Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

7. bölüm

Ansızın bir el kolumu sımsıkı kavradı, duyduğum acı ve korkudan neredeyse haykıracaktım. Karanlıkta yüzü öyle yakınımdaydı ki bir maskeye benzemişti, birden parlayan bembeyaz dişlerini görüyordum, ay ışığının solgun yansısında gözbebeklerini görüyordum, iki kocaman kedi gözü gibi parlıyorlardı. Artık konuşmuyor, çığlık çığlığa bir öfkenin pençesinde haykırıyordu:

"Siz, yabancı; burada şezlonga uzanmış yatan, dünyayı gezen yabancı; bir insanın ölmesinin ne demek olduğunu biliyor musunuz? Bedenin bükülmesini, moraran tırnakların boşluğa saplanışını, gırtlaktan gelen hırıltıları, her uzvun mücadelesini, dehşet verici sona karşı direnen parmakları, gözlerin anlatılmaz bir dehşetle açılmasını gördünüz mü, böyle bir şeye tanık oldunuz mu, böyle bir şey yaşadınız mı, siz avare adam; bir görevden söz edercesine yardımdan söz eden siz dünya gezgini? Doktor olarak sık sık gördüm böyle şeyler, birer vaka olarak gördüm... bir olgu olarak... adeta inceledim bunları... ama bir kez yaşadım bunu, biriyle birlikte yaşadım, bir kez biriyle birlikte öldüm o gece... Akıp duran kanı durdurmak için bir şey bulmak, bir şey yaratmak, gözümün önünde ateşler içinde yanan o bedenin ateşini almak için... gitgide yaklaşan ve o yatağın uzağında tutamadığım ölüme karşı bir şey bulabilmek için oturup kafamı patlatırcasına düşündüğüm o korkunç gece... doktor olmanın, bütün hastalıkların çaresini bilmenin –sizin bilgece ifade ettiğiniz gibi, yardım etmek görevini üstlenmenin– ama yine de ölen birinin başında çaresizce oturmanın, olacakları bilmenin ama yine de elinden bir şey gelmemenin ne demek olduğunu bilir misiniz? Bedeninizdeki bütün damarları parçalasanız da yardım edemeyeceğinizi, bu korkunç gerçeği bilirsiniz bir tek... sevdiğiniz bir bedeni görmek, acıların pençesinde kıvranan, çaresizce kanayan bir bedeni ve bir coşan bir duran, parmaklarınızın altından kayıp giden bir nabzı dinlemek... doktor olmak ve yine de hiçbir şey bilememek, hiçbir şey, hiçbir şey... yalnızca orada oturup, kiliselerde dua eden yaşlı kadınlar gibi dua etmek, sonra varolmadığını bildiğiniz acınası bir tanrıya yumruklarınızı sıkmak; bunu anlıyor musunuz? Anlıyor musunuz? Bir tek... bir tek şeyi aklım almıyor... nasıl oluyor da insan böyle anlarda yanındakiyle birlikte ölmüyor... nasıl oluyor da insan ertesi sabah uykudan uyanıyor, dişlerini fırçalıyor, kravatını takıyor... benim hissettiklerimi yaşayan biri nasıl oluyor da yaşamaya devam edebiliyor, onun soluğu, uğruna mücadele ettiğim, ruhumun bütün gücüyle elimde tutmak istediğim o ilk insan nasıl da elimden uçup gitti... nereye bilmem ama gitgide hızlanarak gitti, bense o hasta zihnimde bu insanı, bu tek kişiyi alıkoyabilmek için hiçbir şey bulamadım...

"Üstüne üstlük, çektiğim işkenceyi iki katına çıkartan bir başka şey vardı... Onun başucunda otururken –acıları hafiflesin diye ona morfin vermiştim, öylece yatıyordu, yanakları alev alev, hem sıcak hem solgundu– evet... orada öylece otururken, bakışlarında korkunç bir gerilim ifadesi olan bir çift gözün arkamdan üzerime dikildiğini hissettim... Çocuk yere oturmuş alçak sesle dua ediyordu... Bakışlarımız karşılaştığında o... yo, bunu anlatmam çok güç... köpeksi bakışlarına öyle bir yalvarış, öyle bir minnet ifadesi geliyordu ki... bir yandan da kadını kurtarmam için bana yalvarırcasına ellerini havaya kaldırıyordu... anlıyor musunuz, ellerini uzatıyordu bana, bana, bir Tanrıya uzatır gibi... bana... bu iktidarsız zavallıya... her şeyin bittiğini... yerde koşuşturan bir karınca kadar işe yaramaz olduğunu bilen bu adama... Ah nasıl da işkence ediyordu bana onun bakışları, benim mesleğime beslediği bu fanatik, içgüdüsel umut... öyle dokunuyordu ki bana onun bu hali, neredeyse bağıracak, tekmeleyecektim... ancak, kadına duyduğumuz sevginin... gizin... bizi birleştirdiğini seziyordum... Tam arkamda oturuyordu o sinmiş hayvan, o kaygı topağı... bir şey istemeyegöreyim, hemen çıplak ayaklarının üzerinde sessizce doğruluyor, elleri titreyerek uzatıyordu bana istediğim şeyi... umutla uzatıyordu, sanki yardım edebilecekmiş, verdiği şey kadının kurtuluşu olacakmış gibi... Biliyorum, kadına yardım edebilmek için bileklerini bile keserdi... işte böyle biriydi o kadın, insanları bu kadar etkileyebiliyordu... bense... bense bir damla kanı kurtaracak güce bile sahip değildim... Ah o gece, o korkunç gece, yaşamla ölüm arasında geçen o bitmez gece!

"Sabaha karşı bir kez daha uyandı kadın... gözlerini açtı... artık kibirli ve soğuk değildi o gözler... adeta yabancı bakışlarla odayı tararken içlerinde nemli bir ateş yanıyordu... Sonra bana baktı; düşünüyor, benim kim olduğumu hatırlamak istiyor gibiydi... ve ansızın... gördüm... beni hatırladı... çünkü bir ürkü, bir kasılma... yüzü düşmanlıkla, dehşetle gerildi... kaçmak istercesine çırpındı kolları... benden uzağa... uzağa, uzağa... onu... geçmişte kalan o saati düşündüğünü anladım... Ama sonra bilinçlenir gibi oldu, bakışları dinginleşti, derin derin soluk aldı... konuşmak, bir şeyler söylemek istediğini sezdim... elleri yeniden kasılmaya başladı... doğrulmak istedi, ama çok güçsüzdü... onu yatıştırdım, üzerine eğildim, o zaman bana uzun uzun, acılı gözlerle baktı... dudakları kıpırdadı... son bir çabayla, 'Kimse bilmeyecek değil mi?... Kimse?' diyebildi.

"'Kimse,' dedim, onu inandırabilmek için tüm gücümü harcayarak, 'size söz veriyorum.'

"Ama gözlerinde hâlâ huzursuzluk okunuyordu... Ateşten yanan dudaklarından belli belirsiz şu sözcükler dökülebildi:

"'Yemin edin... kimse bilmeyecek... yemin edin.'

"Yemin eder gibi elimi havaya kaldırdım. Bana baktı... anlatılmaz bir bakışla baktı... yumuşacıktı bakışı... sıcacıktı, minnettardı... evet gerçekten, gerçekten minnettardı... Bir şey daha söylemek istedi, ama gücü yetmedi. Upuzun yatıyordu, gösterdiği çabadan bitkin düşmüştü, gözleri kapalıydı. İşte o zaman korkunç olay başladı... korkunç olay... tam bir saat boyunca mücadele etti; ama ancak sabah olunca bitti her şey."

Uzunca bir süre sustu. Ne kadar zaman sustuğunu ancak orta güvertedeki çanın sesi sessizliği bölünce fark ettim: bir, iki, üç kez sertçe çaldı çan – saat üçtü. Ayın ışığı gücünü yitirmişti, ama havada bir başka, daha solgun aydınlık titreşiyordu, ara sıra da meltemsi bir rüzgâr esiyordu üzerimize. Yarım saat, bir saat geçince hava aydınlandı, sabahın ışığında havanın griliği çözüldü. Bulunduğumuz yere düşen gölgeler artık yoğun ve koyu olmadığı için yüzünü daha açık seçik görebiliyordum; kasketini çıkarmıştı, saçsız başında acılar içindeki yüzü daha da ürkünç görünüyordu. Parlayan gözlük yine bana çevrildi, adam kendini toparladı, sesinin tonu alaylı ve kesindi.

"Onun sonu gelmişti, ama benimki değil. Ölüyle baş başaydım, ama tanımadığım bir evde, sırlara tahammülü olmayan bir kentte yapayalnızdım ve ben... bu sırrı korumalıydım... İçinde bulunduğum durumu bir düşünün: Sömürgedeki en iyi aileden gelen bir kadın, sağlığı yerinde, bir gece hükümet konağındaki baloda dans ediyor, sonra yatağında ölü olarak yatıyor... yanında güya uşağın çağırmış olduğu yabancı bir doktor var, doktorun nereden, nasıl geldiğini evde gören olmamış, kadını gece bir sedyeyle eve taşıyıp kapıları kilitlemişler... sabahleyin de ölmüş... ancak o zaman hizmetkârları çağırmışlar, evin içi feryat figan dolmuş... bir anda komşular da öğrenmiş durumu, bütün kent de... şimdi birinin bunları açıklaması gerek... yani benim, uzaktaki bir hastaneden gelme bu yabancının... Ne keyifli durum, değil mi?..

"Beni neyin beklediğini biliyordum. Bereket o çocuk yanımdaydı, o efendi oğlan, ne istediğimi gözlerimden anlıyordu; bu sarı benizli üzgün yaratık da burada bir savaş olacağını anlıyordu. 'Neler olup bittiğini kimsenin bilmemesini istiyor bayan,' demiştim ona. Köpek gibi nemli, ama kararlı bakışlarıyla bana bakıp, 'Evet efendim,' demiş, başka da bir şey söylememişti. Ama döşemedeki kan izlerini silmiş, ortalığı düzeltmişti; onun kararlılığı sayesinde ben de kendimi toparlamıştım.

"Hayatımda hiç bu kadar güçlü olmamıştım, bir daha da kolay kolay olamam zaten. İnsan her şeyini kaybederse, elindeki son şeyi kaybetmemek için umarsızca mücadele eder, benim elimdeki son şey de o kadından kalanlardı, onun giziydi. Büyük bir dinginlik içinde, insanlarla görüştüm, hepsine uydurduğum aynı öyküyü anlattım, doktor çağırmak üzere yolladığı çocuğun yolda bana rastladığını söyledim. Ama görünüşte dingin bir biçimde konuşurken... asıl önemli olacak şeyi bekliyordum; defin ruhsatı verecek denetçiyi; o gelmeden cesedi ve onunla birlikte gizini tabuta koyamazdık... Unutmayın ki günlerden perşembeydi, cumartesi günü de kocası dönüyordu...

"Saat dokuzda hükümet doktorunun geldiğini bildirdiler. Onu ben çağırtmıştım, benim hem amirimdi hem de rakibim; kadının bir zamanlar aşağılayarak söz ettiği ve tayin olma talebimi şimdiye dek mutlaka öğrenmiş olması gereken kişiydi. Bana bakar bakmaz hissettim zaten: Bana düşmandı. Ama bu düşmanlık bana daha da güç verdi.

"Daha odaya girmeden sordu: 'Bayan... –adını söyledi kadının– ne zaman... öldü?'

"'Sabah altıda.'

"'Sizi ne zaman çağırttı?'

"'Akşam on birde.'

"'Onun doktoru olduğumu biliyor muydunuz?'

"'Evet, ama bekleyecek zaman yoktu...hem... merhume beni çağırtmıştı. Başka doktor getirtilmesini istememişti.'

"Gözlerini bana dikti: solgun, hafifçe yağ bağlamış yüzü kızarmaya başladı, öfkelendiğini seziyordum. Bana gereken de buydu işte; çabuk karar verilmeliydi, çünkü sinirlerimin daha fazla dayanmayacağını hissediyordum. Ters bir yanıt vermek istedi bana, sonra umursamazca, 'Bana ihtiyacınız olmadığını düşünüyorsunuz ama ölümü ve nasıl olduğunu belgelemek benim görevim.'

"Onu yanıtlamadım, arkasından odaya girdim. Sonra bir adım geri çekilip kapıyı kilitledim, anahtarı alıp masanın üzerine bıraktım. Şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. 'Bu da ne demek?'

"Dingince karşısına dikildim.

"'Burada söz konusu olan, ölüm nedenini saptamak değil, bir başka neden bulmak. Bu kadının beni çağırtma nedeni... talihsiz bir müdahalenin arkasından kendisini tedavi edebilmemdi... onu kurtaramadım, ama ona onurunu koruyacağıma söz verdim, bunu da yapacağım. Bana yardımcı olmanızı rica ediyorum!'

"Gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı. 'Benim, yani hükümet doktorunun burada bir suçu örtbas edeceğini düşünmüyorsunuz herhalde?' diye kekeledi.

"'Evet, düşünüyorum, bunu bekliyorum.'

"'Sizin işlediğiniz bir suç için...'

"'Bu kadına elimi bile sürmemiş olduğumu size söyledim... yoksa şimdi karşınızda durmaz, kendi işimi kendim bitirirdim. Bu kadın suçunun –siz böyle düşünüyorsanız– cezasını çekti, ama herkesin bunu öğrenmesi gerekmez. Bu kadının onurunun gereksiz yere kirletilmesine de izin vermeyeceğim.'

"Benim kararlı ses tonum karşısında iyice öfkelendi. 'Siz buna tahammül... yani... artık benim amirimsiniz ya da amirim olduğunuzu sanıyorsunuz... bana emir vermeye kalkışın bakalım... sizi o sindiğiniz kovuktan buraya çağırdıklarında burada pis bir şeyler döndüğünü hemen anlamıştım zaten... daha temiz bir muayenehanede çalışacaktınız, daha temiz bir göstermelik... Ama şimdi ben muayene edeceğim, ben, altında benim adım olan bir raporda, doğruların yazılacağına emin olabilirsiniz. Bir yalanın altına imza atmam ben.'

"Bense sakindim.

"'Evet; bu defa atacaksınız. Yoksa bu odadan dışarı çıkamazsınız.'

"Bunu söylerken elimi cebime atmıştım, tabancam yanımda değildi. Ama karşımdaki kasıldı. Ona doğru bir adım atıp yüzüne baktım.

"'Dinleyin, size bir şey söyleyeceğim... işler çığırından çıkmasın diye. Hayatım hiç önemli değil... başkasınınki de; nasıl olsa yola çıktım bir kez... benim için önemli olan, vermiş olduğum sözü tutmam ve bu ölümün biçiminin gizli kalması... Dinleyin: Belgeye bu kadının ölümünün sıradan bir ölüm olduğunu yazarsanız, size şerefim üzerine söz veriyorum ki bu hafta içinde bu kentten ve Hindistan'dan ayrılırım; eğer isterseniz, tabut mezara indirildikten ve ben, kimsenin... anlıyor musunuz, kimsenin bu işi araştırmayacağından emin olduktan sonra tabancamı alıp kendimi vururum da. Bu sözlerim yeterli sanırım; yeterli olmalı.'

"Sesimde tehditkâr, tehlikeli bir ton olmuş olmalı ki, ben farkında olmadan ona yaklaşınca, dehşete kapılmışçasına geri çekildi, tıpkı hançerini çekmiş, çılgın gibi koşan Amok koşucusunun önünden kaçan insanlar gibiydi... Bir anda değişiverdi... nasıl desem, büzüldü, tutulup kaldı... sert davranışından iz kalmadı, son bir kez, alttan alarak karşı koymaya çalıştı: 'Hayatımda ilk kez sahte bir belgeyi imzalamış olacağım... yine de, nasılsa bir hal yolu bulunur... neler olduğu biliniyor... ama benim böyle hiç düşünmeden bunu...'

"'Elbette yapmamalıydınız,' diye destekledim onu, kararına yardımcı olmak için –(Haydi çabuk! Haydi çabuk! diye zonkluyordu şakaklarım)– 'ama şimdi, yaşayan birini inciteceğinizi ve ölmüş birine kötülük edeceğinizi düşünürseniz, sanırım hiç tereddüt etmezsiniz.'

"Başıyla evetledi. Masaya yaklaştık. Birkaç dakika içinde ölüm raporu hazırdı (sonradan gazetede de bu rapor yayınlandı, ölümün bir kalp krizi sonucu olduğu açıklanıyordu raporda). Sonra doktor ayağa kalktı, bana baktı:

"'Bu hafta gidiyorsunuz, değil mi?'

"'Söz veriyorum.'

"Yine baktı bana. Sert ve tarafsız görünmek istediğinin farkındaydım. 'Hemen bir tabut getirteyim,' dedi, içinde bulunduğu sıkıntıyı gizlemek için. Ama içimde ne vardı da beni böyle... bu derece rahatsız ediyordu. Birden bana elini uzattı ve içtenlikle sıktı. 'Umarım atlatırsınız,' dedi. Ne demek istediğini anlamamıştım. Hasta mıydım ben? Deli miydim? Kapıya kadar eşlik ettim ona, kapıyı açtım, kalan son gücümle de kapattım. Sonra yeniden şakaklarım zonklamaya başladı, çevremde her şey sallanıyor, dönüyordu; kadının yatağının önünde yere yıkıldım... tıpkı Amok koşucusunun, koşusunun sonunda dayanma gücünün tükenip kendinden geçerek yere yuvarlanması gibi."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro