6. bölüm
Geminin çanı çaldı. İki sert, dolu dolu vuruş, neredeyse kıpırtısız havanın yumuşak gölünde titreşerek sürdü ve sonra, omurganın altında ve heyecanlı konuşmanın arasında ısrarla sürüklenen, hafif, bitmek bilmeyen hışırtının içinde gitgide silindi. Karanlıkta karşımda oturan adam bu sesten ürkmüş olmalı ki konuşması yarım kaldı. Elinin yeniden şişeye uzandığını, içkinin gırtlağından yavaşça aktığını duydum. Sonra, sakinleşmişçesine, titremeyen bir sesle konuşmaya başladı.
"O andan sonraki saatleri size anlatmam çok güç. Şimdi düşünüyorum da o sıralarda ateşimin çıkmış olduğuna inanıyorum, en azından aşırı sinirliydim, neredeyse çılgınlık sınırında bir sinirlilik; daha önce de söyledim ya, 'Amok koşucusu'ydum. Şunu da unutmayın, ben oraya vardığımda günlerden salı, vakit de gece yarısıydı; kocası ise Cumartesi günü –o arada bunu öğrenmiştim– P.&O. gemisiyle Yokohama'dan gelecekti; demek ki karar verip yardım etmem için üç gün, üç kısacık gün kalmıştı. Şunu anlamınızı istiyorum: O kadına derhal yardım etmem gerektiğini biliyordum, ama onunla tek sözcük bile konuşamıyordum. Özellikle de benim o gülünç, kudurmuş davranışım için özür dileme ihtiyacım beni daha da huzursuz ediyordu. Her geçen dakikanın ne kadar değerli olduğunu, bu işin onun için ölüm kalım sorunu olduğunu biliyordum; yine de onun yanına yaklaşıp bir şeyler fısıldama, bir işaret verme fırsatım bile yoktu; çünkü onun arkasından öyle çılgınca, kabaca koşuşum onu ürkütmüştü. Öyle bir durumdu ki... nasıl anlatsam... hani biri bir başkasını bir caniye karşı uyarmak için arkasından koşar da öndeki onu katil sanıp kendi ölümüne koşar ya... O kadın bende yalnızca kendisini aşağılamak için arkasından koşan Amok koşucusunu görmüştü, oysa ben... işte işin korkunç çelişkisi de burada ya... ben artık öyle bir şey düşünmüyordum... ben pes etmiştim, yalnızca ona yardım etmek, kulu kölesi olmak istiyordum... ona yardım edebilmek için adam bile öldürürdüm, suç işlerdim, oysa o bunu anlamıyordu. Sabah uyanır uyanmaz yine hemen kadının evine koştum, yumrukladığım çocuk kapının önünde bekliyordu, beni uzaktan görür görmez –beni bekliyor olmalıydı– kapıdan içeri dalıverdi. Belki de gizlice gidip geldiğimi bildirmek için yapmıştı bunu, ya da belki... ah bu belirsizlik nasıl da acı veriyor bana şimdi... belki de beni karşılamak üzere hazırlanmışlardı... ama çocuğu görüp de çıkardığım rezaleti hatırlayınca o evi ziyaretten vazgeçen yine ben oldum... dizlerim titriyordu. Tam kapının eşiğine varmışken geri dönüp oradan uzaklaştım... ben giderken belki de kadın benzer acılar içinde beni bekliyordu.
"Ayaklarımın altında alev alev yanan o yabancı kentte ne yapacağımı bilemez durumdaydım. Birden aklıma bir şey geldi, bir araba çağırdım, daha önce hastanemde yardım etmiş olduğum başkan yardımcısına gittim, kendisiyle görüşmek istediğimi bildirdim. Dış görünüşüm herhalde çok tuhaftı, çünkü başkan yardımcısı bana adeta korku dolu gözlerle baktı, nezaketinde bir huzursuzluk gizliydi... belki bende Amok koşucusunu görmüştü... Kısa ve öz sözcüklerle ona kente tayin edilmeyi istediğimi, bulunduğum yerde artık kalamayacağımı bildirdim... derhal buraya taşınmalıydım... Bana baktı... bana nasıl baktığını size anlatamam... Bir doktorun hastasına baktığı gibi baktı... 'Sinir krizi geçiriyorsunuz, sevgili doktor,' dedi sonra, 'sizi çok iyi anlıyorum. Tamam bir şeyler ayarlarız, ama ancak... dört haftada olur... yerinize koyacak birini bulmalıyız önce.'
"'Bekleyemem,' dedim, 'bir gün bile bekleyemem.' Yine tuhaf tuhaf baktı bana. 'Beklemeniz gerek doktor,' dedi ciddi bir sesle, 'revir doktorsuz kalamaz. Ama size söz veriyorum, hemen bugün harekete geçeceğim.' Dişlerimi sıkıp durdum orada; satılmış biri, bir köle olduğumu ilk kez açıkça seziyordum. Adamakıllı inatlaşmaya hazırlanıyordum ki ustaca konuşan o adam benden önce davrandı: 'İnsanlara yabancılaşmışsınız doktor, bu da bir tür hastalıktır. Buraya hiç gelmemeniz, hiç tatile çıkmamanız hepimizi şaşırtıyordu. İnsanların içine girmeye, hareketlenmeye ihtiyacınız var. Hiç olmazsa bu akşam bize katılın, hükümet konağında bir davet var, bütün koloni orada olacak, hem sizinle ne zamandır tanışmak isteyenler de var, hep sizi soruyorlar, buraya gelmenizi istiyorlardı.'
"Son sözcükleri birden ilgimi çekti. Beni mi soruyorlardı? Acaba soran o kadın mıydı? Birden değişiverdim: Beni davet ettiği için kibarca teşekkür edip tam vaktinde gelirim dedim. Gittim de, hem de erkenden. Sabırsızlığım yüzünden hükümet konağının o kocaman salonuna ilk gelenin ben olduğumu, çevremde yalınayak, sağa sola savrula savrula koşuşturan sarı derili hizmetkârların arkamdan –kafam öyle karışıktı ki belki de bana öyle geliyordu– benimle alay ettiklerini söylememe gerek var mı? Sessizce yürütülen o hazırlıkların içinde, on beş dakika boyunca tek Avrupalı ben oldum, öylesine bir başımaydım ki, yelek cebimdeki saatin tik taklarını duyuyordum. Sonunda aileleriyle birlikte birkaç hükümet memuru geldi, arkalarından da vali göründü; uzun uzadıya konuştu benimle, nazik ve ustalıklı yanıtlar verdim sorularına ta ki... ta ki, nasıl doğduğunu bilemediğim bir gerginliğe düşüp dilim dolanana ve kekelemeye başlayana kadar. Sırtımı salonun kapısına yaslamış olmama karşın, o kadının içeri girdiğini, salonda bulunduğunu sezdim; nasıl olup da bu kadar emin olduğumu size söyleyemeyeceğim, ama valiyle konuşurken, adamın sözleri kulaklarımda yankılanırken bile arkamda kadının varlığını hissettim. Bereket vali konuşmasını uzatmadı, yoksa neredeyse arkamı dönmek üzereydim, sinirlerim anlaşılmaz bir biçimde öylesine gerilmiş ve merakım öylesine bilenmişti ki. Gerçekten de arkama döner dönmez, bulunduğunu bilinçaltımda hissettiğim yerde buldum onu. Dar, bembeyaz omuzlarını mat fildişi gibi öne çıkaran sarı bir tuvalet giymişti, bir grup insanın ortasında durmuş sohbet ediyordu. Gülümsüyordu, ama bana yüzü gerginmiş gibi geldi. Ona yaklaştım –beni göremiyor ya da görmek istemiyordu– ve incecik dudaklarının çevresinde tatlı tatlı, kibar kibar titreşen gülümsemeye baktım. Bu gülümseme yeniden başımı döndürdü, çünkü onun... onun sahte olduğunu biliyordum, sahteydi, sanattı, teknikti, tam bir ikiyüzlülüktü. Bugün çarşamba diye düşündüm, cumartesi günü kocasının gemisi geliyor... nasıl böyle gülümseyebilir... böyle kendisinden emin olarak, kayıtsızca gülümseyebilir, yelpazesini korku içinde elinde ezeceğine nasıl böyle iki yana sallayabilir? Ben... bir yabancı olan ben... tam iki gündür o saati korkuyla bekliyordum, bir yabancı olan ben o kadının korkularını, dehşetini, alabildiğine coşmuş duygularla yaşıyordum... o ise kalkmış baloya gidiyor, durmadan gülümsüyordu.
"Arka planda müzik duyuldu. Dans başladı. Yaşlıca bir subay, kadını dansa davet etmişti, sohbet ettiği insanlardan izin isteyerek ayrıldı, subayın koluna girdi, yanımdan geçip yandaki salona yürüdü. Beni gördüğü anda yüzü şiddetle kasıldı, ama bir saniye sürdü bu, sonra beni tanıdığını belli eden kibar bir gülümseyişle, öylesine tanıştığı biriymişim gibi (ben ona selam verip vermemeye henüz karar verememişken) selamladı beni: 'İyi akşamlar doktor,' ve geçip gitti. O gri-yeşil bakışların neler gizlediğini hiç kimse tahmin edemezdi, ben de bilmiyordum. Neden selam vermişti bana, neden birdenbire kabullenivermişti? Bir savunma mıydı bu, yakınlaşma mıydı, yoksa beklenmedik bir şeyin verdiği şaşkınlık mı? Nasıl bir heyecan içinde orada kalakaldığımı size anlatmam olanaksız, içimde her şey kabarmış, patlayacak gibi gerilmişti; onun, subayın kollarında tasasızca vals yapışını görüyordum, alnında kaygısızlığın dingin pırıltısı, oysa ben onun da... onun da benim gibi yalnızca bir tek şeyi düşündüğünü biliyordum, bu salonda onunla benim korkunç bir gizi paylaştığımızı biliyordum; o ise vals yapıyordu, işte o saniyelerde içimdeki korku, hırs ve hayranlık bir anda tutkuya dönüştü; beni gözleyen olup olmadığını bilmiyorum ama benim davranışım, onun sakladığından çok daha fazlasını açığa vuruyordu. Gözlerimi ondan alamıyordum; gözüm onun üstündeydi, evet üstündeydi, maskesi bir an için olsun düşer mi diye onun o ifadesiz yüzünü adeta emiyor, onca uzaktan didikliyordum. Bu keskin bakışlarımdan hoşlanmamış olmalıydı. Kavalyesinin kolunda geri dönerken bir saniyenin binde birinde baktı bana, hem emir verir, hem iter gibiydi; alnında, daha önceden tanıdığım, kibirli öfkesinin o küçücük kötü kırışığı belirmişti.
"Ama... ama... söylemiştim size, Amok koşucusuydum ben, ne sağa bakıyordum ne sola. Ne demek istediğini hemen anladım, bu bakışın anlamı şuydu: Kimsenin gözüne çarpma! Kendini tut! Onun benden... nasıl söyleyeyim... burada, herkesin içinde, bir şey belli etmememi istediğini anlamıştım. Şimdi çıkıp gidersem, ertesi gün onun beni kabul edeceğinden emin olabilirdim, bunu biliyordum... onunla aramda bir tür yakınlık olduğunu belli etmemi istemiyordu, şimdi istemiyordu... benim beceriksizliğim yüzünden olay çıkmasını –haklı olarak– istemiyordu. Görüyorsunuz... her şeyi biliyordum, bu buyurgan, karanlık bakışları anlıyordum, ama... ama onunla konuşmadan duramayacaktım. Sohbet ettiği gruba doğru sarsak adımlarla yürüdüm, oradakilerden yalnızca birkaçını tanımama karşın yanlarına sokuldum, amacım onun sesini duymaktı, yine de dayak yemiş bir köpek gibi kaçıyordum onun bakışlarından, bakışları soğukça değip geçiyordu bana, sanki dayandığım kapı perdelerinden biriydim ya da perdeleri hafifçe dalgalandıran havaydım. Bana söyleyeceği bir sözcüğü, beni onayladığını gösteren bir işaretini özlemle bekleyerek durdum orada, o hareketli konuşmaların ortasında, gözlerim bir noktaya dikili, kazık gibi durdum. Öylece duruşum herkesin dikkatini çekmiş olmalı ki kimse benimle konuşmadı, benim o gülünesi varlığım ona da acı vermiş olmalı.
"Orada ne kadar o durumda kaldığımı bilmiyorum... sonsuzluk kadar sürdü... büyülenmiş gibiydim. Özellikle de geçmek bilmeyen öfkem elimi ayağımı felç etmişti... Ama kadın daha fazla dayanamadı... ansızın doğasının o çarpıcı tazeliğiyle yanındaki erkeklere döndü ve, 'Biraz yorgunum,' dedi. 'Bugün erken yatmak istiyorum... İyi geceler!' sonra bir yabancıyı selamlar gibi başını hafifçe eğip yanımdan geçti... alnındaki kırışığı ve sonra da onun sırtını gördüm, beyaz, soğuk, çıplak sırtını. Onun gittiğini anlayana kadar bir saniye geçti... bu akşam, kurtulabileceğim tek akşam olan bu akşam onu artık göremeyeceğimi, onunla konuşamayacağımı anlayana kadar. Ne olduğunu anlayana kadar bir an kalakaldım orada... sonra... sonra...
"Ama durun... durun... Yaptığımın anlamsızlığını, saçmalığını anlayamayabilirsiniz... size o salonu iyice betimlemem gerek... Hükümet konağının büyük salonundaydık, bütün ışıklar yanıyordu, neredeyse boştu o koca salon... çiftler dansa gitmişlerdi, erkeklerse oyuna... yalnızca köşelerde sohbete dalmış birkaç çift vardı... salon boştu anlayacağınız, her hareket göze çarpıyordu o parlak ışığın altında... ve o, işte bu kocaman, geniş salonun içinden omuzlarını dikleştirerek ağır ağır, salına salına yürüyüp geçti, ara sıra o tanımlaması olanaksız tavrıyla birine selam veriyordu, beni kendine bağlayan o görkemli, buz gibi, soylu dinginliğiyle. Bense... bense geride kalmıştım, söyledim ya, adeta felç olmuştum, sonunda onun gitmekte olduğunu kavradım... ben ne olduğunu anlayana kadar o salonun öteki ucuna, kapıya varmıştı bile... O zaman... ah, şimdi bunu düşünmek bile utandırıyor beni, birden kendimi toparladım ve koştum, duydunuz mu koştum, yürümedim, takır takır ses çıkaran ayakkabılarımla salonu koşarak geçtim, onun arkasından gittim. Adımlarımın sesini duyuyor, herkesin şaşkınlık dolu bakışlarını üzerimde hissediyordum... utançtan yerin dibine geçebilirdim... daha koşarken yaptığım çılgınlığın farkındaydım... ama artık... artık geri dönemezdim. Kapıda ona yetiştim... bana döndü, gözleri kurşuni bir çelik gibi içime işledi, burun delikleri öfkeden titriyordu, kekeleyerek konuşacaktım ki... birden... birden bir kahkaha attı... berrak, kaygısız, içten gelen bir kahkaha ve yüksek sesle, herkesin duyabileceği bir sesle, 'Ah, doktor,' dedi, 'oğluma yazacağınız reçete şimdi aklınıza geldi demek... ah, şu bilim adamları...' Yakınımızda duran birkaç çift iyi niyetle güldüler... anladım, durumu kurtarmakta gösterdiği ustalık beni sersemletmişti... elimi cebime atıp bloknotumu çıkardım, boş bir yaprak kopardım... yaprağı önemsemeden aldı, sonra da... soğukça, teşekkür edercesine gülümseyip gitti... İlk önce ferahladım, ustalığıyla benim çılgınlığımı telafi ettiğini, durumu kurtardığını görmüştüm... aynı zamanda her şeyi yitirmiş olduğumu, bu kadının, o aşırı çılgınlığım yüzünden benden nefret ettiğini de anlamıştım... hem de ölesiye nefret ettiğini... kapısının önüne yüz kez de gitsem her seferinde beni kovacaktı.
"Sendeleyerek yürüdüm salonda... insanların bana baktıklarını fark ediyordum... herhalde tuhaf bir görünümüm vardı. Büfeye gidip peş peşe iki, üç, dört kadeh konyak yuvarladım... bu beni yere yıkılmaktan kurtardı... sinirlerim iyice laçka olmuştu, dayanamıyordum... Sonra yan kapıların birinden, bir suçlu gibi gizlice dışarı süzüldüm... Kadının kahkahasının hâlâ duvarlarda asılı kaldığı o salondan beni hiçbir güç bir daha geçiremezdi artık. Gittim, tam olarak nereye gittiğimi bilemiyorum... birkaç meyhaneye girip çıktım ve sarhoş oldum... Bir saniye bile ayık kalmak istemeyen biri gibi kafayı çektim... ama duyularım uyuşmuyordu bir türlü... onun kahkahası aklımdan çıkmıyordu, tiz ve kötücül kahkahası... o kahkahayı, o lanet olası kahkahayı aklımdan silemiyordum... Sonra limanda oradan oraya dolaştım... tabancamı evde bırakmamış olsaydım kendimi vurabilirdim. Bundan başka hiçbir şey düşünemiyordum, kafamda bu düşünceyle eve gittim... dolabın sol yanındaki, tabancamın durduğu çekmeceye salt bu düşünceyle yaklaştım... yalnızca bu düşünceyle.
"Kendimi öldürmememin nedeni... size yemin ederim ki korkaklık değildi... silahın o soğuk horozuna basmak benim için bir kurtuluş olurdu... ama nasıl anlatsam... içimde bir sorumluluk hissediyordum... o kadının bana ihtiyacı olabileceği, ihtiyacı olduğu düşüncesi beni deli ediyordu, odaya döndüğümde perşembe sabahı olmuştu, cumartesi günü de ... söylemiştim ya... gemi gelecekti, bu kadının, bu kibirli, gururlu kadının, kocasının ve herkesin önünde bu utanca dayanamayacağını biliyordum... düşüncesizce harcanan o değerli günleri, zamanında yapılacak bütün yardımları engellemiş olan o saçma aceleciliğimi düşünmek beni nasıl eziyordu bilseniz... odamda saatlerce, evet yemin ederim saatlerce bir aşağı bir yukarı dolaştım, ona nasıl yaklaşabilirim, olanları nasıl telafi edebilirim, ona nasıl yardımcı olabilirim diye beyin patlattım... çünkü onun beni artık evine sokmayacağına emindim... onun gülüşünü, burun deliklerinin öfkeyle titreyişini bütün hücrelerimde duyuyordum hâlâ. O üç metrelik küçücük odada saatlerce, gerçekten saatlerce dolandım durdum... sabah oldu, öğle üzeri oldu...
"Birden kendimi masanın başında buldum... Bir deste mektup kâğıdı alıp ona mektup yazmaya başladım... her şeyi yazıyordum... yaltaklanıyor, bağışlanmamı diliyor, ben bir çılgınım, caniyim diyordum... bana güvenmesini istiyordum... eğer isterse bir saat içinde o kentten uzaklaşacaktım, o ülkeden, hatta dünyadan... tek istediğim beni bağışlaması, bana güvenmesiydi, son anda, en son anda ona yardım etmeme izin vermesiydi, böylece tam yirmi sayfa doldurdum... bu yazdıklarım, cinnet anında yazılmış anlatılmaz, müthiş bir mektup gibiydi, masadan kalktığımda ter içindeydim, oda çevremde dönüyordu, bir bardak su içmek zorunda kaldım... Ancak ondan sonra mektubu bir kez okumayı denedim, ama ilk satırları okurken içimi dehşet sardı... titreyerek katladım mektubu, bir zarf aldım... İşte o anda birden sarsıldım. Asıl ne yazmam gerektiğini, taşı gediğine koyacak sözcükleri bulmuştum. Yazı kamışını tekrar elime aldım, en son sayfaya şunları yazdım: 'Burada, sahildeki otelde sizin beni bağışladığınızı bildirecek haberi bekleyeceğim. Saat yediye kadar sizden bir yanıt almazsam, kendimi vuracağım.'
"Sonra mektubu aldım, oteldeki çocuklardan birini çağırıp mektubu hemen yerine ulaştırmasını istedim ondan. Sonunda her şeyi söylemiştim – her şeyi!"
Yanı başımızda bir şey tıkırdadı, tangırdadı. Eliyle sertçe çarpınca viski şişesini devirmişti; yerleri yoklayarak onu aradığını duydum, sonra birden elini uzatıp tutuverdi şişeyi; sonra da o boş şişeyi küpeştenin üstünden denize fırlattı. Birkaç dakika sessiz kalmıştı, sonra yeniden başladı söze, bu kez daha da heyecanlı ve telaşlıydı anlatımı.
"Artık inançlı bir Hıristiyan değilim ben... benim için cennet de yok, cehennem de... cehennem diye bir şey varsa da korkmuyorum ondan, çünkü bu cehennem, benim o gün öğle öncesinden akşama kadar yaşadığım saatlerden daha kötü olamaz... Küçük bir oda düşünün, güneşin sımsıcak ısıttığı, hele öğle güneşinde ateş gibi... içinde masa, sandalye ve yataktan başka bir şey olmayan küçük bir oda... masanın üzerinde yalnızca bir saat ve bir tabanca... masanın önünde de bir adam... bu masadan ve saatin saniye kolundan gözünü ayırmayan bir adam... yemek yemeyen, içki içmeyen, sigara içmeyen ve heyecanlanmayan bir adam... bu adam... iyi dinleyin... bu adam tam üç saat boyunca... gözünü kadranın beyaz çerçevesinden ve bu çerçeve boyunca tik taklarla ilerleyen koldan ayırmadı. O günü... o günü böyle geçirdim, yalnızca bekledim, bekledim, bekledim... ama bu bekleyişim tıpkı... tıpkı bir Amok koşucusunun anlamsızca, yolundan sapmadan, çılgınca, hayvanca bir inatla yaptığı şey gibiydi.
"Evet... ben size bu saatleri betimleyemeyeceğim... bu olanaksız... böyle bir şeyi, aklını kaçırmadan yaşamanın nasıl mümkün olabildiğini ben de anlayamıyorum... İşte... saat tam üç yirmi ikide... bunu biliyorum, çünkü gözüm saatteydi, birden kapı tıklatıldı... Ayağa fırladım... kaplanın avının üstüne atlaması gibi bir fırlamaydı bu; bir hamlede odayı geçip kapıya varıyorum, kapıyı açıyorum, kapının önünde ürkek bir küçük Çinli çocuk duruyor, elinde katlanmış bir kâğıt var, ben kâğıdın üstüne atlarken Çinli bir anda gözden kayboluyor.
"Kâğıdı açıyorum, okumak istiyorum, ama okuyamıyorum. Gözlerim kıpkırmızı... şu işkenceye bakın, sonunda, en sonunda o kadından bir haber alıyorum, ama gözbebeklerimin önünde her şey titreşiyor, kıpırdıyor... başımı suyun altına sokuyorum, biraz gözüm açılıyor, kâğıdı yeniden elime alıp okuyorum: 'Çok geç! Ama evde bekleyin. Belki size telefon ederim.'
"Eski bir broşürden kopartılmış o buruşuk kâğıt parçasında imza yoktu, kurşunkalemle aceleyle yazılmış, birbirine girmiş harfler aslında yazısı düzgün birine ait... bu kâğıdın beni neden bu kadar sarstığını bilmiyorum... bir dehşet, bir gizem saklıydı o kâğıtta, sanki kaçarken, yolda bir pencerenin girintisine dayanılarak ya da hareket halindeki bir arabanın içinde yazılmış gibiydi... Bu gizemli kâğıttan benim ruhuma tanımlanmayan bir şey vurdu soğuk soğuk, korku gibi, telaş gibi, dehşet gibi bir şeydi bu... yine de... yine de mutluydum; bana yazmıştı, henüz ölmemeliydim, ona yardım edebilirdim... belki... edebilirdim... en çılgın olasılıkların, umutların içine gömüldüm, o küçük kâğıdı yüz kez, bin kez okudum, öptüm... unutulmuş, atlanmış bir sözcük var mı diye inceledim onu... kurduğum hayaller gitgide derinleşti, karıştı, sanki açık gözle muhteşem bir düş görüyordum, felç olmuştum sanki, uykuyla uyanıklık arasında belirsiz ama yine de hareketli bir şey yaşıyordum, belki çeyrek saat sürdü bu, belki de birkaç saat...
"Birden irkildim... Kapı mı çalınmıştı?.. Soluğumu tuttum... bir dakika, iki dakika kıpırtısız bir sessizlik... Sonra yine yavaşça, tıpkı fare kemirir gibi, kapıda hafif ama ısrarlı bir tıkırtı... Ayağa fırladım, dengemi bulamamıştım, kapıyı ardına kadar açtım, dışarıda o çocuk duruyordu, yumruğumla ağzını dağıttığım çocuk... esmer yüzü kül rengi olmuştu, şaşkın bakışlarından mutsuzluk okunuyordu... Korkunç bir şey olduğunu sezdim. 'Ne... ne oldu?' diyebildim güçlükle. 'Come quickly,' dedi, başka da bir şey söyleyemedi... Merdivenden aşağı atıldım, o da peşimden geldi. Bir sado, yani küçük bir araba bekliyordu kapıda, hemen bindik... 'Ne oldu?' diye sordum çocuğa. Titreyerek baktı bana ve dudaklarını sımsıkı kapayıp sustu... Bir kez daha sordum; ama o hiç konuşmadı... İçimden yine suratına yumruğu patlatmak geliyordu, ama kadına bir köpek gibi sadık oluşu yüreğimi sızlatmıştı... bir daha soru sormadım... Küçük araba kalabalığın arasından öyle bir hızla geçiyordu ki insanlar küfürler savurarak iki yana fırlıyorlardı; sahilde Avrupalıların oturduğu mahalleden çıkıp yoksulların mahallesine geçtik ve devam ettik, Çinlilerin karmaşasının içine girdik... Sonunda daracık bir sokağa geldik, iyice kentin dışındaydı burası... alçak bir evin önünde durduk... Pis bir evdi bu, kendi içine gömülmüş gibiydi; önde, kapısında fener asılı bir dükkân vardı... içinde esrar çekilen evlerin ya da genelevlerin gizlendiği, hırsız yuvası ya da hırsızlara yataklık eden yerlerden biriydi... Çocuk kapıyı telaşla çaldı... Kapının aralığından biri fısıldadı, üst üste sorular sordu... Artık dayanamadım, oturduğum yerden fırladım, aralık duran kapıyı itip açtım... yaşlı bir Çinli kadın bir çığlık atarak geriye kaçtı... çocuk arkamdan geldi, beni koridordan geçirdi... bir başka kapıyı açtı... karanlık bir odaya açılıyordu bu kapı, keskin bir içki kokusu vardı içeride ve pıhtılaşmış kanın pis kokusu. Odada bir şey inledi, el yordamıyla ilerledim..."
Yine sustu adam. Sonra duyduğum ses, konuşmadan çok hıçkırığa benziyordu.
"El yordamıyla... el yordamıyla ilerledim... ve orada... orada, pis bir şiltenin üzerinde... acıdan iki büklüm olmuş... inleyen bir insan parçası vardı... o vardı...
"Karanlıkta yüzünü göremiyordum... Gözlerim henüz karanlığa alışmamıştı... bunun için ellerimin yardımıyla yürüdüm... eli... sıcaktı... yanıyordu... Ateşi vardı, yüksek ateşi... tüylerim diken diken oldu... her şeyi anlamıştım... benden kaçıp buraya sığınmıştı... pis bir Çinli kadının elinde sakatlanmıştı... çünkü buradaki insanların ağızlarını açmayacağını umuyordu... bana güvenmektense şeytan gibi bir cadının kendini öldürmesine izin vermişti... çünkü çılgın ben, onun gururunu yaralamış, zamanında yardımcı olmamıştım... benden korktuğundan daha az korkuyordu ölümden çünkü...
"Işık istedim haykırarak. Çocuk fırladı; iğrenç Çinli kadın titreyen elleriyle isli bir gaz lambası getirdi... O sarı benizli rezilin gırtlağına sarılmamak için kendimi güç tuttum... lambayı masaya koydular... lambanın sarı, parlak ışığı işkence çekmiş o bedenin üzerine vuruyordu... Ve birden... birden her şeyden sıyrıldım, bütün o sersemlikten, öfkemden, pis bir gübre yığını gibi birikmiş tutkumdan... artık yalnızca doktordum, yardım eden, hisseden, bilen bir insandım... kendimi unutmuştum... açılmış zihnim, aydınlık kafamla o korkunç şeyle mücadele ediyordum... Düşlerimde arzuladığım o çıplak bedeni artık... nasıl söyleyeyim... bir nesne olarak, bir organizma olarak görüyordum... hissettiğim artık kadın değil, ölüme karşı savaşan bedendi, ölümcül bir acıyla kıvranan o insanı hissediyordum... Kanı; sıcak, kutsal kanı ellerime fışkırıyordu, ama ne şehvet duyuyordum, ne de dehşet... yalnızca doktordum şimdi... yalnızca çekilen acıyı görüyordum ve...
"Ve bir mucize olmazsa her şeyin bitmiş olduğunu da gördüm bir anda... o cani, beceriksiz ellerin altında yaralanmış, kanı neredeyse tükenmişti... bu leş kokulu kovukta o kanı durduracak hiçbir şey yoktu elimde, temiz su bile yoktu... elimi neye atsam leş gibiydi...
"'Hemen hastaneye gitmeliyiz,' dedim. Ben bunu söyler söylemez, o perişan beden birden doğruldu. 'Hayır... hayır... ölmeyi yeğlerim... kimse bilmemeli... bilmemeli... eve gidelim... eve gidelim...'
"Anlamıştım... onun için önemli olan sırrıydı, onuruydu... hayatı değil... Ben de – ben de onu dinledim... Çocuk bir sedye getirdi... kadını üstüne yatırdık... ve böylece... o bitkin ve ateşli, neredeyse cansız bedeni... gecenin içinde taşıdık... eve götürdük... sorular soran, dehşete düşen hizmetkârları yanıtsız bıraktık, bir hırsız gibi onu odasına taşıyıp kapıyı kilitledik... Sonra da... sonra da ölüme karşı o uzun savaş başladı..."
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro