8. Bölüm
Yine ara verdi konuşmasına. Nedense ürperdim; geminin üstünde hafif bir uğultuyla esmeye başlayan sabah yelinin getirdiği ilk ürperti miydi bu? Ama karşımdaki o acılı yüz –ağaran günün yansımasıyla seçilir olmuştu– yine kendini toparladı:
"Yerde ne kadar yattığımı bilmiyorum. Biri bana dokundu. Yerimden fırladım. Çocuktu; çekinerek, köpeklenerek önümde duruyordu, huzursuzca gözlerime bakıyordu.
"'İçeri girmek isteyen biri var... onu görmek istiyor...'
"'Kimse giremez içeri.'
"'Evet... ama...'
"Gözleri korku doluydu. Bir şey söylemek istiyor ama cesaret edemiyordu. Bu sadık hayvan belli ki çıkmazdaydı.
"'Kimmiş gelen?'
"Dayak yemekten korkar gibi titreyerek baktı bana. Sonra söyledi, bir ad söyledi... Nasıl oluyor da böylesine değersiz birinde bir anda bunca bilgelik oluyor, nasıl oluyor da bazı anlarda bunun gibi ahmaklar inanılmaz derecede nazik olabiliyorlar? Sonra söyledi... ürkerek söyledi...
"'O geldi,' dedi.
"Yerimden fırladım, anlamıştım, bu yabancıyı tanımak için sabırsızlanıyor, yerimde duramıyordum. Anlıyor musunuz, onca işkencenin ortasında, özlemle, korkuyla ve telaşla yanıp tutuştuğum sırada 'O'nu tümüyle unutmuştum, işin içinde bir erkeğin daha olduğunu unutmuştum... bu kadının sevdiği, benden esirgediği şeyi tutkuyla verdiği bir adam olduğunu... On iki ya da yirmi dört saat önce ben bu adamdan nefret ediyordum, onu parçalayabilirdim... Şimdiyse... onu görmek... o kadın tarafından sevildiği için onu sevmek arzusuyla nasıl yanıp tutuştuğumu size... size anlatamam.
"Bir adımda kapıya gittim. Kapıda genç, hem de çok genç bir subay duruyordu, çekingen, küçük, solgun. Tıpkı bir çocuk gibiydi, öyle gençti ki, bir erkek gibi davranmaya, kendini tutmaya çalışıyordu... heyecanını gizlemeye çabalaması içime öyle dokundu ki... Şapkasını çıkarmaya çalışırken ellerinin titrediğini hemen gördüm... İçimden onu kucaklamak geldi... çünkü görmek istediğim gibiydi, bu kadına sahip olduğunu düşlediğim adam gibiydi... baştan çıkarıcı, kibirli biri değildi yani... hayır, çocuk sayılırdı, kadının kendini verdiği saf, kırılgan bir insandı.
"Çekinerek duruyordu karşımda o genç adam. Merakla bakan gözlerim, aşırı heyecanım onu daha da şaşkına çevirmişti. Dudaklarının üzerindeki ince bıyığı, onu ele verircesine titredi.. Hıçkırarak ağlamamak için kendini zor tutuyordu bu genç subay, bu çocuk.
"'Özür dilerim,' dedi sonunda. 'Bayanı... şeyi, onu görebilir miyim?'
"Hiç düşünmeden, farkına bile varmadan kolumu omzuna attım o yabancının ve hasta bir insana yardım edercesine onu tutup götürdüm. Sımsıcak, minnettar bir bakışla baktı bana, şaşkındı... bizi bağlayan bir şey olduğunu o anda anlamıştık... Ölünün yanına gittik... Orada, beyaz çarşafların arasında bembeyaz yatıyordu; orada olmamın genç subayı rahatsız ettiğini sezdim, onu kadınla yalnız bırakmak için biraz geriye çekildim. Çekingen, tutuk adımlarla ağır ağır yaklaştı ona, içinin nasıl dolup taştığını omuzlarından görebiliyordum, korkunç bir fırtınaya karşı yürüyen biri gibi adım atıyordu... yatağın önünde birden yere diz çöktü, tıpkı daha önce benim yaptığım gibi.
"Hemen öne fırladım, omuzlarından tutup kaldırdım onu ve bir koltuğa götürdüm. Artık utanmıyor, acısını ağlayarak dışa vuruyordu. Hiçbir şey söyleyemiyordum; yalnızca bilinçsizce, onun sarı, çocuklarınki gibi yumuşacık saçlarını okşuyordum. Elime uzandı... hafifçe, ama korkarak tuttu... bakışlarını üzerimde hissettim... 'Söyleyin doktor,' dedi, 'canına mı kıydı?'
"'Hayır,' dedim.
"'Peki... yani... ölümünden sorumlu... olan kimse var mı?'
"'Hayır,' dedim yine, oysa içimden ona , 'Ben! Ben! Ben!' diye haykırmak geliyordu. 'Bir de sen! İkimiz! Bir de onun inadı, o uğursuz inadı!' Ama sustum. Bir kez daha, 'Hayır,' dedim, 'kimsenin suçu yok... yazgısı böyleymiş!'
"'İnanamıyorum,' diye inledi, 'inanamıyorum. Daha önceki gün balodaydı, gülümsüyordu, bana el sallamıştı. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir, nasıl olabilir?'
"Upuzun bir yalan anlattım ona. Kadının sırrını ona da açıklamadım. O birkaç gün iki kardeş gibi konuştuk, bizi bağlayan duygu adeta bir ışık gibiydi üzerimizde... birbirimize güvenmiyor, ama ikimiz de hayatımızın bu kadına bağlı olduğunu hissediyorduk... Kimi zaman gerçek dudaklarımın ucuna kadar geliyor, ama dişlerimi sıkıyordum; o kadının kendisinden bir çocuk beklediğini o subay hiçbir zaman öğrenmedi... o çocuğu öldürmemin istendiğini ve kadının kendisiyle birlikte çocuğu da uçuruma sürüklediğini de... Yine de o subayın evinde saklandığım o günlerde –size söylemeyi ihmal ettim, ben aranıyordum çünkü– tek konumuz kadındı... Kocası geldiğinde tabut kapatılmıştı... Ölüm raporuna inanmak istememişti adam, insanlar türlü şeyler anlatıyorlardı... adam da beni aradı... Ama benim onu görmeye tahammülüm yoktu, çünkü kadına eziyet çektirdiğini biliyordum... saklandım... dört gün boyunca evden çıkmadım, ikimiz de çıkmadık... kadının sevgilisi, kaçabilmem için sahte bir ad vererek benim için bir gemi bileti almıştı... kimse beni tanımasın diye gece vakti bir hırsız gibi bindim gemiye... sahip olduğum ne varsa geride bıraktım... yedi yıldır edindiğim her şeyle birlikte evimi, malımı mülkümü bıraktım; kim isterse alabilir bunları... görevimden izinsiz ayrıldığım için hükümettekiler de herhalde beni kara listeye almışlardır... ama artık o evde, o kentte kalamazdım... her şeyin bana onu hatırlattığı bu dünyada... Geceleyin bir hırsız gibi kaçtım, ondan uzaklaşabilmek, unutabilmek için... Ama güverteye adım atar atmaz... geceleyin... gece yarısı... yanımda arkadaşımla... tam o sırada vinçle... vinçle bir şey çekiyorlardı yukarıya... dikdörtgen, kara bir şey... onun tabutunu... duydunuz mu: onun tabutunu... ben onu nasıl izlediysem o da beni buraya kadar izlemişti... ben orada durup onu tanımıyormuş gibi yaptım, çünkü kocası da oradaydı, tabutla birlikte İngiltere'ye gidiyordu... belki de orada otopsi yaptırtacak...Kadını çekip kendine aldı o... şimdi yine kocasına ait... bize ait değil... ikimize de ait değil... Ama ben buradayım... son dakikaya kadar onun yanında olacağım... kocası bunu asla bilemeyecek, bilmemeli de... onun sırrını asla açığa vurdurtmayacağım... onun yüzünden ölüme gittiği bu hergeleye karşı da koruyacağım... Hiçbir şey... hiçbir şey öğrenemeyecek o... onun sırrı bana ait, yalnız bana...
"İnsanları neden görmek istemediğimi şimdi... şimdi anlıyor musunuz... Cilveleşen, birleşen insanların kahkahalarını duymaya katlanamıyorum... çünkü aşağıda... geminin ambarında, çay balyalarıyla cevizlerin arasında onun tabutu duruyor... oraya gidemiyorum, o bölüm kilitli... ama bütün duyularımla biliyorum, her an biliyorum... burada vals ya da tango yapsalar da biliyorum... budalaca bir şey bu, şu denizin altında milyonlarca ölü var, ayağımızı bastığımız her karış toprağın altında çürüyen bir ceset var... ama yine de dayanamıyorum, dayanamıyorum böyle maskeli balolar düzenleyip şehvetli kahkahalar attıklarında... bu ölü kadını hissediyorum, benden ne istediğini biliyorum... biliyorum, görevim henüz sona ermedi... henüz işim bitmedi... sırrı henüz güvenlikte değil... beni henüz serbest bırakmıyor o ölü..."
Orta güverteden ayaklarını sürüye sürüye yürüyen insanların sesleri, şakırtılar geliyordu: tayfalar gemiyi temizlemeye başlamışlardı. Suçüstü yakalanmış gibi irkildi adam; gergin yüzü korkuyla doldu. Ayağa kalkıp, "Ben gidiyorum," dedi, "gidiyorum artık." Onu seyretmek acı veriyordu bana: bakışları boş, gözleri ya içkiden ya da ağlamaktan kırmızı ve şişti. Duygularını paylaşmamı istemedi; büzülmüş bedeninden, duyduğu utancı sezdim, hem de sonsuz bir utançtı; sırrını bana, bu geceye açtığı için duyduğu utançtı. İçimden gelerek, "Öğleden sonra kabininize gelebilir miyim?" diye sordum.
Bana baktı; dudaklarına alaycı, sert, kinik bir ifade oturdu, ağzından çıkan her sözcük kötülüğün elinde eğilip büküldü, çarpıldı.
"Yaa... şu ünlü yardımcı olmak göreviniz ha... yaa... bu özdeyişle benim dilimi çözdürdünüz. Ama yo, teşekkür ederim. Karşınızda içimi döktüğümden bu yana kendimi daha iyi hissettiğimi sanmayın sakın. Benim bu rezil hayatımı artık kimse onaramaz. Saygıdeğer Hollanda hükümetine boşuna hizmet etmişim... Emeklilik hakkım gitti, beş parasız dönüyorum Avrupa'ya... bir tabutun arkasından kuyruğunu sallayan bir köpek gibi... Amok koşucusu olursanız sonsuza kadar cezasız kalamazsınız, sonunda insanı yere çarpar bu, umarım ben de yolun sonuna varmışımdır... İyi niyetli ziyaretinizi kabul edemem beyefendi, kabinimde bana arkadaşlık edecek şeyler var... birkaç şişe iyi cins viski; bazen beni avutur onlar, bir de eski dostum var, ne yazık ki zamanında kullanmamıştım onu, şu uslu Browning'imi... Gevezeliklerden daha çok işe yarar o... Lütfen rahatsız olmayın... İnsanın elinde kalan tek hak, canı istediği biçimde gebermektir... bunun için de yabancıların yardımına ihtiyaç duymamaktır."
Bir kez daha alayla baktı bana... hatta meydan okurcasına baktı, ama şunu hissettim: utanç duyuyordu, sonsuz bir utanç. Sonra omuzlarını kıstı, veda etmeden arkasını döndü, dikkati çekecek derecede yamuk bir biçimde, ayaklarını sürüyerek, aydınlanmış olan ön güverteden geçip kabinlerin bulunduğu yere doğru gitti. Ondan sonra onu bir daha görmedim. O gece ve onu izleyen gecelerde onu her zamanki yerinde aradım. Yolcuların arasında, kolunda siyah yas kurdelesi taşıyan bir Hollandalı tüccara rastlamış olmasaydım düş gördüğümü ya da fantastik bir olay yaşadığımı sanacaktım; bana söylendiğine göre bu tüccar karısını tropiklerde rastlanan bir hastalık yüzünden kaybetmişti. Adamı, insanların uzağında, yüzünde ciddi ve acılı bir ifadeyle dolaşırken görüyordum, onun en gizli derdini bildiğim düşüncesi bana tuhaf bir çekingenlik veriyordu; önümden ne zaman geçse yana çekiliyordum, onun yazgısı hakkında kendi bildiğinden de fazlasını bildiğimi bakışlarımla ele vermekten korkuyordum çünkü.
Napoli limanında o tuhaf kaza oldu sonra, sanırım o yabancı, bana anlattığı öyküsünde bunun ipuçlarını vermişti. Akşam, yolcuların çoğu karaya çıkmıştı, ben de önce operaya gitmiş, arkasından da Via Roma'daki ışıklı kahvelerden birine oturmuştum. Bir sandalla gemiye geri dönerken, birkaç sandalın meşaleler ve gaz lambalarıyla geminin çevresinde dönüp durdukları dikkatimi çekmişti, karanlık güvertede de polislerle jandarmalar gizemli bir biçimde gidip geliyorlardı. Tayfalardan birine neler olduğunu sordum. Beni yanıtlamaktan öyle bir kaçındı ki susması konusunda talimat almış olduğunu hemen anladım; ertesi gün de, gemi yine huzur içinde ve hiçbir şey olmamışçasına Cenova'ya doğru yola çıktığında hiçbir şey öğrenemedik. Napoli limanındaki sözüm ona kazayı ancak İtalyan gazetelerinden, allanıp pullanmış olarak, öğrenebildim. O gece, diye yazıyordu gazeteler, yolcular görüp de rahatsız olmasınlar diye, ortalıktan el ayak çekildikten sonra Hollanda'ya ait sömürgelerden gelme soylu bir hanımefendinin tabutu geminin güvertesinden alınıp bir sandala konulmak istenmişti; kocasının gözetiminde tabut ip merdivenden indirilmiş, tam o sırada güvertenin üstünden ağır bir şey aşağı düşmüş, düşerken de tabutla birlikte onu indiren hamallarla kadının kocasını da sürükleyip denize fırlatmıştı. Bir gazete, merdivenden aşağı tabutun üstüne düşenin bir deli olduğunu iddia ediyordu; bir başkası da olayı yaldızlayarak anlatıyor, ip merdivenin yükün ağırlığına dayanamayıp koptuğunu söylüyordu; her ne olursa olsun, gemi şirketinin, olayın asıl oluş biçimini örtbas etmek için elinden geleni yaptığı anlaşılıyordu. Sandallara binenler, kadının kocasıyla hamalları epeyce uğraşarak denizden çıkarmışlardı, ancak kurşun tabut hemen denizin dibini boylamıştı, çıkarılması da mümkün değildi artık. Aynı anda bir başka haberde, kısaca söz edilen, kırk yaşlarındaki bir erkek cesedinin limana vurmuş olmasıyla, gazetelerde romantik bir biçimde yer alan kaza arasında okurlar hiçbir bağlantı kurmamıştı; o üç beş satırı okur okumaz, gazete sayfasının arkasından, o adamın bembeyaz suratıyla parıldayan gözlük camlarını, bir kez daha, bir hayalet gibi gördüm sanki.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro