şimdiden öfkelenmeye başlamıştı.

Buğra, kısa bir sürede elindeki sarı renkteki kokteyl ile geri döndüğünde "Abinlerin burada olduğundan haberi var mı?" demişti alçak sesle. Kokteyli ona uzattığındaysa sesi yükselmişti. "Afiyet olsun."

"Bu seni ilgilendirmez. Asıl Murat'ın burada olduğundan haberi var mı? Ya da diğerinin?" O herifin adını ağzına almak istemiyordu.

"Hı hı," diyerek onayladı Buğra. "Evet, içindeki misket limonu."

"Ne?" Onur anlamsızca baktığında sonra bakışları önündeki kokteyle döndü. Hadi ama! O ekşi şeyleri seviyordu. Neden onu cezbedecek bir şey koymuştu ki önüne? Bardaktaki pipeti içeceğin içerisinde oynattıktan sonra, "Anladım." Dedi.  "Desene benimkiler yine bir şeyler peşinde."

"Birkaç haftalık." Dedi. Bakışları hala etraftaydı. "Sadece gözlem."

"Ya, ne kadar tatlı." Diyerek alaycı bir sesle buz gibi baktı sarı saçlıya. Bu adama karşı nötrdü. Tamam, kabul Stevan denilen itten hoşlanmıyordu. Babası, abisiyle beraber ne pislikler karıştırdığını Allah biliyordu artık. Alexander gizemli olandı. Tek bildiği diğerleri gibi yetimhanede büyüdüğüydü. Aralarında bir tek Ece ile muhabbetleri vardı. Onu severdi. Alexander gelen müşterilere içki hazırlamak için arkasını döndüğü vakit önündeki kokteylden bir yudum aldı. Aptal, gibi büyük bir yudum almıştı. Aldığı keskin, sert tat yüzünü buruşturmasına neden oldu. Dişleri uyuşmuştu.

"Doruk seni tanıdı mı?" diye sordu Buğra içkileri müşterinin birine uzattıktan sonra.

"Doruk kim?" Kokteylden azar azar içmeye devam ediyordu, ölmeden önce bunu da içmedim demezdi artık.

"Kapıdakilerden biri. Uzun boylu, iri olan."

"Vallahi kapıda ben kısa, çelimsiz birini görmedim. Hepsi uzun boylu, iri."

"En uzun olan, kapı kadar boyu olan." Buğra dişlerini sıkarak konuşmuştu. Sabrı git gide taşıyordu. Bu veletin cidden burada ne işi vardı?

"Ne önemi var görüp görmemesinin? Ilgaz ile konuşmaya geldim buraya."

"Ne?" Buğra'nın yüzünde şaşkınlık olduğunu şimdi dışarıdan bakan biri de fark edebilirdi. "Sen ne... Ne konuşacaksın? Çıldırtma adamı gece gece." Onur'a doğru eğilmiş, uyarıcı bir sesle tane tane konuşmuştu. "Hemen çık, buradan. Hadi. Baban ve abinle uğraştırma beni."

"Uğraşmak zorunda değilsin. Çalışmak için daha iyi bir iş bul kendine. Gerçekten barmen ol mesela. İyi kıvırmışsın bu işi." Onur tabureden ayaklanıp bardağın dibinde kalan kokteyli kafasına dikti. Laf arasında bitirmişti resmen. Yüzünü buruşturmaktan çene kasları ağrıyordu. Dudaklarını yaladığı vakit, yanlarına bir kız geldi. Ellerini iki yanında tutmuş, rahat görünmeye çalışıyordu. "Selam, Buğra. Ben bir limonata isteyecektim." Bunu duyduğunda aklından iki şeyi geçirmişti Onur. İlki kız akıllı bir tercih yapmıştı, bu yüzden onu içinden tebrik etti. İkincisi de... Buğra? Demek Alexander burada diğer ismini kullanıyordu. Ece ve Stevan ona Alex diye sesleniyorlardı genelde çünkü. Murat ve babası olacak herif ise direkt Alexander diye söz ediyorlardı ondan. Bunu duymak şaşırttı onu.

Her neyse, önce Ilgaz ile görüşmesi gerekiyordu. Sonra bu 'Buğra' meselesinin hesabını Murat'a soracaktı. Ona kısa bir selam çaktı. Bu gece gerçekten de Atahan alaycılığına sahipti. "Görüşürüz, Buğra."

Buğra dudaklarını birbirinebastırdı, gerilmişti. Sakin görünmeye çalıştı. Uzaklaşan Onur'a bakmayı kesip utangaççatebessüm eden kıza gülümsedi. "Selam Beyza... Bu gece burada olduğunubilmiyordum."

Onur'u şaşırtan bir diğer şey de Ilgaz'ın onunla konuşmayı kabul edip buraya onunla gelmesiydi. "Ne söyleyeceksen söyle." dedi ona karşılık olarak. Başı dönüyordu, ara sıra gözleri odağını kaybediyordu. Kafasında keskin bir ağrı vardı, buna karşın bedeni tüy gibi hafifti. Bu gece de ot içmişti. Sadece düşünmek istemiyordu. Sadece kafasını durdurmaktı niyeti.

"Uzatmayacağım. Zannediyorum ki bir daha karşılaşmayacağız. Yani öyle tahmin ediyorum." Konuşurken ona değil de biraz ilerisindeki dolunayın ışığının yansıdığı denize bakıyordu. "Sadece bir şeyi bilmeni istiyorum. Böyle olmasını inan hiç istemedim. Gerçekten. Keşke... Keşke başka türlü olsaydı. Biliyorum, bunun senin için bir anlamı yok. Bir şeyi değiştirmiyor da. Ama baban için üzülmedim sanma. Elbette senin acın kadar olamaz, elbette kıyaslanamaz. Aklımdan çıkmıyor. Çok gece rüyalarımda gördüm. Çok gece bir şeylerin farklı ilerlediği, babanı kurtarabildiğim zamanları gördüm. Ben de aşamıyorum bazı şeyleri, ben de bocalıyorum. İnan, avaz avaz bağırasım geliyor. Diyorsun ya mahkemede neden babanların anlattığı gibi anlattın her şeyi... Ben neyi söyleyeyim? Ne desem babanı geri getirebilirim ki? Çok yanıyor canın biliyorum ama canın acıya acıya susman gerekir bazen. Bazen elinden gelen tek şey budur."

"Babam geri gelmezdi. Gelmeyecek de... Bana bilmişlik taslama. Bana o ufacık aklınla duygu sömürüsü yapma. Aah!" Hareket ettiğinde zonklayan kafasını tutmuştu. Yaslandığı banktan doğruldu. Kafasında bir şeyler patlıyordu. Anlattıklarını çok net olmasa da duyuyordu ama bu geceden sonra asla net bir biçimde hatırlamayacaktı. Sinirlendiğini, öfkelendiğini hissediyordu ama bedeni uyuşuk gibiydi. Tam olarak öfkelenmeye bile hali yoktu. Tamamen kendinde olsa birbirlerine girecekleri kesindi.

"Sen doğruları söylesen benim babam gelmezdi. Gelmezdi ama senin o yavşak, o it, şeytandan daha pezevenk olan babanla, o kibirli, ırz düşmanı, piç abin var ya... Onlar da elini kolunu sallayarak gezemezdi şimdi dışarıda. Daha fazla insanın canını yakamazlardı. Anladın mı? O zaman... İşte o zaman belki bir nebze... Belki biraz da olsa... Yatışırdı içimdeki öfke. İçim soğumazdı evet, ben onları elimle gebertmediğim, babam gibi toprağın altına sokmadıkça içim soğumazdı. Ama en azından... Ben de babamın mezarı başında 'Yanlarına bırakmadım be babam. En azından artık başkaları zarar görmeyecek. Rahat uyu.' diyebilecektim. Nasıl diyeyim şimdi? Gitmeye yüzüm var mı mezarına?" Dolan gözlerini elinin tersiyle sildikten sonra devam etti.

"Sen onu rüyalarında gördüğünden bahsediyorsun, senin acın, sızlayan vicdanın. Sen bile bile sustuğun için vicdan azabı çekiyorsun. Az buçuk tanıdım seni. Sende baban ve abine nazaran en azından o kadar vicdan var. Ama benim acıyan yerim canım. Ben canımı gömdüm o toprağın altına! Ellerimle toprak attım, bak bu ellerimle!" Ellerini neredeyse Onur'un gözünün hizasına kadar kaldırdı. "Neyim var, neyim yoksa toprağın altında... İdrak edebiliyor musun sen bunu? Ben senin üzgün olduğunu bilsem ne olur bilmesem? Umurumda mı sanıyorsun? Sen o mahkemede doğruları söylemediğin an, o andan beri... En az baban ve abin kadar katilsin benim gözümde. Şimdi burada bana vicdanını rahatlatmak için gelmişsin. Peki, ben ne yapayım söyle?"

Onur da gözünü kırpmadan bakmıştı ona. Dudaklarını bir şey söylemek için aralayacak gibi oldu ama sonra vazgeçti. Elini göğsünün üzerine attı, tişörtünün yakası boğazına dolandı sanki. O da bir katildi, evet. O annesinin katili olmayı yıllardır hazmedememişken aynı gün doğumuyla başka bir ailenin daha hayatını mahvetmişti. Yetmezmiş gibi babası, onun babasını da almıştı elinden. Onur da diyemiyordu böyle böyle. Söylemeyi isterdi. Gerçekten istemişti de. Bilmiyordu, hukukun babası karşısındaki hükmü ne olurdu. Hiçbir fikri yoktu. Umurunda da değildi. O tek bir kişi için susmayı kabul etmişti. İşte Ilgaz da hiçbir zaman bunu anlamayacaktı. Bir insanın babasının onu en sevdiği insanla tehdit etmesi ne demek bilmeyecekti hiçbir zaman. Böyle bir babaya sahip olmak ne demek bilmeyecekti. O kaybettiği bir babanın yasını tutacaktı, kaybettiği bir annenin yasını tutacaktı her zaman. Onur ise hiç sahip olmadığı bir annenin, hiç sahip olmadığı bir babanın yasını tutacaktı, ta ki son nefesine kadar...

"Acın geçmez, Ilgaz. Sadece zamanla hafifler. Ben de her zaman senin için bunu diliyor olacağım. Kendimden biliyorum, birini çok sevdiğinde... Kendinden çok sevdiğinde... Acın hafifliyor. Hayır, hiçbir zaman tam olarak geçmiyor. Bu onun suçu değil, sadece benim çok fazla yaram var. Kırılan yerlerim çok fazla. Çok incittiler beni... Bir yerden sonra kaldıramıyor insan. Bıçağın kemiğe dayandığı bir an varmış işte. Oradayım. Evet, ben bir katilim. Bir annenin katiliyim hem de. Öyle bir günde doğmuşum ki ben... Öyle bir lanetmiş ki benim doğumum... Ben bilmeden kaç hayatı mahvettim? Aşamam ki ben bunu. Aşamam... Ben bir daha o herifin yüzüne bakıp baba da diyemem... Diyemiyorum. Murat yapıyor. O intikama tutunuyor. O bununla yaşıyor. Ama ben, o değilim. Beni intikam da ayakta tutamaz. Benim içim böyle de soğumaz. Ben babam öldü deyip toprağın altına gömseydim yasını tutardım. Ama bu... Böyle bir iblis... Böylesi kalpsiz bir adamın oğlu olmak... Kaldıramıyorum. O, beni en sevdiğimle tehdit etti. Kendi canını, canıyla tehdit etti. Hangi baba yapar bunu? Söyle bana. Bu unutulur mu? Bunun yası tutulur mu? Ben de onun canını yakacağım, bildiğim tek yolla onun canını acıtacağım."

Ilgaz tekrardan sırtını banka yaslamıştı. Onur konuştuğu vakitlerde dönen başını sabit tutmaya çalışıyordu. Midesi de bulanmaya başlamıştı. Olduğu yere kıvrılıp uyumak istiyordu. Vücudu iyiden iyiye mayışmıştı. "Senin baban bir orospu çocuğu." Dedi onun söylediklerine karşılık. "Onu öldürsem aslında hapis yatmamam lazım. Ama adalet denilen şey bize gelince işler, değil mi? Bak, gördün mü? Ben de bunu kaldıramıyorum. İçim kaynıyor böyle öfkeden. Zaten fazla düşünürsen böyle ya kafayı yiyorsun ya temiz iş geberip gidiyorsun. Çok incittilerse de incitmelerine izin verdin. İzin verdik, veriyoruz." Şimdi de cebinden bir sigara paketiyle siyah bir zippo çıkarmıştı. Sanırım onun nihai amacı temiz iş olan geberip gitmekti. "İçiyor musun?" diye uzattı paketi diğer uçtaki çocuğa. İçmiyordu. Hayatında bir iki kez denemek için Arya ile beraber içmişti sadece. Fakat özellikle son bir yıldır ciğerleri onu yok edecek kadar hasta bir insan olarak sigara adını bile ağzına alacağı bir şey değildi. Ama Onur ölümüne yakın her şeyi boş vermişti. Doğru demişti Ilgaz, ya kafasına takıp delirecekti ya da boş verecekti. Kaybedeceği bir şeyi yoktu artık. Bu yolun sonunda zaten bir ışık yoktu.

"Ara sıra," diyerek bir yalan söyledi ve sigara paketinden bir dalı parmaklarının arasına aldı. Ilgaz kendi sigarasını tutuşturduktan sonra elindeki siyah zippoyu ona uzattı. Onur, geçenlerde gördüğü rüyayı hatırlamıştı. Gri zippoyu... Zaten o rüyanın etkisiyle Ilgaz ile konuşmak istemişti. Garip hissetti o an... Boğazına yapışan Ilgaz ile sigarasını paylaşan aynı Ilgaz'dı. Aynı adamdı. Sadece şimdi olabildiğince umursamaz ve onun dehşet öfkesine şahit olduğu anlara göre oldukça sakin sayılırdı. "Sadece sigara içmiyorsun anlaşılan?" dedi ondaki bu garipliğin nedenini az buçuk tahmin ettiğinde.

Cevap vermemişti. Denizi izliyordu serseri olan. Yorgundu. Çok yorulmuştu. Aylardır doğru dürüst uyuduğu yoktu. Ya gece kulübünde ya da sokaklarda sabahlıyordu. Evde durmuyordu. Duramıyordu. Duvarlar üstüne üstüne geliyor, evdeki sessizlik neredeyse çıldırmasına neden oluyordu. Mahalleye dahi sığamıyordu. Şöyle en az on yıl uykuya ve hiç uyanmamaya ihtiyacı vardı.

Onur da elindeki sigarayı yakmayı başarmıştı. Konuşmadan önce sadece küçük bir dumanı çekmiş ama ciğerlerine göndermeden ağzından geri bırakmıştı. "Özge seni seviyor." diye başladı söze biraz sessizliğin ardından. "Yanında olmak istiyor hep, senin için endişeleniyor. Yani, bilmiyorum. Biz de konuşmuyoruz artık pek. Ama o kız seni seviyor. Belki de yaralarını sarmasına izin vermelisin. Uzattığı elini tutup seni ayağa kaldırmasına izin vermelisin."

Kumral olan sigarasından derin bir nefes çekmiş, diğer eliyle başını tutarken çocuğun söylediklerine sinirlendiğini hissetti. Ama uyuşuk bedeni ve gittikçe güzelleşen kafası tam sinirlenmesine de izin vermiyordu. Bu yüzden ses tonu sert değildi söylediklerinin aksine. "Bana martaval okuma. Bugün beni sever, yarın senin abini. Dizi değil, masal değil sizin sandığınız gibi aşklar..." Kendi söylediğine kendisi kısaca güldü, neye güldüğünü o da bilmiyordu aslında. Kaşlarını çattı ve tekrar ciddileşti. Aklına doluşan tatsız anılar hızlıca döndü kafasının içinde. "Bitmez deme, bitiyor. Hem de öyle bir bitiyor ki. Çocuğunu bile hiçe sayabiliyor sonra... O da çok seviyordu, ne oldu? Okudum ben o mektubu. Ben öyle hikayelerin sonunu çoktan okudum. Özge de abinle dans ediyordu göz göze, sonra gülüşmeler... Belki de hepsi aynıdır. Senden daha iyisini bulana kadardır aşk da..."

"Yanılıyorsun, sen sadece ayağını yerden kesecek ve sana bu lafları yedirecek kızla henüz tanışma-" Onur, bu arada sigaradan çektiği bir nefesi ciğerlerine göndermiş fakat ciğerlerinde yer edinen dumanla anında şiddetli bir tıkanma yaşamıştı. Güçlü bir öksürük sesi yankılandı sahilde. Sonra bir daha... Sonra bir daha...

Ciğerlerinden boğazına kadar yakıcı ateşler yükseliyordu, kendi eliyle boğazını kavrayıp kuru öksürüklerine devam ettiğinde Ilgaz ona dönmüş, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. "Anladık, arada da içmiyorsun da ilk içenler de bu kadar öksürmüyor, ne yapıyorsun sen sahil ayağa kalktı. "

Çocuk öksürükleri ile baş etmeye çalışırken elini, bilek kısımlarını dirseklerine kadar kıvırdığı kapüşonlusunun cebine attı ve Ilgaz'ın ne olduğunu ancak burnu ve ağzının üzerine götürdüğünde anladığı hava spreyini çıkardı. Siyah saçlı, birkaç derin havayı ciğerlerine gönderdi, hala kesik kesik öksürüklerine devam ediyordu. "Şşt, bana bak. Ne oluyor? Kafayı mı yiyorum lan? Siktiğimin otu kafa bırakmadı. Piç Aksoy!" Kendi kendine söylenmeyi bırakıp bir iki kez çocuğun sırtına vurdu. "Şşt, ölüp başıma kalma bir de. Benden bilir herkes. Ses versene, iyi misin?!"

"İ- iyi- iyiyim." Konuşurken birkaç kez daha öksürdü. "Astımım var sadece." dedi elindeki şeyi artık gördüğü için. Eh, daha fazlasını da bilmesine gerek yoktu. Ilgaz onun biraz daha iyi olduğuna ikna olana dek yüzüne baktı, sonra elinin sırtında durduğunu fark ettiğinde hızlıca çekti elini. Kafası cidden yerinde değildi. Yoksa o çocuğa bir an merhamet duymaya başlamasının imkanı yoktu. Hızlıca önüne döndü. Ağırlaşan göz kapaklarını açıp kapadı bir iki kez. Belki de bu gördüklerinin hepsi rüyaydı. Yerinden kımıldayacak hali yoktu, anlaşılan bu gece burada sabahlayacaktı.

Fakat Onur'un, Ilgaz'ın başka bir şeyler kullandığını anladığı vakit Alexander'a mesaj attığını bilmiyordu. "Ilgaz, ot ya da uyuşturucu gibi bir şeyler kullanmış sanırım. Arkadaşlarından birini yolla da onu alsın. Sahildeyiz, çimlik alanda."

Beklendiği gibi Alexander'ın bahsettiği iri yapılı, gerçekten dediği kadar uzun boylu olan siyah gömlek ve siyah pantolon giyinmiş adam büyük adımlarla yanlarına yaklaşırken surat ifadesi uzaktan bile fark edilecek kadar sertti. Onur'un öksürükleri az da olsa kontrole girdiğinde bankta doğruldu. Bankın diğer ucundaki, gözlerini çarşaf gibi görünen karanlık denize dikmiş, yarı yarıya kapanmış gözleriyle öylece denizi izleyen Ilgaz'a döndü. "Her şey için özür dilerim, Ilgaz. Sana yardım edemediğim için üzgünüm. Ama konuşursam... Başka birinin daha ölmesine neden olacaktım. Bu hayattaki en sevdiğim kişinin... Yapamazdım, anla beni. O hiçbir şeyden haberi olmayan, bunlarla hiçbir alakası olmayan masum bir kız."

Ilgaz, daha sonra bunları hatırlamayacaktı. Demek babası için istediği adalet bir başkası için feda edilmişti, öyle mi? Biten sigarasını çoktan yere atmasına rağmen ayakkabısıyla tekrar sigaranın üzerine bastırdı, elleri dizlerindeydi. "Yani sen bir kıza aşıksın, senin deyiminle şu ayağını yerden kesen kişiyle tanışmışsın. Ve ben o kıza bir şey olmasın diye, kıçımın üstüne oturayım, öyle mi? Çenemi kapayayım, neticede ölen babam değildi. Bu mu yani? Bir de anlamamı istiyorsun seni? Beni kim anlayacak?"

"Şu an anlamayacağını biliyorum. Bir gün kanından canından olmayan birini, kendini unutacak kadar, uğrunda kendinden vazgeçecek kadar çok seversen şayet, o gün anlarsın beni. Öyle bir tercih yapmak zorunda kaldığında, ancak o zaman aklına düşer bu söylediklerim. Affedersen de ancak o zaman affedersin beni." Yanlarına gelen Doruk, Küçük Atahan'ın son dediklerine şahit olmuştu. Geniş, büyük ellerini açıp kapadı, gerilmiş olan boynunu kütletti. Tek bir yumruğuyla şu soysuz veleti yerin dibine sokmak istiyordu. Ki yapardı da. "Eceline mi susadın lan dönek?" Omzundan ittirip gözüyle ne iş dercesine baktı çocuğun yüzüne. "Ne dönüyor burada? Neyin edebiyatı oğlum bu?! Gördün kuzu gibi sakin çocuk, beynini mi yıkayayım dedin? Sizi aile boyu kurnaz orospu çocukları sizi! Seni var ya..." Çocuğun kapüşonlusunun yakasını kavradığında Ilgaz bağırdı. "Bırak gitsin, Doruk."

"Ilgaz, bu yüzsüz elini kolunu sallayarak bizim mekana giriyor. Yetmiyor seni çağırıyor, burada sana laf salatası yapıyor. Oh, sen de oturmuş kuzu gibi dinliyorsun! Oldu olacak çay kahve de içseydin mahkemede döneklik yapan bu herifle! Bir şeyler çektin yine, değil mi? Yok, bundan önce seni bir sağlam silkelemek lazım. Anca kendine gelirsin!" Doruk, çocuğu sertçe geri bıraktığında Onur hafifçe sendeledi. Parlak mavi gözlerini onun üzerinde tiksinircesine gezdirdi cüsseli olan. Sakinleşmeye çalıştı, yoksa elinden bir kaza çıkacaktı. "Defol, git hadi." dedi. "Başımı belaya sokma benim gece gece." Öfkeyle burnundan solumuş, ardından bankta hemen Ilgaz'ın yanına oturmuş ona bağırıp çağırmaya devam etmişti.

Onur, elinden geldiğinde elleri cebinde oradan uzaklaştı. Solukları hala çok hızlıydı ve içtiği sigaradan dolayı ciğerleri hala acıyordu. Artık iyice uzaklaştığında bir ağacın yanında durdu, biraz soluklandı. O an... Başını arkaya çevirip oldukça uzakta kalan ve minik figürler gibi görünen Doruk ve Ilgaz'a baktı. En azından Ilgaz'ın gerçekten dostları vardı. Yüzünde buruk bir tebessüm oluştu. Oradan uzaklaşırken geriye görmesi gereken birkaç kişi daha kalmıştı.

***

15 Haziran

Güneşli bir gündü o gün. Bulutsuzdu hava, berrak havanın tesiriyle sokaklarda şakıyan çocuklarla doluydu etraf. Onların neşeleri yanlarından geçen insanlara da bulaşıyordu. Parklar, sahilin dört bir yanı, halk bahçeleri çocuklarla ve onların ebeveynleriyle dolup taşmıştı. Herkes başkalarının hayatından habersiz, kendi hayatındaki sorunları kısa bir zaman da olsa unutuyor, gerçekten gelen yazın keyfini çıkarıyordu. Ilık bir meltemdi esen. Huzur vuruyordu insanların yüzüne. İnsanlar, sevdikleriydi. Sevdikleri ile... Bir erkek çocuğu tam düşecekken babası tarafından belinden kavranmış ve tatlı bir azarlanmanın eşliğinde saçlarının arasına öpücük kondurulmuştu. "Önüne bakıp da yürüsene oğlum,"

Onur çocukları hep sevmişti, o yüzden saatlerce parklarda, sahilde, çarşıda dolaşmış onları izlemişti. Onların neşeleriyle gülmüş, onların ufak mutluluklarıyla mutlu olmuştu. Hiçbir zaman bir baba olamayacağını bilmek acıttı kısacık bir süre ama sonra düşünmedi bunu. Bugün artık bir yarını olmayacağını düşünmeyecekti.

Şirkete gelmeden önce şirketlerinin eski stajyer avukatı olan Derya Ablası'nın hukuk bürosuna gitmiş, onu ziyaret etmişti. Ara sıra onunla görüşürdü, ondaki yeri daima ayrıydı. Onunla konuşacaklarını konuştuktan sonra şirkete, Ece'yi görmeye geldi. "Hey, yakışıklı! Şirketin yolunu unuttun sanıyordum. Ne işin var burada?" Ece, siyah deri sandalyesinden ayağa kalktı. Onur'u görünce bembeyaz dişleri görünecek kadar gülümsemişti. Aralarındaki iletişim her zaman samimi olmuştu. Ece, küçük olana daima güler yüzle ve kimseye göstermediği sıcak bir şefkatle yaklaşmıştı.

Masanın biraz önünde Ece, siyahlar içindeki bedene kısaca sarıldı, ardından çocuğun daha da zayıflamış olan yüzünden ufak bir makas aldı. Zayıfladığına dair bir şey söylemedi, neticede hastalığının boyutlarını ve her şeyi biliyordu. "Biliyorsun, yarın Murat ile Amerika'ya gidiyoruz. Gitmeden Ece Abla'mı görmesem olmazdı."

"Aah, beni hep yaşlı hissettiriyorsun! Aramızda sadece 5 yaş var." Tam aksine ona böyle hitap etmesinden hoşlanıyordu. Kardeşi yoktu, bir aile ortamında büyümemişti. Stevan ve Alexander ile büyümüş, dolayısıyla Stevan'a karşı her zaman kardeşlikten de öte bir bağ ile bağlanmıştı. Her ne kadar o Stevan'dan daha olgun bir karaktere sahip olsa da Stevan ondan birkaç yaş daha büyüktü. Alexander ile ise araları çocukken daha iyiydi. Erken gençlik zamanlarında bir dönem sevgili olmuştular, ikisinin de duygusal baktığı bir ilişki değildi. Daha çok tensel bir birliktelikti. Ayrılıp dost kalmaya devam etseler de hiçbir zaman eskiden olduğu gibi yakın olamamışlardı. Bu yüzden küçük bir kardeşe sahip olmanın ne demek olduğunu hiç bilmemiş, ona bunu hissettiren Onur Atahan'a karşı her zaman bir abla gibi sevgi duymuştu.

Bir süre kısa bir sohbet etmişler, ağabeyini çekiştirmişler ve sonra da konu dönüp dolaşıp Amerika mevzusuna gelmişti. Herkes öyle sanıyordu. Ağabeyiyle birlikte tedavi için o acı verici süreçlere katlanacağını, abisinin teklifini kabul ettiğini, yeni bir başlangıç yapacağına inanıyorlardı. Ece her ne kadar belli etmemeye çalışsa da endişeliydi. Tedavi sırasında, hastanede de hayata gözlerini yuman hasta vakaları duymuştu. Murat ile günlerce tedavi hakkında araştırmalar yapmışlar, bir sürü yabancı doktorlarla iletişim kurmuşlardı.

"Görüntülü konuşacağız, küçük. Hiç kurtuluşun yok ha benden. Eh, Murat da seninle gidip şirketi bana emanet ettiğine göre karşındaki Atahan Holding'in patroniçesine saygı duymak zorundasın." İkisi de aynı anda Ece'nin söylediklerine güldüler. Güldüler ama buruk bir gülüştü bu. Onur'un sonrasında boğazına bir yumru oturdu. Tutmak istedi kendini, iyi olduğunu gösteren maskeyi tutmak istedi yüzünde. Zordu ama... Kolay diyemez kimse, çok zordu. Düğüm düğüm oldu boğazında söyleyecekleri. Yüreği çırpındı. "Ece Abla yerin bende ayrı oldu, her zaman. Daha çocuk sayılırdım, seni babamların yanında gördüğümde. Babama güvenmem, ağabeyime güvenmem ama sana güvenirim..."

"Ne oluyoruz Onur?"dedi Ece aniden dikleşip. Konunun gideceği yeri beğenmemişti. Duygusal bir veda istemiyordu. Hayır, hayır asla bir veda ve bu tür saçma konuşmalar istemiyordu. "Sözümü kesme, lütfen. Senden iki şey isteyeceğim... İlki her ne olursa olsun Murat'a göz kulak ol. Tamamen babama dönüşmesine izin verme..."

"Onur! Ye-"

"Lütfen dedim ama..." diyerek çatlamış sesini düzeltmek için öksürdü. "Şu hayatta ne olacağını bilmiyoruz. O yüzden söylüyorum. Ne olur ne olmaz diye. Gidip de dönememek de var demişler. Yalan değil ki. Benim için değil sadece... Kimse için ne olacağını bilemeyiz. Evet, aramız hiç iyi olmadı. Benden nefret etti, asla sevme-"

Ece tekrar onun sözünü kesti aceleyle. "Seni seviyor, aptal. Durumun kötüleşti, diye gece gündüz doktorların kapısında yatacaktı artık. Abini benden iyi tanıman lazım. O sevdiğini söyleyecek ifade edecek biri değil. O senden de daha aptal çünkü. Şaka gibi, hepiniz aptalsınız."

Uzun bir süre sessizlik oldu. Ta ki Onur, dün gece tamamladığı mektubu cebinden çıkarana dek... Masanın üzerine koyup parmağıyla Ece'nin önüne ittirdi mektubu. Ece, büyük bir tereddüt içinde aldı eline. Şaşkındı, sinirliydi, huzursuzdu. Üzerindeki yazıyı okuduğu mektubun ardından bakışlarını karşısında oturmuş çocuğa dikmişti.

'Kalbimin gerçek sahibi, Arya Karayel'e...'

***

"Asi kız, şimdi derin bir nefes al ve bana bir söz ver. Ağlamayacaksın. Ağlaman için değil, anlaman için yazıyorum bunları. Ama bir yandan da düşünüyorum. Bir mektuba bir ömür sığar mı?" Bir mektuba sığamadı, sığamazdı söyleyecekleri. 19 yılına, kısacık ömrüne sığdırdığı onca acı ufacık bir kağıda sığamazdı. Kim sığdırabilirdi ki?

"Aslında kelebeğin hikâyesi bir kâğıda sığamayacak kadar uzun değildir, bilirsin." Kısacık ömre sahip acı dolu bir kelebek... Ama bilmiyor musun çocuk, kelebekler her daim güzeldir.

"Benimki de öyle. Öyle uzun soluklu bir hikâyem yok. Ardımda bırakacağım ve benim için gözyaşı dökecek kimse yok diye düşündüğümde aklıma gelen güzel yeşillerini hatırladığımdan beri bu mektubu yazma gayretindeyim." Yazmak çok zor oldu... Kendi intihar mektubunu yazmak ve kendi yazdıklarına ağlamak... Bir kelebeğin kendi vedasına ağlaması. İçi içi yana ağlaması ama... Bilmeyecek kimse, sona bile bile yürümenin acısını. Onlar ancak her şey bittiğinde bir şeyler söyleyecekler.

"Bunu okurken muhtemelen diyeceksin, keşke bunları yüzüme bakarak söyleme cesaretin olsaydı diye. Ama gözlerine bakarak söyleseydim, gidemezdim ki. Kalmak için, savaşmak için ikna ederdin beni." Sen zannedersin kalan yanar sadece ama giden de yandı bu hikâyede. Gidenlerin canı da yandı kalanlar için. Yakmak ve yanmak... Sahip oldukları son gecede, son anlarında, son olduğunu bile bile üstelik, kızın yeşil gözlerine baktı. Kollarında tuttu onu. Dans etti onunla, onun mezuniyet balosunda. Ona son hediyesi, son bir danstı. Hâlbuki silmiyor ki kaybetmenin acısını sona ait olan hiçbir şey... Bu hem yanmak feryat figan, hem de yakmak cayır cayır.

"Sen bana öyle çaresizce bakarken ve kalmamı isterken gözlerinin içine bakıp 'İnan ki çok yoruldum, Arya. İzin ver de gideyim' nasıl diyebilirdim?" İnan ki denedim, Arya, demişti o gece. Arya sanmıştı ki onu sevmeyi denedi ama olmadı. Hep hatırladı, o cümleyi, hep hatırladı. Ama bu cümle 19 yılını içine sığdırabileceği tek bir cümle olabilirdi belki de Onur için. Belki bir özürdü, Arya'ya. Belki bir sitemdi, hayata, yaşadıklarına. Denersin, düşersin yine denersin, savrulursun yeniden denersin, yıkılırsın tekrar ayağa kalkar tekrar denersin. Bu hep böyledir ömrün boyunca. Kaç kişi sahiden yaşıyor ki?

"Yapamayacağımı biliyorum, şayet ki elimi tutarsan gidebilme cesaretini kendimde bulamayacağım. O yüzden benden nefret et istedim. Nefret edersen, elimi tutmayı bırakacaktın. Sen benden umudunu kestiğinde, anca öyle gidebilecektim." Ellerini de tuttu, o gece o kızın. Dudağından son kez öptü. Kızın ıslak ve şaşkın bakışlarına karşılık, "Bilirim, o gece söylediğim gibi denemem gerekmez. Bir yalancıyım ben." Demişti. "Dudakların güzel, sıcak... Bir arkadaşa ait olamayacak kadar..." Arya öyle afallamış vaziyetteydi ki o gideceğini söylediğinden beri tüm bedeni de beyni de uyuşmuyordu. Kalbi sancıyordu. Öleceğini zannedecek kadar çok hem de.

"Seni seviyorum, Arya. Sen benim sustuğum kelimelerden de öte, sesimdin. Hiç gösteremediğim asi yanımdın bir yandan. Ben sadece senin yanında çocuk oldum. Sadece seni bildim, seni gördüm. Neden söyleyemedin deme. Ama biliyorum diyeceksin, boşuna asi kız demezdim sana. Ama söyleyemezdim, Arya. Sonunu bile bile diyemedim işte. Sana vereceğim bir geleceğim yoktu, sana vereceğim hiçbir şey yoktu. Ben sadece benim sesimle hatırlayacağın ve bu yüzden hiç unutmayacağın sözler bırakmak istemedim sana. Tutamayacağım sözler vermek istemedim. Senin gözünün önünde yok olup gitmeyi, ciğerlerim artık beni tamamen nefes aldırmayacak hale gelene kadar başucumda benim için ağlayıp tekrar en sevdiğini aldı diye Tanrı'ya küsmeni istemedim. En azından arkamdan kendi istedi, ölmeyi o seçti deyip bana olan nefretine tutunabileceksin. Ben de bir kez olsun, sadece bir kez olsun bari bana ait bir şeyi, tek bir şeyi... En azından ölümümü kendim seçeyim istedim. Sana hep derdim ya... Tek seferde, acısız bir ölüm. En azından ölürken bunu istiyorum, bunu bil. Bunu bil ve bu şekilde gitmenin beni diğer türlüsüne göre daha huzurlu yaptığına emin ol. Kızma bana, olur mu? Uzun bir ömrüm olmayacaktı, kalan günlerim son derece acı içinde geçecekti. En azından ölürken hayata kafa tutmak istedim. Bir yanım hep çocuk, bir yanım hala kaybedenin ben olduğumu kabullenmiyor. Ağlama benim için. Ne bileyim, uzakta hayal et beni. Huzurlu bir yerde, sadece güneş olan bir salıncakta sallandığımı düşün. Erik ağaçlarına kurulmuş bir salıncak... Senin çok sevdiğin erik ağaçlarına. Ben limonata içiyorum, ekşi bir tat var damağımda. Ama güzel bir ekşi... Tıpkı sana baktığımda kalbimde daima oluşan o his gibi... Ara sıra benim için limonata iç mesela. Sabahattin Ali'yi oku. Sana verdiğim Kürk Mantolu Madonna'yı umarım saklıyorsundur hala. Ne bileyim, güzel hatırla işte beni. Sev. Sevmekten korkma. Asi kız, biliyorsun sadece sevmek dünyayı güzelleştiriyor. Ki her şey tahmin ettiğim gibi gerçekleştiyse, bu mektubu Ece senin sevdiğin ve seni seven adama vermiş demektir... O adam için de zor. Ama sevmek fedakarlık, çok sevmek ise büyük fedakarlık... Bu mektubu sana verebilecek kadar seni seviyorsa, benim gözüm arkada değil. Ona tutun, bırakma. Sana nasıl sevileceğini söyleyemem, bilirim sen herkesten güzel seversin. Ben uzakta bir yerde mutluyum, sen de mutluysan. Böyle bil. Annesine kavuşacak güleç yüzlü bir çocuğum. Ona senden bahsedeceğim. Ruh eşimden... Hep kendin olarak kal... Seni sadece sen olduğun için sevenlerle birlikte. Ve beni affet, olur mu? Merak etme, vedaları sevmediğini biliyorum. O yüzden yapmayacağım bunu. Hem bu mektubu ne zaman okuyorsun onu bile bilmiyorum. Sadece... Bilinmezlik olarak kalsın bu. Bir şairin şiirinde yazdığı gibi, 'Belki de bir gün yeniden karşılaşırız, olmaz mı?'

***

-Çoooook uzun bir bölümdü. Lütfen düşüncelerinizi belirtin. Ne düşünüyorsunuz?

Çok bir şey söyleyemeyeceğim, son kısımlarda ağladım, koy verdim biraz kendimi de ondan. Bölüm intihar eden bir karakterin nedenlerini ve merak ettiğimiz soruların cevaplarını almak adına yazıldı. Başka yerlere çekilmesin, özendirme vs. İntihar bir çözüm yolu değildir, duygudurum bozuklukları ve ruhsal bozukluklar hafife alınmamalı, destek alınmalıdır. Ayrıca kendinize değerli olduğunuzu daima hatırlatın. "Ben değerliyim, ben sadece ben olduğum için." değerliyim diyin kendinize. Başkaları için değil, kendiniz için yaşıyorsunuz bu hayatı. Psikolojik danışmanınız söylüyor bunu lütfeeen :) Şimdilik, iyi geceler diliyorum. Seviliyorsunuz, kuzular.

Bu gül senin için, Onur Atahan🌹

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro