52. BÖLÜM (PART 2): "DARMADAĞIN"
Bölüm şarkıları: Yüzyüzeyken Konuşuruz | Uykusuz ve Dengesiz
Perdenin Ardındakiler | Kendime
Multi: Görüyorsunuz anlatmaya gerek yok ^-^
Yahu, yorum yapanları yemiyorum 😂 Niye korkuyorsunuz yorum yapmaktan bu kadar? Zaten bir daha isteseniz de yorum yapacağınız bölüm olmayacak. Burada benimle kaç kişi kaldı bilmiyorum ama kalanlar bir varlığını belli etsin ve bu bölüm diğer bölümlere nazaran daha fazla yorum yapsın. Haydi asilerim, söz sizde😻
Ha unutmadan, bölüm ilahi bakış açısıyla yazıldı...
52. BÖLÜM (PART 2): "DARMADAĞIN"
26 Haziran
Genç adam, apartman kapısının yan tarafındaki duvara bir dizini kıracak şekilde yaslanmış, ağırlaşmış göz kapaklarının izin verdiği ölçüde ifadesizce sokağı izliyordu. Kalın dudaklarının arasında her zamanki gibi sigarası yerleşmişti, sol elindeki siyah zipponun kapağını bir açıyor bir geri kapıyordu. Apartmana girip çıkan mahallenin genç kızlarının dikkatini çekmemesi imkânsızdı. Geniş omuzlarını saran sıradan siyah bir tişört içinde gerilmiş kol kasları, sık ve gür kirpiklerinin altındaki can alıcı kahveler, sert yüz hatlarına yakışan kirli sakallar ve sigarayı tutan damarlı ellerindeki uzun parmaklar...
Dikkaya ailesinin dairesindeki mevlüde geç de olsa görünmek için giden iki liseli kızdan esmer olanı yaklaşık 3-4 metre ilerisindeki Yunan heykellerinin yanında halt ettiği adama göz ucuyla bakarken bir iç geçirdi. Arkadaşına doğru fısıldadı. "Bu adam bazen cidden gerçek mi diye düşünüyorum. Her gördüğümde pat küt düşüyorum adama."
Yanındaki arkadaşının tek derdi ise acıkan karnıydı. Az sonra dağıtılacak pilav ayran kısmını bekliyordu, eh bir miktar da üzgün sayılırdı. Orhan Amca'yı herkes gibi o da severdi. Çok hoş sohbet, sevecen, güler yüzlü bir adamdı. Bir suikasta kurban gitmesi tüm mahalleli gibi onun ailesini de günlerce üzmüştü. Mahalleli olarak toplanıp Atahanlar'ı da bu suikastı da protesto etmişlerdi lakin neye yarardı? Orhan Dikkaya geri gelmemişti ve bugün ölümünün kırkıncı günü dolmuştu bile.
Arkadaşının bahsettiği mahallenin yakışıklı ve karizmatik serserisine bakarken bıkkın bir ifadeyle alnındaki saçlara üfledi. "Evet, anladık adam fena yakışıklı. Hayallerini yüzüncü kez yıkacağım ama şu Arya denilen kızla sevgili olduğunu sen de biliyorsun. Hadi ama o kız varken adam bizim gibi liseli ergenlere mi bakacaktı?"
"Yani..." diye mırın kırın etti genç kız apartman kapısından içeriye girerken. "Arya Abla da güzel kızdı şimdi. Ama bana ayrıldılar gibi geliyor. İnstagramda ikisinin üç fotoğrafı vardı, üçünü de kaldırmış. Eh ortalıklarda da yok günlerdir. Baksana, Ilgaz... Yani Ilgaz Abi'nin morali bozuk gibiydi."
"Cidden mi?" diyerek asansörün düğmesine bastı arkadaşı. "Ilgaz Abi'yi bildim bileli hep böyle sert ve ifadesiz baktığı için ben bir ayrım göremedim." Ardından iki kız da birbirine bakıp gülüştüler. O sırada asansörün kapısı açıldı ve içeriden kucağında sürekli konuşan sevimli bir kızla Ilgaz'ın yakın arkadaşı Mete çıktı. "Selam kızlar, bu neşe ne?" diyerek dilini kınarcasına şaklattı. "Ayıp ayıp, Doruk görmesin sizi. Babasının mevlüdü okunuyor yukarıda siz burada kikir kikir. Mete Yakut bugün gülmüyorsa, başka kimse gülemez!"
İki kız da mahcupça duraksayıp başlarını eğdiler. "Haklısın Mete Abi. Nesrin Teyze'lere çıkıyorduk biz de."
"Hadi naş naş. Böyle asık kalsın suratınız, aferin." Kızlar asansöre bindikten sonra Mete'nin kucağındaki küçük kız, Mete'nin saçlarını dağıtıp onun ilgisini çekmeye çalıştı. "Kikir kikir ne demek ki? Ayıp bir şey mi?"
"Oof," diye sesli bir nefes bıraktı Mete. "Sen sürekli kik kik gülüyorsun ya o demek işte. Böyle mevlütlerde cenazelerde, gülmek ayıp bir şeydir. Annem babam hiç mi bir şey öğretmiyorlar sana? Kırkından sonra çocuk yaparlarsa olacağı buydu. Şuna bak, ben ustalık eseri, sen kalfalık eserisin resmen."
Küçük kız iri gözleri kısıp kaşlarını çattı. "Kalfalık ne demek bilmiyorum ama kötü bir şey dedin bana. Seni babama söyleyeceğim." Dudağını büzüp ağabeyinin saçlarını bozmaya devam ettiğinde Mete tek eliyle kızın saçlarındaki elini ittirmeye çalışıyordu. "Bana bak velet, atarım şimdi seni kucağımdan aşağıya." Küçük kızı kucağından aşağıya bırakır gibi yaptığında sokağı kardeşinin kahkahalarla karışık çığlıkları doldurdu.
Ilgaz, yaslandığı duvardan doğrulup yavaş hareketlerle neredeyse bitmekte olan sigarayı yere attı ve sol ayağının ucuyla söndürürken göz ucuyla birkaç metre ilerisindeki arkadaşına baktı. "Senden sadece tek bir gün gürültü çıkarmamanı istemiştim."
"Sesi çıkan ben değilim kucağımdaki bu cadı!" diye sesli bir şekilde sitem etmişti Mete. Hayat bazen gerçekten onu yoruyordu. Cidden. Henüz 24 yaşındaydı. Daha göreceği birçok şehir, ülke vardı. Katılacağı bir sürü adrenalin dolu doğa etkinlikleri, tabi ki tanışacağı bir sürü de güzel kadın...
Şu yaşına kadar hayatta her sorun için bir çıkış olduğuna inanmıştı. Oldukça zengin sayılabilecek bir adamın oğluyken, babasının iflasıyla hayat düzenleri bir anda değişmiş ve babasının sadece bir gecede çöktüğüne şahit olmuştu. Babasının toparlanması için birkaç yılın geçmesi gerekmişti. Babasının bu iflası, itibarını kaybetmesini ve artık eskisi kadar zengin olamamasını hala sorun ettiğini biliyordu. Fakat Mete için bu da üstesinden gelinmeyecek bir sorun olmamıştı. O yaşamayı her şekilde seviyordu. Eskisi kadar varlıklı, zengin olamasa da. Tamam, kabul, Lamborghini'sini satmak zorunda kaldığı akşam babasına sarılarak arabam diyerek böğüre böğüre ağlamış, adamı daha da üzmüştü. Fakat üstesinden gelmişti. Altında yine orta standartlarda bir Mercedes vardı, kızları evine bırakabilecek bir arabası olduğu sürece bu da büyük bir sıkıntı sayılmazdı. Ah, evet ne kadar onları kısa sürede terketse de Mete gerçekten centilmen bir erkekti.
Keyifle yaptığı bir işi vardı. Sonuçta sporla, sağlıkla ilgili her şey onun hayat standardına uyuyordu. Son yıllarda babasının hali içten içe onu üzse de iyi denilebilecek aile ilişkileri vardı. Evet, annesinin ona ciddi bir ilişkiye başla diyerek kafasını yemediği zamanlarda tabi. Üniversiteye başlayacağı yaz bir kardeşi olması gerçeğinin de bir şekilde üstesinden gelmişti. Bir şekilde... İki ay kadar bir süre annesi ve babasıyla konuşmadığı o süreci kafasında es geçiyordu sanırım. Babasına söylediği o hakaretleri de...
"43 yaşından sonra utanmadın mı be adam?! Annemle 20 yıllık evliliğinizden sıkıldınız da hadi bir değişiklik yapalım, Mete'nin yüreğine mi indirelim dediniz! Yaşından utanmıyorsan, boyunu aşmış reşit olmuş çocuğundan utan! Takıldığım kızlardan biri çıkıp hamileyim deyip kucağına torun verse dede olacak yaştasın! Reziller! Aynı evde yüz yüze bakıyoruz, insanın yüzü kızarır be!" Evini ayırması da o yıl olmuştu zaten. Özgürlüğüne düşkün biriydi, bu ayrılık elbet yaşanacaktı fakat baş belası bebek işleri biraz hızlandırmıştı.
Tek tesellisi kardeşinin erkek değil, kız olmasıydı. Sonuçta yerine gelecek bir rakibi asla kabullenemezdi. Hele ki 18 yıldan sonra... Üzerinden 6 yıl geçse de hala bu ağabeyliği tam kabullendiği de söylenemezdi. Hayatı boyunca hiçbir kızın elinde, bu veletin elinde olduğu kadar oyuncak olmamıştı be. Hanımefendi mevlütün ortasında annesine fındıklı çikolata istiyorum diye tutturmuştu. Uşak olarak da her zamanki gibi Mete'yi arayıp aşağıdan yukarı gelmesi için çağırmıştı annesi. Küçük hanımın isteklerini yerine getirmek için markete gidiyorlardı. Yetmezmiş gibi en yakın arkadaşı tarafından yine azarlanmıştı. 9 yıldır bu herif tarafından azarlanmaktan elbette bıkmıştı fakat neye alındığını bile beş dakika sonra unutan biri olduğu için Ilgaz'ın suratsızlığı aralarında yıllardır pek sorun olmamıştı.
Şu zamana kadar bir tek Arya meselesinde kavga etmişlerdi. Hadi ama Arya ile flört ederken Ilgaz'ın, Arya'dan hoşlandığını nereden bilebilirdi ki? Adamın yüz ifadesinden de hareketlerinden de bir şey anlaşılmıyordu. Ilgaz'ın son ciddi ilişkisi Özge ile olmuştu. Ki o da ayrılmalar ve barışmalardan oluşan uzatmalı bir ilişki gibiydi. Arkadaşı kendi gibi çapkın sayılmazdı, kadın ruhundan anladığı da pek söylenemezdi. Onun ilkokullu çocuklar gibi hoşlandığa kıza sataşarak, gıcık ederek yürüyeceğini tahmin etmesi için müneccim falan olması lazımdı. Çünkü Ilgaz Ateşoğlu tanıdığı bu 9 yıl boyunca duyguları, geçmişi konusunda kapalı bir kutu olmuştu.
Arya'ya âşık olduğunda bunu kendine itiraf etmesi dahi zorken birileriyle paylaşmamak tam ondan beklenilecek bir davranıştı. Tıpkı, Arya'nın onu terk etmesinin ardından günlerdir daha da içine kapanması gibi.
"Her neyse," diyerek omuz silkti Ilgaz ve ilgisizce karşısındaki apartmana çevirdi bakışlarını. Fazlasıyla yorgun görünüyordu. Gözlerinin altında koyu renk halkalar oluşmuştu son birkaç gündür. Evet, Ilgaz normalde de fazla uyuyan biri değildi ama neredeyse hiç uyumamak ve son günlerde alkole olan düşkünlüğü onu epey etkilemişti.
"İyi görünmüyorsun." Mete başka ne diyeceğini bilememişti. Ne diyeceğini bilemediği durumları nadir yaşardı aslında. Her zaman söyleyecek bir şeyleri olurdu. Ama aşk acısı? O iki kelimenin birleştirdiği anlam ona gerçekten uzaktı. İyi ki de uzaktı. Aşk insanı bu hallere düşürecekse hiç âşık olmadığı için yatıp kalkıp şükretmeliydi. Çünkü böyle huysuz huysuz ortalarda gezinmek ona göre değildi. Ilgaz'ın aksine yaşamayı seviyordu.
"Biliyorum," diye kestirip attı Ilgaz. Mete'nin küçük kız kardeşi ağabeyinin kucağında sessizce beklerken olan biteni anlamaya çalışmıştı. Dudaklarını büzdü ve Ilgaz Abi'sinin neşesini yerine getirmek için ona şirin şirin bakmaya başladı. "Ilgaz Abi, biliyor musun? Doğum günüme çok az kaldı. Babam bana yavru köpek alacak, söz verdi." Ardından neşeyle ellerini çırptı. "Beyaz, yumuş yumuş tüyleri var. Gözleri de böyle!" diyerek gözlerini irice açtı ve kafasını yavaş yavaş sağa sola salladı.
Ilgaz'ın dudaklarında ufak bir tebessüm meydana geldi. Daha önce kimseye söylemese de Ilgaz kız çocuklarını çok severdi. Eğer bir kardeşi olsaydı, kesinlikle ondan ufak bir kız kardeşi olması onu mutlu ederdi. Tek çocuk olmak ailenin göz bebeği olmak açısından avantaj gibi görülebilirdi ama Ilgaz daha çok dezavantajlarını yaşamıştı. Yaşadığı onca şeyden sonra tutunabileceği bir kardeşi olsa belki her şey onun için daha kolay olurdu. Aynı acıları yaşadıkları için muhtemelen kardeşiyle birbirlerini daha iyi anlarlardı.
Babası ikinci bir çocuk istese de annesi, uzun yıllar bu fikre sıcak bakmamıştı. Ilgaz, on üç yaşındayken annesi ve babasının arasında geçen bir tartışmada annesinin hamile olduğuna kulak misafiri olmuştu. Anladığı kadarıyla, annesi hamile olduğunu eşinden saklamış, habersizce çocuğu aldırmak istemişti. Babası karşı çıkınca araları daha da açılmıştı. Annesinin ani intiharına kadar da bebeği aldırmak konusunda kararlı olduğunu biliyordu. Aniden onu hatırlayınca huzursuzca silkelendi.
Yüzüne inandırıcı olmasını umduğu bir gülümseme yerleştirirken küçük kıza doğru yürüdü. Kızın başına ufak bir öpücük kondurup ardından saçlarını karıştırdı. "Peki, doğum gününde ben sana ne alsam mutlu olursun?"
Mete en yakın arkadaşı ve kardeşine bakarken gözlerini devirdi. "Aşk olsun Ilgaz, 9 yıllık hukukumuz var. Bana hiçbir doğum günü öncesi böyle bir soru sormadın." Sonra sahte bir şaşkınlıkla gözlerini açtı. "Sahi unutmuşum, bırak sormayı hediye bile almıyorsun. Hadi eskiden zengindim, şu birkaç senedir neden almıyorsun lan?"
Ilgaz, hep yaptığı gibi yine Mete'nin saçmalıklarını kale almadı, kardeşi de oralı olmadı. Gaye birkaç saniye hızlıca düşündü. Ağabeyiyle aynı renkte olan uzun saçlarını sırtına doğru ittirdikten sonra aniden coşkuyla bağırdı. "Oyuncak ayı! Oyuncak ayı! Böyle kocaman!"
"Ha sanırım bizim Doruk'tan bahsediyor." Dedi gülmesini bastırmaya çalışırken. Bugün hiçbir şekilde gülmemeliydi. Fakat Ilgaz ona yine ters ters baktığında açıklama gereği duymuştu. "Ne yapayım? Ondan büyük oyuncak ayı hiç görmedim ki."
Apartman kapısında bir gölge gördüğünde atalarının söylediği 'İyi insan lafının üstüne gelirmiş.' sözünden nefret etti. Doruk iyi falan değildi, eli çok ağırdı bir kere!
"Bir şey mi diyordun?" Doruk apartman kapısından çıktığında ilgisizce Mete'ye baktı. Başka bir zaman olsa daha korkutucu bir şekilde bunu sorabilir ve onu bu lafı ettiği için pişman edebilirdi lakin bugün Mete gereksizi ile uğraşacak enerjisi yoktu. Yorgun hissediyordu. Yorgun ve... Kırılmış bir şeyin keskin yerleri göğsünü parçalıyormuş gibi.
Çok özlemişti. Hayatı boyunca kimseyi böyle çok özlememişti. Şimdi babasına hiçbir zaman kavuşamayacağını bilerek onu özlemek... Bu parçalıyordu onu. İnsanlar dışarıdan onun iyileştiğini düşünüyor olabilirdiler. Öyleymiş gibi davranmaya çalışmıştı. Çünkü acısı, öfkesi yüzünden ailesini de arkadaşlarını da çok üzmüştü. Bu yüzden yine yapılan şakalara gülmüştü, yine eskisi gibi komik, neşeli olmaya çalışmıştı, eskisi gibi iştahı olmamasına rağmen yine canının bir sürü şey çektiğinden bahsetmişti. Onların bildiği Doruk olmak için çabalamıştı.
İşin aslı öyle değildi. İçinde kopan fırtınaların onda yarattığı büyük yıkımın etkisini kimi zaman kendi bile anlayamıyordu. Evet, şu bilindik söz... Hayat devam ediyordu. Elbette Doruk için de... Fakat büyük bir parçası yokken, yarım bırakılmışken ve bir gün gerçekten mutlu olduğunda dahi yine bir tarafının eksik olacağını bilirken... Bu hiçbir zaman tam manasıyla yaşamak olmayacaktı.
"Ha... Biz de tam şimdi markette satılan şu küçük ayıcıklı çikolatalardan bahsediyorduk. Gaye'min, bebeğimin canı çekmiş de..." Mete yüzünde dostane bir gülümsemeyle hafifçe Doruk'un omzuna patpatladığında Doruk, Mete'nin omzundaki eline anlamsız bir ifadeyle baktı, bakışlarındaki ifadeden bundan hoşlanmadığını anlayan Mete hızlıca elini çekti ve "Oldu o zaman," dedi. Ardından kucağındaki kardeşiyle beraber ters istikamete döndü ve çabuk adımlarıyla marketin yolunu tuttu.
"Bu gevşek, bugünlerde yüzüme karşı bir iyi davranmaya başladı. Ona söyle, o küçük beyninin içinde bana acıyor falansa hemen bundan vazgeçsin. Yoksa tüm hıncımı ondan çıkartırım." Ilgaz'ın yaslandığı binanın duvarına sırtını yasladıktan sonra üzerindeki koyu gri gömleğinin kollarını kıvırmaya başladı. Başı ağrıyordu; gördüğü akrabalar, tanıdıklar, eş dost ve babaannesinin yine bir ağlama krizine girip diğerlerini de üzmesi yüzündeki damarların bile gerilmesine neden olmuştu.
Hala teselli dolu sözler işitmesi ve tüm akrabaların, komşuların yanına gelip "Çok iyi adamdı ya..." diyerek söze başlayıp babası ile ilgili anılarını anlatması ona iyi gelmemişti. Hala rahatça anılardan, geçmişten ve babasından bahsedecek kadar toparlanmış hissetmiyordu kendini. Hele ki ona acıyan yüzleri görmek... En çok bu koyuyordu ona. Arasının iyi olmadığı insanlar bile babasının ölümünden sonra kırk yıllık dostmuşlar gibi iyi davranmaya, hatırını sormaya falan başlamışlardı.
Bunlardan bir tanesi de Mete denilen şu gereksizdi. Tanıştıkları ilk andan beri yıldızları barışmamıştı. Doruk, problemin kendinde olduğunu düşünmüyordu. Her insana karşı sıcak, cana yakın, dost canlısı olmuştu hep. Ilgaz'ın yakın arkadaşı diye sesini çıkartmamış, katlanmıştı ona. Fakat bundan 2,5 yıl önce kadar Doruk'un platonik olduğu bir kızla Mete'nin yatması üzerine ipler iyice kopmuş ve aralarındaki soğuk savaşın başlamasına neden olmuştu. Gerçi bu savaş daha çok Doruk cephesindeydi, Mete'nin bunu ciddiye aldığı pek söylenemezdi. Üstelik kendini suçlu da görmüyordu. Bilmediği bir şey yüzünden suçlanması saçmaydı. Ona göre Doruk, o ve Ilgaz'ın dostluğunu çocukça kıskanmış bu yüzden de onu ortadan kaldırmak için böyle salak salak bahaneler arıyordu.
"Mete sana kötü davranmıyordu ki bir farklılık olsun. Sen çocuğun ağzına sıçıyorsun her zaman. Aranızda kalan da ben olduğum için olan da hep bana oluyor anasını satayım." Ilgaz tekrar bir sigara yakmıştı. Sigaradan aldığı ilk nefesin gri dumanlarını geri üflerken gözlerini hafifçe kapadı. Tuhaf bir halsizlik vardı üzerinde. Parlayan güneşin altında uykulu gözleri daha çok yorgun düşmüştü. Doğru dürüst bir şey de yememişti ve bu sabahtan beri içtiği kaçıncı sigaraydı bilmiyordu.
"Eve gidip yatsana oğlum, yürüyen bir ölüden farkın yok." Doruk kendi darmadağınıklığını bir kenara bırakıp Ilgaz için endişelenmişti yine. O geceden beri kardeşinin haline berbat demek bile eksik kalırdı. Arya'nın, Ilgaz'ı terk edeceğini aklının ucundan bile geçirmemişti. Araları bozulduktan sonra da en kötü birkaç güne barışırlar diye düşünüyordu. Fakat unutmuştu, Ilgaz her ne kadar keçi gibi bir inada sahip olsa da Arya'nın da ondan pek bir farkı yoktu.
"İyi böyle, sıkıntı yok."
Doruk ısrar etmenin bir faydası olmayacağından sustu. O da aynı arkadaşı gibi başını dik bir şekilde duvara yaslayıp derin bir nefesi ciğerlerinin içine doldurdu. Her ne kadar Ilgaz'ın yanı başında sigara içmesinden dolayı tam olarak temiz hava alamasa da. Şakaklarında biriken ter damlalarını elinin tersiyle sildikten sonra diğer eliyle yanındaki arkadaşını dürttü. "Ilgaz?"
"Hı?" gibi bir ses çıkardı Ilgaz neredeyse uyukladığı sanılacak bir tonda.
"Babamın mezarlığına ilk gittiğim o geceyi hatırlıyor musun?" Doruk'un bu beklenmedik sorusu ile birlikte Ilgaz aniden gözlerini açtı, sol tarafındaki arkadaşına baktığında onun gökyüzünü izlediğini gördü. Ne cevap vereceğini bilememişti, ağzı kuruduğundan yutkunmayı bile başaramamıştı. Ilgaz bir şey söyleyemeyince Doruk devam etti. "Bana her zaman benim yanımda olduğunu, ne zaman düşersem düşeyim beni kaldıracağını söyledin. Öyle de yaptın, Ilgaz. Timur denen herifle anlaşma yapmak için senden habersiz Batı bölgesine gittiğimde bile, hatta sana söylediğim onca saçmasapan laflara rağmen benden vazgeçmedin. Benden hiçbir zaman umudunu kesmedin, ben kendimden umudumu kestiğimde bile. Başkası olsa onca yıllık kardeşlik, dostluk demez bir kalemde siler atardı. Biliyorsun, bu devirde insanlar çok kolay gözden çıkarabiliyorlar birbirini. Ki biliyorsun, ben de zamanında kardeş gibi gördüğüm birini silip attım. Ufak tefek şaka yollu sitemlerin dışında ağzını açıp adamakıllı sövmedin bile bana. Hani insanı sadece anne ve babası yaptığı tüm hatalara rağmen koşulsuz severmiş ya sen gerçek ağabeylerin bile sevmeyeceği şekilde sevdin, korudun kolladın beni."
Bir an duraksadı, boğazına kıymık batıyor gibiydi. Parlak mavi gözlerinin dolduğunu hissetti. Çabuk duygusallaşan biriydi, zaten bu yüzden korku filmlerinden sonra en sevmediği filmler hep dram filmleri olmuştu. Ilgaz ise duygularını genellikle hep içinde yaşardı. Doruk'a bir şey söylese sesinin çatallaşacağını bildiğinden sadece susmaya devam etti. Gözlerini yumup geri açtığında kirpiklerine hafif bir ıslaklık bulaşmıştı.
"Ilgaz... Şu son zamanlarda dünyadan çok korktum, biliyor musun? Ne bileyim, daha önce babam varken dünyanın böyle korkunç bir yer olduğunu fark etmemiştim mesela. Anneme aniden bir şey olacak korkusuyla hep diken üstündeyim. Beni biliyorsun, hep panik bir insandım işin aslında. Daha da paranoyak oldum. Anneme bakabilecek miyim, babamın eksikliğini kapatabilecek miyim, ya ben annemden önce ölecek olursam falan ona ne olacak, diye düşünüp duruyorum. Sonra aklıma sen geliyorsun. Biraz daha rahat hissediyorum. Babamdan sonra sırtımı yaslayabileceğim ve her zaman arkamda duracağını bildiğim bir kardeşim var. Biliyorum, lafı çok uzattım ama şunu bilmeni istiyorum Ilgaz. Dünya senin için çocukluğundan beri korkunç bir yer olmalı, yapayalnız hissediyor olmalısın. Hatta şu son günlerde Arya'nın da senden vazgeçtiğini düşünüp bunun için kendini suçladığını da biliyorum. Anlatmana gerek yok, konuşmadığın birçok şeyi anlamasam bunca yıl nasıl en iyi dost olurduk değil mi?" Doruk yaşlı gözleriyle küçük bir tebessüm etti.
"Bazı zamanlarda dünya çok üstüne geliyor gibi hissettiğinde dur ve derin bir nefes al Ilgaz. Ardından aklına bir kardeşin olduğunu getir. Senden asla vazgeçmeyecek ve seni her zaman idolü gibi gören bir kardeşin olduğunu... Her zaman olmasa bile sen de ona yaslanabilir ve soluklanabilirsin. Bunu aklından çıkarma, olur mu?"
***
27 Haziran
"Doruk!" Seslenmesi bir işe yaramayınca genç kız odanın kapısını yavaşça araladı, ardından elindeki kocaman paket ile içeriye girdi. Doruk yatağında yüz üstü iki seksen uzanmış bir şekilde uyuyordu. Saat öğleni bile geçmişti, uyanmamış olması şaşırtıcı sayılmazdı çünkü dün gece sabaha kadar Ilgaz'ın evinde oturup içmişlerdi. Kuzeni paketi ayakuçlarına dik bir şekilde yerleştirip boşta kalan eliyle yatağa patpatladı. "Doruk, uyan artık!"
Yine cevap gelmeyince kuzeni bu kez daha yüksek bir sesle bağırdı. "Doruuuk!"
Çığırmaya benzer sesi işittiğinde hemen yanı başındaki yastığa gelişigüzel uzandı ve kulaklarını kapatmaya çalıştı. "Açelyaaaa!" diye taklit etti onu hala uykulu olan sesiyle. Yastıktan dolayı sesi olabildiğince boğuk çıkmıştı.
"Kalk hadi! Bir şey göstereceğim sana." At kuyruğu yaptığı dalgalı saçlarını sırtına doğru ittikten sonra eliyle yüzüne yelpaze yaptı. Bugün gerçekten de müthiş sıcaktı. Doruk onu duymazdan geldi. Uykunun en tatlı yerlerindeydi, değil Açelya bu yataktan bir ordu gelse onu kaldıramazdı. En azından böyle düşünüyordu. Ta ki Açelya'nın sorduğu soruya kadar.
"Feray kim?"
Yastığı tereddütle başının üzerinden çekerken aceleyle yüz üstü döndü, ani hareketinden dolayı kafası yatak başlığına çarptı, Allah'tan sert değildi fakat yine de sersem bir ifadeyle elini başına götürüp ovuşturmaya başladı. "F-feray mı? O kim?"
"Hmm..." diye bir ses çıkardıktan sonra imalı bir ifadeyle bakışlarını yatakta doğrulmuş kuzeninin ürkek mavilerine kilitledi. "Tanımadığın biri için fazla mı heyecanlandın sanki?"
"Sen... Sen ne Feray'ından bahsediyorsun? Ne diyorsun kızım sabah sabah?"
"Öğleni bile geçti saat beyefendi. Ayrıca..." Elindeki büyük paketi kaldırdı. Çok ağır bir şey sayılmazdı. O yüzden kuzeninin görebileceği şekilde kaldırması zor olmamıştı. "Vallahi bilmiyorum, kargo bıraktı. Feray Karayel diye birinden sana gönderilmiş. Hayırdır, kuzen? Bir yengemiz olduğundan hiç bahsetmemiştin."
"Hasiktir..." Yatağın üstünde hızlıca emekleyerek birkaç saniyede ayakucuna ulaştı ve kuzeninin elindeki paketi aynı hızla kendi kucağına çekti. Açelya neye uğradığını şaşırmıştı. Doruk'un bu kadar da heyecanlanacağını düşünmemişti. Babasının vefatından beridir ilk kez böyle heyecanlı ve çoşkulu bir tepki gösteriyordu.
Doruk beklemeden elindekini yatağın üstüne yaslayıp dışındaki kese kağıdı rengindeki paketi yırtmaya başladı. Allah'tan son anda üzerine yapıştırılmış beyaz kağıdı fark etti de onu yırtmanın ucundan döndü. Küçük kâğıdı avuçlarının arasına aldığında vücuduna yerleşen o heyecana kendisi bile doğru dürüst anlam verememişti, elleri titriyordu.
"Yaptığım tablolar ile daha önceden senin kadar ilgilenen biri olmamıştı. Beni çok mutlu ettin, Doruk. Ben de bir nebze de olsun seni mutlu edebilmek istedim. Umarım yanlış bir şey yapmamışımdır ve gönderdiğim hediye seni daha da üzüp öfkelendirmez. Biliyorum, çok iyi olmadı fakat içimden geldi işte. Nasıl bulduğunu söylemen için mesajını ya da aramanı bekleyeceğim. Tekrar görüşene dek, kendine iyi bak."
Feray
"Hey, hey senin yüzündeki gülümseme de ne? Bana bak, âşık falan mı oldun yoksa sen?"
Doruk'un yüzündeki gülümseme ve heyecan Açelya'ya da bulaşmıştı. Kuzenini, amcasının vefatından beridir ilk kez bu kadar mutlu ve heyecanlı görüyordu. Gerçekten de eskiden olduğu gibi... Herkesin bildiği o Doruk gibi...
Doruk, kâğıdı avcunun içine hapsederken kuzeninin laflarını işitmemişti bile. Yüzüne hücum eden sıcaklığı ve kalbinin hızlanan ritimlerini umursamamaya çalıştı. Dışarıdan nasıl göründüğünü bilse kesinlikle umursardı fakat şu an hiçbir şeyin farkında değildi ve doğru dürüst düşünemiyordu. Tek yaptığı kaldığı yerden hediyesinin paketini yırtmak oldu.
Paketten tamamen kurtulduğunda bunun bir tablo olduğunu gördü, zaten yazılan nottan bunu anlamıştı. Fakat gördüğü manzarayı asla beklemiyordu. Birkaç saniye anlamsız ve boş gözlerle resmi incelemeye devam etti. Hissettiği ilk duygu şaşkınlıktı, o yüzden saniyeler boyunca sadece resmi izlemekle yetindi. Açelya da tepesinde dikilmiş ondan daha büyük bir şaşkınlıkla şaheser gözüyle baktığı resmi inceliyordu. Doruk ürkekçe elini tabloya attı ve resimdeki iki erkekten daha yaşlı olanın yüzüne dokundu. Güç bela yutkunabilmişti. "Babam..."
"Gerçekten de amcam, yanındaki de sen... İnanmıyorum, gözünüzün mavisi bile neredeyse aynı! Gerçekten bu kız... Bu kız da kim böyle?"
Saat, 17.25
Akşamüstü vakitleri olmasına rağmen güneş hala bunaltıcı etkisini sürdürüyordu. Pikap'ın en üst katındaki pencereye vuran güneş yarı açık panjurdan Ilgaz Ateşoğlu'nun kızıl kahvelerine vurmuştu. Oturduğu koltukta geri yaslanıp parmaklarıyla ağrıyan gözlerini ovuşturdu. Odanın içinde klima çalışmasına rağmen bunaltıcı derecede sıcaklamıştı. Tüm vücut hatlarını belli eden siyah dar bir atletleydi ve dolaptan aldığı buz gibi birasını dudaklarıyla tekrar buluşturmak için elini sabırsızca şişeye atmıştı.
Büyük bir yudumu dudaklarından aşağıya serbest bıraktığında önündeki fotoğrafta parlayan Gün ışığı'yla bakışmayı kesmemişti. Sadece bir saniye sonra elindeki şişeyi hiddetle önündeki masaya geri koydu. Birkaç kâğıt parçası masanın sallanmasıyla yere düşmüştü. "Sikeyim!" diye soludu. "Seni sevdiğime inanmıyorsun!"
Ayağa bir hışım kalktıktan sonra elini sertçe dalgalı saçlarının arasından geçirdi ve onları çekiştirdi. Kediciğin saçlarının arasında dolanan narin ve uzun parmaklarını hatırladı. "Siktir!" Masadaki ajandaları, kağıt destelerini, fatura fişlerini, kalemliği, masanın üzerinde ne varsa hepsini ani yükselen öfkesiyle yerle buluşturdu. Sadece sevdiği kadının resmine kıyamamıştı ve o yüzden onu hala diğer elinde tutuyordu.
Günler olmuştu, gerçi ona göre üzerinden aylar geçmiş gibiydi. Hangi günde olduklarını, kaçıncı gün olduğunu da bilmiyordu. Tek bildiği şey onu çok özlediğiydi. Çok özlemişti. Öyle böyle değil. Onun kokusunu duyumsayamadığı her vakit, saçlarını okşayamadığı her dakika, ona sarılamadığı her geçen saniye sanki tüm hücrelerine ölümcül bir virüs yayılıyor, onu hasta ediyordu.
Arya onu tekrar dinlememişti, bir şans daha vermemişti. Evet, hatalıydı. Hatalı olduğunun ve aptal bir piç olduğunun farkındaydı. O kızı ilk üzüşü değildi. Kalbini paramparça ettiği ilk sefer değildi. Ama böyle olsun istememişti. Sevdiği kadının kalbini kanattığı her seferinde o daha çok kanamıştı, onu bir kez o uçurumdan aşağıya ittiğinde ardından o defalarca atlamıştı. Günlerdir boğazına yerleşen bir türlü yutkunmasına izin vermeyen yumru bir daha onu asla affetmeyeceği korkusuydu. Hatta onu artık sevmeyeceği... Daha önce hiç bu kadar büyük bir kaybetme korkusu yaşamamıştı.
Onun canını yakacak hiçbir şey planlamamıştı ki. Ilgaz'ın derdi hiçbir zaman masum olan insanlarla olmamıştı, nasıl bile isteye onu kandırmayı ve ardından böyle parçalara ayırmayı düşünebilsindi?
Sadece o gece. Tek gece. Tek istediği şey onunla Murat hakkında konuşmak ve bildiği bir şey var mı öğrenmekti. Küçücük bir ihtimale bile öylesine muhtaç haldeydi ki, eline geçen ufacık bir bilgiye bile sıkı sıkıya sarılıyordu. Babasını hiçbir şey geri getirmeyecekti, bunun bilincindeydi. Sadece babasını elinden alanlara bunun bedelini ödetmek istemişti. Onlar gibi katil değildi, kanı bozuk değildi. Öyle olsaydı, defalarca tetiği çekip Murat'ı ve onun babasını alnının çatından vurmuş olurdu.
Zannedildiği gibi zor değildi. Tek bir kurşun, derin bir nefes ve babasının soğumuş, cansız bedenini hayal etmek... İçindeki kine ve öfkeye tutunmak, o tetiği çekmek için yeterliydi. Ama ölüm onlar için kurtuluş olurdu. Sanırım Mehmet Atahan da intihar ederken bunu düşünmüş olmalıydı. Fakat hayır, Mehmet Atahan dünyada kendi canına kıyacak son insanlardandı. Bir vicdanı yoktu, pişmanlıkla dolup taşacak bir kalbi yoktu. Onun tek bildiği şey güçtü, tek istediği de. O yüzden bu intihar saçmalığı, babasının eceliyle ölmesi zırvalığı gibi hiçbir zaman aklına yatmamıştı.
Elinde hiçbir şey kalmamıştı, herkesi kaybetmişti. İçindeki ateşi biraz da olsun söndürmek, geceleri artık daha huzurlu uykular uyumayı istemişti. Evet, yalanlar söylemişti. O odada karşılaşmalarının tesadüfi değil de planlı olduğunu ona sonradan söylemesi gerekiyordu. Fakat tam olarak bunu yaşamaktan korkmuştu ve er ya geç korktuğu senaryo gerçek olmuştu.
Planı hiçbir zaman kızı kendine aşık etmek, bu sebeple ağzından laf almak olmamıştı. Amacı Murat'ı kızdırmak, kışkırtmaktı ve istediği gibi de olmuştu. Aslında ilk kısmında planı bu değildi, kızın sarhoş olduğunu görünce ağzından laf almanın kolay olduğuna inanmıştı.
O yüzden onu otel odasına değil de arabasına bindirip kendi evine götürmeye karar vermişti. Bu önceden planladığı bir şey değildi, o an doğaçlama gelişmişti. Fakat kız, beklediği gibi biri değildi. Normal hali huysuz ve sivri dili, sarhoş hali de tuhaf...
"Murat Atahan'la sevgili miydiniz? Bak, kırkıncıya soruyorum, artık bir cevap ver. Şu an tek düşündüğüm vaktimi seninle boşa harcadığım."
"Ööf! Bir susmadın! Kimsin yahu sen? İki lafından biri Murat." Bıkkınlıkla dağılmış olan sarı saçlarını eliyle daha fazla dağıttı. Arabanın önüne uzanıp ıslak mendili paketini almaya çalıştı. "Murat'a falan mı platoniksin? Vallahi ben aranıza girmedim. Kızın adı Özge." Kendi söylediğine kendi güldü ardından. Kafasından neler geçirdiğini Ilgaz kesinlikle bilmiyordu tek bildiği delinin birine çattığıydı.
"Neyisin o zaman Murat'ın? Herif niye durduk yere mal varlığının beşte birini sana bırakmak istedi?" Yanındaki yabancı adama dikkatli bir şekilde bakmaya çalışıyordu fakat başı öyle dönüyordu ki hiçbir şeyi sabit gördüğü söylenemezdi. Paketten güçlükle çıkardığı mendili alnına bastırırken tek amacı serinlemekti fakat bir faydası olmamıştı. Adamın sorduğu soruyu unutmuştu.
"Başım dönüyor, başım dönüyor, başım dönüyor." Diye art arda tekrarladı. Önündeki nesneler sanki aşağı yukarı durmadan dönüyorlardı. Kafasını boynundan itibaren kopartmak istiyordu.
"Bir kez söylediğinde anlayabiliyorum."
Adamın huysuz çıkan sesini işittiğinde tekrar ona doğru baktı. Bu arabaya bindiğine göre onu tanıyor olmalıydı. "Sen hangisiydin ya?" Ardından geçmişten ilk aklına gelen Doruk olmuştu. Ah, cidden o çocuğu çok severdi. En tatlıları ve en güleryüzlüleriydi. "Doruk..."
Fakat karşısında gördüğü bu yüzün Doruk ile hiçbir alakası yoktu. "Onun mavi gözleri vardı, kiloluydu ve sıcakkanlı biriydi. Sen pek sıkıcısın,"
"Bu gece planlarımın arasında sarhoş bir kıza bakıcılık yapmak yoktu hak verirsen, eğlenmiyor oluşum çok normal değil mi?" Cidden hiçbir şeyi böyle planlamamıştı. Ne ummuştu, ne ile karşılaşmıştı. Şu son birkaç dakikada kızı yol kenarına bıraktığı senaryoları bile canlandırmıştı kafasında. Fakat o kadar da değildi. Bu centilmenlik değildi, sonuçta tanımadığı bir kızın onun yüzünden başına kötü bir şey gelmesini istemezdi.
"Niye bu kadar yüzünü asıyorsun sanki? Gören de sevgilisi başka biriyle evleniyor sanır,"
Bir an boş bulundu. "Öyle zaten," Ardından yüz hatları gerildi, kaşları çatıldı. Aklına sevimsiz birkaç görüntü doluştu. Hayır, hala öfkelenmesine neden olan şey eski sevgilisinin bir başkasıyla evleniyor oluşu değildi. Sadece o kişinin en büyük düşmanı olmasıydı, babasının katillerinden birinin olmasıydı. En azından eski günlerin hatrına Özge'nin bu kadar da küçülmemesini ummuştu. Fakat kafasına geç de olsa dank etmişti. O tam olarak annesinin kızıydı.
Ilgaz, daha sonra kediciğinin onu ilk öptüğü anı hatırladı. Ceketinin iki yakasını kavrayan o beyaz, ipek kadar pürüzsüz ellerini, dudaklarına kayan Cennet'i vaat eden yeşil gözlerini, dudaklarına çarpan sıcak, kavurucu nefeslerini ve ardından da dudaklarını örten müptelası olduğu dudaklarını...
O gece de dudaklarındaki tat şeftaliyi anımsatan bir tattı, tabi biraz da içtiği içkilerin tadını da almıştı Ilgaz. Ama hayır, onu Sarışın'a çeken daha güçlü bir şeydi. Ondan kaçmayı çok denemişti, bunu başaramadığı her anda da en azından o kendinden uzak dursun diye onu incitmiş, kalbini kırmıştı. Fakat yine yapamamış, kendini yine o alevlerin ortasına atıvermişti. O yeşillerde yanmıştı, uzun yıldır ne olduğunu unuttuğu huzuru kızın boyun girintisine sokulduğunda ve oraya sığındığında bulmuştu.
Ilgaz, elindeki çerçeveyi avucunun içinde hapsetmişken, bir anda kalçasını boşalmış olan masanın üzerine yaslayıp derin bir nefes verdi. Az önce yaşadığı öfke sebebiyle hala göğsü hızlıca inip kalkıyordu. Tanrı şahidi olsun ki, onu çıldıracak kadar çok seviyordu. Onun uğrunda her şeyi silebilecek kadar çok, yapmam dediği ne varsa yapabilecek kadar, fani hayatının sonu olacağını bilse dair ondan vazgeçmeyecek kadar... Seviyordu, çok seviyordu. Hayatı boyunca duygularını bu denli zor zapt etmeye çalıştığı başka zamanı hatırlamıyordu. Kediciğinin ona geri dönmediği her an, ruhundaki kanser tüm bedenine yayılıyordu.
Böyle bitmesine izin vermeyecekti, onu geri kazanmaya kararlıydı. Kendini affettirecekti. Geçmişin son kozlarının oynandığını tahmin edemezdi, domino taşlarının son süratle devrildiğini de.
Telefonun çalan melodisini işittiğinde ilk önce oralı olmadı, gür kirpiklerine hapsolmuş gözyaşlarını tutmak için direniyordu ama nafile bir gayretti. Birkaç damla gözyaşı, sevgilisinin kusursuz bulduğu yüzüne yavaşça dökülüverdi. Başını hafifçe öne eğdiğinde çatlamış sesiyle mırıldandı. "Senden vazgeçmeyeceğim, Arya. Vazgeçmeyeceğim."
O sırada arabasının kapısını açıp içeriye binen genç kadın ısrarlı aramasını sürdürüyordu. Otomobilin kapısını kapatırken diğer eliyle –tekrar aramak üzere- aramayı sonlandırdı. Beline kadar uzanan siyah dalgalı saçlarını sırtına doğru ittirdikten sonra arkasındaki koltuğa yaslandı. Dikiz aynasına bakıp siyah, havalı gözlüklerini biraz daha geriye ittirirken zafer kazanmış bir edayla gülümsemişti. Zaten kazanmıştı da. "Buraya kadarmış, Alexander. Sahte dünyan sona erdi. Yanına bırakmayacağımı söylemiştim." Tekrar sol elindeki telefona odaklandı, telefonun kilidini açıp ekrandaki numaraya tıkladı. "Şimdi de sıra sende Ilgaz. Her zaman gerçekleri istedin durdun. Bakalım, sana söyleyeceğim gerçekleri duyunca... Sen de o güzel ve sevimli kız gibi yerle bir olacak mısın?"
Araması en sonunda cevaplandırıldığında yüzündeki gülümseme genişledi. "Selam Ilgaz, ben Ece." Dedi çoşkulu bir sesle. Devrilmekte olan taşları izlerken bir hayli eğleneceği açıktı. Fakat içinde bir yerde suçsuz ve sadece sevmiş olan günahsız bir kızı üzdüğü için rahatsızdı. Fakat o bir şey yapmamıştı, o sadece gerçekleri anlatmıştı. Suçlu olanlar en başından beri yalancıların ta kendisiydi.
Evet, üzüldüğü kız Beyza'ydı. Eve nasıl geldiğini bilmiyordu. Son bir saattir algılarının hepsi yerle bir olmuştu. Beyni her şeyi otomatik gerçekleştiriyordu. Dairenin kapısına yerleştirdiği anahtarı ters yöne çevirdiğini de fark etmemişti. Bomboş bakan gözleri ağırlaşmıştı, yüzüne bulaşan siyah rimel bu ağırlığı daha da arttırıyordu. Ağırlaşan sadece vücudu değildi, etraf da zaman da ağırlaşmıştı. Hava, ciğerlerindeki zoraki aldığı nefesi kurutuyor gibiydi. Diğer elinde hala avucuna sıkıştırdığı fotoğraf vardı. En sonunda kapı sevgilisi tarafından açıldı. "Sevgilim?" dedi karşısında gördüğü bitkin kızı fark ettiğinde. Sesi endişeliydi ve gerçekten de saniyeler içinde telaşla sevgilisine yönelmişti. "Beyza, neyin var?"
"Hiçbir şeyim," Kurumuş dudaklarından çıkan kelimeler güç bela anlaşılmıştı. Buğra'nın elini kavrayan ellerini hışımla üzerinden ittirdi. Daha sonra yan taraftaki portmantonun üzerine boynundan çıkardığı çantayı fırlattı. Ayağındaki sandaletleri çözmemişti bile, öylece içeri girdi.
Buğra, arkasından kapıyı kapatırken neler olup bittiğinin hala farkında değildi. Birazdan Pikap'a geçecekti, gitmeden önce sevgilisini görmek istemişti. Onu özlemişti. İşin aslı onu göremediği birkaç saat bile ona işkence gibi geliyordu.
Yavaş ve tedirgin adımlarla sevgilisinin ardından salona girdi. Beyza sırtı ona dönük bir şekilde ayakta dikiliyordu. Buğra, oldukça soğukkanlı ve kolay kolay paniğe kapılan biri olmasa da Beyza söz konusu olduğunda bambaşka birine dönüşüyordu. Ona bir zarar geldiği düşüncesi saniyeler içinde onu çıldırtmaya yetti. "Beyza, sevgilim neler olduğunu anlatacak mısın?" Hızlıca ona doğru yürüyüp omzuna dokunduğunda Beyza yavaşça ona dönüp boş bir ifadeyle baktı ve elindeki fotoğrafı kaldırdı.
"Sen söyle!" diye bağırdı birdenbire ve onu hiddetle geriye ittirdi. "Bu fotoğraftaki çocuk sen değil misin?!" Fotoğrafı onun yüzüne doğru tutarken elleri zangır zangır titriyordu. "Sen..." Gözünden bir yaş düşerken kafasını iki yana salladı. "Stevan..." Yutkunmaya çalışırken yanı başındaki yemek masasına dokundu. "Ve Ece..."
Sanki tiz bir sesin kulaklarını sağır ettiğini sandı Buğra. Zaman da sesler de ağırlaşmıştı. Sevgilisinin elinde tuttuğu fotoğrafa dehşet içinde bakarken bunun yıllar öncesinde yetimhane günlerinde çekilmiş fotoğraflardan biri olduğunu gördü. Eski arkadaşları ile aynı karedeydi. Beyninde bile onlarla bir zamanlar yakın olduğunu sıfırlamış gibiydi. O yüzden birkaç saniye algılamakta sıkıntı yaşadı. "Bey... Beyza... Bak, bunu sana kim niye verdi bilmiyorum ama..."
"Ece verdi." Diyerek sözünü kesti. Başı dönüyordu, yer ile gök yer değiştiriyordu sanki. İçinde sanki uzaklardan duyuluyormuşçasına işittiği bir acının gürültüsü vardı. Henüz yaşadığı şoku atlatamamıştı, o yüzden hisler ağır ağır hücum ediyordu. Her şey yavaştı, çok fazla yavaş. "Yetimhanede kardeş gibi büyüdüğünüzü anlattı. Stevan ve Alex için gözümü kırpmadan her şeyi yapardım, dedi. Alex için... Alex... Ama sandığının aksine Alex bir hainmiş. Düşünebiliyor musun?" Gözlerinden art arda siyaha bulanmış yaşlar düşerken bacakları daha fazla onu taşıyamadı, kendini dizlerinin üstünde yere bıraktı. Aldığı nefesler göğsünü parçalayacak gibiydi. "Atahanlar... Onlar... Onlar bize sahip... Sahip çık... Çıktılar, dedi. Ama Alexander..." Buğra onun yanına eğildiğinde güçlü kollarıyla sevgilisinin bedenini sarstı ve kendisine bakmasını sağlamaya çalıştı. "Beyza... Beyza! Sakinleş, derin bir nefes al. Önce sakinleş, derin nefesler al. Tamam mı? Lütfen, lütfen sadece derin nefesler al! Sonra her şeyi anlatacağım. Düşündüğün gibi değil, o yılanın anlattığı gibi değil!"
Beyza elindeki fotoğrafı ne denli sıktığının farkında değildi. Kendini kaybetmeden önce Buğra'ya sorduğu soru, sevgilisinin içinde asla sönmeyecek olan bir yangını körükledi. Buğra da -diğer ismiyle Alexander- herkes gibi darmadağın olmuştu. Kuşkusuz Ilgaz gibi dağıttığı kadar dağılmıştı. "Alex sensen... Benim sevdiğim adam kim?"
..
-Buğra??
-Darmadağın olmuş bir Ilgaz?
Öncelikle Buğra için kısa bir şey söyleyeceğim. Hikayenin ta en başından tasarlanmıştı ve ufak ufak ipuçları da yerleştirmiştim. Ece, daha önce üç kişi olduklarından bahsetmişti. Stevan ve Ece... 3. kişi kim diye hiçbiriniz sormadı aflsjd Murat'a, Alexander'dan intikam alacağım gibi şeyler de söylemişti. Bana göre hikayenin en büyük, en sarsıcı olaylarından birini de açıkladım. Bir değişik hissediyorum, resmen yıllar önce tasarladığım o yerlere ve sona yaklaştık. Valla, ben bile heyecanlıyım neler olacak. Görüşmek üzere diyelim ve yorumlarda buluşalım. Sağlıcakla kalın.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro