8
"Çok güzel olacak," dedi Charlotte, "Parlamentoya girince! -değil mi? Nasıl da güleceğim! Mektuplarının Sayın Mebus diye yazıldığını görmek pek gülünç olacak. -Ama biliyor musunuz, benim mektuplarıma torpil geçmeyecekmiş. Olmaz diyor. Değil mi, Mr Palmer?"
Mr Palmer ona aldırmadı.
"Yazı yazmaya dayanamaz," diye devam etti"çok can sıkıcı diyor."
"Hayır;" dedi Mr Palmer, "asla öyle akıldışı bir şey demedim. Bütün dil yanlışlarını bana yamamaya çalışma."
"Alın işte; ne kadar tuhaf, görüyorsunuz. Her zaman böyle bu! Bazen yarım gün benimle konuşmadığı oluyor, sonra da böyle tuhaf bir şeyle ortaya çıkıyor -laf ola beri gele yani."
Oturma odasına dönerlerken Mr Palmer'ı çok beğenip beğenmediğini sorarak Elinor'u hayli şaşırttı.
"Elbette;" dedi Elinor, "gayet hoş birine benziyor."
"İyiBeğendiğine sevindim. Zaten beğeneceğini düşünüyordum, çünkü çok sevimlidir; Mr Palmer da seni ve kardeşlerini çok sevdi bence; Cleveland'a gelmezseniz nasıl üzülür anlatamam. -İtiraz etmenizi anlayamıyorum zaten."
Elinor tekrar daveti geri çevirmek zorunda kaldı; konuyu değiştirerek ısrarlarına bir son verdi. Aynı vilayette yaşadıklarına göre Mrs Palmer'ın Willoughby'nin genel karakteri konusunda onu kısmen tanıyan Middletonlar'ın verebileceğinden daha ayrıntılı bilgi verebilecek durumda olmasını muhtemel görüyordu ve kimden olursa olsun, delikanlının Marianne için tehlike olma ihtimalini ortadan kaldırabilecek meziyetlerinin teyidini almayı çok istiyordu. Mr Willoughby'yi Cleveland'da sık görüp görmediklerini, onu yakından tanıyıp tanımadıklarını sorarak başladı.
"A evet, şekerim; onu gayet iyi tanıyorum," diye cevapladı Mrs Palmer"Onunla bir konuşmuşluğum yoktur gerçi; ama onu her zaman şehirde görürüm. Bir seferinde o Allenham'dayken ben de nasıl olduysa Barton'da kalıyordum. Annem onu burada bir kez gördü; -ama ben Weymouth'da amcamın yanındaydım. Mamafih, onu Somersetshire'de çokça görürdük diyebilirdim, ama şanssızlık işte, köyde hiç beraber olamadık. Combe'da pek az bulunuyor sanırım: ama daha çok da kalsa sanmam ki Mr Palmer onu ziyaret etsin, çünkü muhalefette, biliyor musun, ayrıca orası çok uzak. Onu neden soruşturduğunu biliyorum; kardeşin onunla evlenecek. Feci sevindim buna, çünkü kardeşin bana komşu gelecek."
"İnanın," diye cevapladı Elinor, "siz meseleyi benden daha iyi biliyorsunuz, böyle bir evlilik beklemek için sebebiniz olduğuna göre."
"İnkar ediyormuş gibi yapma, çünkü malum, herkes bundan bahsediyor. İnan ben gelirken şehirde duydum."
"Aman Mrs Palmer!"
"Vallahi öylePazartesi sabahı Bond-street'te Albay Brandon'a rastladım, şehirden ayrılmamızdan hemen önce; o da bana doğrudan anlattı."
"Beni şaşırtıyorsunuz. Size Albay Brandon anlattı! Mutlaka yanılıyor olmalısınız. Böyle bir haberi o haberle ilgisi olamayacak birine vermek, doğru bile olsa, Albay Brandon'dan bekleyeceğim bir şey değil."
"Ama sizi temin ederim öyle oldu, hatta size nasıl olduğunu da anlatayım. Onunla rastlaşınca geri dönüp bizimle beraber yürüdü; ablamla eniştemden bahsetmeye başladık, şundan bundan derken, ona dedim ki, 'Ee Albay, duydu ğuma göre Barton kulübesine yeni bir aile gelmiş, annem haber göndermiş, çok tatlı insanlar diyor, içlerinden biri de Combe Magna'lı Mr Willoughby'yle evlenecek diyor. Doğru mu? Çünkü bilmeniz lazım, daha yeni Devonshire'de olduğunuza göre.'"
"Peki, Albay ne dedi?"
"Ha! -Pek bir şey demedi; ama doğru olduğunu biliyormuş gibi baktı, o zaman işte kesin olduğunu anladım. Çok keyifli olacak bence! Düğün ne zaman?"
"Mr Brandon iyiydi umarım."
"A evet, gayet iyi; sizi öve öve bitiremedi, hakkınızda çok güzel şeyler söyledi."
"Övgüleri gururumu okşadı. Harikulade bir adama benziyor; onu olağanüstü hoş buluyorum."
"Ben de öyle. -Öyle çekici bir adam ki, o kadar ciddi ve o kadar sıkıcı olması çok yazık. Annem onun da kızkardeşine aşık olduğunu söylüyor. -Emin ol onun aşık olması büyük iltifattıı; çünkü kolay kolay kimseye aşık olmaz."
"Mr Willoughby sizin Somersetshire'de iyi tanınıyor mu?" dedi Elinor.
"Ya evet, gayet iyi; yani, çok kişinin onu tanıdığını sanmıyorum, çünkü Combe Magna çok uzakta; ama sizi temin ederim herkes onun son derece iyi biri olduğunu düşünüyor. Nereye giderse gitsin kimse Mr Willoughby'den daha fazla sevilmez, siz de kardeşinize öyle söyleyebilirsiniz. Onu etkilediğine göre feci şanslı bir kız, şerefim üstüne; yo, o da onu etkilediği için daha bile şanslı, çünkü çok güzel ve sevimli bir kız, herşeye layık. Mamafih, senden daha güzel olduğunu düşünmüyorum, emin ol; bence ikiniz de son derece güzelsiniz ve eminim Mr Palmer da öyle düşünüyor, dün gece kendisine itiraf ettiremediysek de."
Mrs Palmer'ın Willoughby hakkındaki bilgisi pek elle tutulur gibi değildi; ama delikanlı lehine her tanıklık, ufak da olsa, onun için sevindiriciydi.
"Sonunda tanıştığımız için çok memnunum," diye devam etti Charlotte. -"Şimdi umarım her zaman çok iyi arkadaş oluruz. Seni görmeyi nasıl istiyordum bilemezsin! Kulübede yaşaman çok keyifli! înan hiçbir yer orası gibi olamaz! Kızkardeşinin de iyi bir evlilik yapacağına çok sevindim! Umarım sık sık Combe Magna'ya gelirsin. Her bakımdan tatlı bir yerdir."
"Albay Brandon'ı uzun zamandır tanıyorsunuz değil mi?"
"Evet, çok uzun zamandır; ablam evlendiğinden beri. -Sir John'un yakın arkadaşıydı. Herhalde," diye ekledi alçak sesle, "benimle evlenmeyi çok isterdi, mümkün olsaydı. Sir John'la Lady Middleton da çok istediler. Ama annem benim için yeterince iyi bir kısmet olmadığını düşündü, yoksa Sir John meseleden Albay'a söz ederdi, biz de hemencecik evlenirdik."
"Albay Brandon Sir John'un annenize yaptığı teklifi önceden bilmiyor muydu? Sizi sevdiğini söylememiş miydi?"
"Yo hayır; ama annem itiraz etmeseydi bence o herşeyden çok isterdi bunu. O zaman beni sadece iki sefer görmüştü, çünkü ben okuldan ayrılmazdan önceydi. Mamafih, böyle de çok mutluyum. Mr Palmer tam hoşlandığım türden bir erkek."
Palmerlar Cleveland'a ertesi gün döndüler ve Barton'daki iki aile yine birbirlerini oyalamak konusunda baş başa kaldılar. Ama bu da uzun sürmedi; Elinor son ziyaretçilerini aklından ancak çıkarmış, Charlotte'un sebepsiz yere o kadar mutlu olmasına, Mr Palmer'ın önemli yetenekleri olduğu halde o kadar basit davranmasına ve karı koca arasında sık sık ortaya çıkan garip uyumsuzluğa hayret etmeyi ancak bitirmişti ki, Sir John'la Mrs Jennings'in cemiyet işgüzarlığı ona tanışıp gözlemleyeceği başka bir yeni ahbap getirdi.
Bir sabah Exeter'e yaptıkları yolculukta iki genç hanıma rastlamışlardı; Mrs Jennings hanımların akrabası olduklarını memnuniyetle öğrenmiş, bu da Sir John'un onları Exeter'deki işleri biter bitmez hemen Park'a davet etmesi için yeterli olmuştu. Exeter'deki işleri böyle bir davet karşısında hemen yenik düşmüş ve Lady Middleton Sir John'un dönüşünde az buz bir telaşa kapılmamıştı, çok yakında hayatında hiç görmediği, nezaketlerinden, hatta makul ölçüde kibarlıklarından bile emin olmadığı iki kızı misafir edeceğini öğrenince; kocasının ve annesinin onu bu konuda rahatlatma çabaları boşa gitti. Kızların akrabası olması durumu daha da kötüleştiriyordu; Mrs Jennings'in gösterişe o kadar aldırmamasını, neticede hepsinin kuzen olduklarını ve birbirlerini idare etmeleri gerektiğini salık vererek kızını teselli etme çabaları da
o yüzden talihsiz bir fikir oldu. Gelişlerini engellemek artık imkansız olduğuna göre, Lady Middleton iyi yetişmiş bir kadının tüm felsefesiyle meseleye boyun eğdi ve kocasını günde beş altı kez bu yüzden nazikçe azarlayarak kendini avuttu.
Genç hanımlar geldiler; görünümleri hiç de kibarlık ya da gösterişten uzak değildi. Giysileri gayet hoş, davranışları gayet kibardı; eve bayıldılar, mobilyalara hayran oldular ve çocuklara öyle yakınlık gösterdiler ki, gelmelerinin üzerinden daha bir saat geçmeden Lady Middleton'ın gözüne girdiler. Lady Middleton çok sevimli kızlar olduklarını söyledi ki, bu lady hazretleri için büyük iltifattı. Sir John'un kendi değerlendirmesine olan güveni bu hararetli övgüyle arttı ve doğruca kulübenin yolunu tuttu Miss Dashvvoodlar'a Miss Steeleler'in gelişini haber vermek ve onları o ikisinin dünyanın en tatlı kızları olduklarına ikna etmek için. Gelgelelim, böyle bir methiyeden öğrenilecek fazla bir şey yoktu; Elinor İngiltere'nin her yanında, her muhtemel şekil, yüz, mizaç ve akıl çeşidi içinde dünyanın en tatlı kızlarına rastlanacağını iyi biliyordu. -Sir John bütün ailenin doğruca Park'a yürüyüp misafirlerine bakmasını istedi. Hevesli, hayırsever adam! Üçüncü dereceden bir kuzeni bile kendine saklamak ona zor geliyordu.
"Gelin hadi," dedi -"lütfen gelin -gelmelisiniz -geleceksiniz diyorum. -Onlardan ne kadar hoşlanacağınızı tahmin bile edemezsiniz. Lucy feci güzel, çok da iyi huylu ve cana yakın! Çocuklar şimdiden eteğine yapıştılar, eski bir akrabaymış gibi. İkisi de en çok sizi görmek istiyorlar, çünkü dünyanın en güzel yaratıkları olduğunuzu Exeter'de duydular; ben de onlara dedim ki hepsi doğru ve dahasını da dedim. Onlardan çok keyif alacaksınız eminim. Koca bir araba dolusu oyuncak getirdiler çocuklara. Nasıl gelmemek gibi bir aksilik yaparsınız? Onlar sizin de kuzenleriniz işte, bir bakıma. Siz benim kuzenimsiniz, onlar karımın, demek ki hısımsınız."
Ama Sir John amacına ulaşamadı. Sadece bir iki gün içinde Park'a uğrayacakları sözünü alabildi ve kayıtsızlıklarına duyduğu şaşkınlık içinde oradan ayrıldı, eve yürümek ve Miss Steeleler'i nasıl onlara ballandıra ballandıra anlattıysa onları da Miss Steeleler'e öyle taze taze methetmek üzere.
Park'a söz verdikleri ziyaret ve neticesinde o genç hanımlara takdimleri gerçekleştiği zaman hemen hemen otuz yaşında, çok alelade ve alık yüzlü olan büyüğün görünümünde beğenecek bir şey bulamadılar; ama en fazla yirmi iki, yirmi üç yaşında olan ötekinde epey bir güzellik olduğunu kabul ettiler; hatları çok hoştu, keskin hızlı bir gözü ve parlak bir havası vardı ve görünümüne gerçek bir zarafet ya da asalet vermiyorduysa bile ayrıcalık katıyordu. Davranışları oldukça kibardı; Elinor ne istikrarlı ve maharetli bir dikkatle kendilerini Lady Middleton'a kabul ettirdiklerini görünce çok geçmeden bir tür zekaya sahip olduklarını teslim etti. Çocuklarla sürekli bir neşe içindeydiler güzelliklerini övüyor, dikkatlerini çekiyor ve tüm kaprislerine boyun eğiyorlardı; bu kibarlık üzerindeki ısrarcı taleplerden ayırabildikleri zamanı da lady hazretleri bir şey yapıvermekteyse o yaptığına hayran olmakla ya da önceki gün giyerek onları sonsuz hazza garkettiği zarif bir yeni elbisenin kalıbını çıkarmakla geçiriyorlardı. Neyse ki iltifatlarını böyle zaaflar yoluyla sergileyenler için insanların en zorbası olan çocukları beğenilsin çabası içindeki düşkün bir anne aynı şekilde en safdil kişidir; talepleri aşırıdır; ama herşeyi yutar; ve Miss Steeleler'in onun çocuklarına gösterdikleri istisnai sevgi ve sabır böylece Lady Middleton tarafından en ufak bir şaşkınlık ya da şüphe olmadan karşılandı. Kuzenlerinin boyun eğdiği bütün o küstah tecavüzleri ve hain numaraları anaç bir huzurla izledi. Kuşaklarının çekildiğini, saçlarının kulaklarına dağıtıldığını, elişi çantalarının talan edildiğini, çakı ve makaslarının çalındığını gördü ve bunun ortaklaşa bir eğlence olduğundan hiç şüphe etmedi. Asıl şaşırtıcı olan Elinor'la Marianne'in olup bitende pay sahibi olmak istemeden kenarda sakin sakin oturmalarıydı.
"John pek neşeli bugün!" dedi, oğlan Miss Steele'in mendilini alıp pencereden atınca "Ne çok da oyun bilirmiş."
Hemen sonra, ikinci oğlanın aynı hanımın bir parmağını çimdiklemesi üzerine, "William da ne kadar şakacı böyle!" dedi sevgiyle.
"Ah işte benim biricik Annamaria'm," diye ekledi, son iki dakikadır ses çıkarmayan üç yaşındaki küçük kızı şefkatle okşayarak; "Her zaman böyle narin ve usludur -Hayatta böyle uslu bebecik görülmemiştir!"
Ama ne yazık ki bu kucaklamaları bahşederken lady hazretlerinin saç süsündeki bir iğne hafifçe çocuğun boynunu çizdi ve o narinlik timsalinden öyle şiddetli çığlıklar çıkardı ki gürültücü diye nam salmış biri yanında sönük kalırdı. Annenin dehşeti büyük oldu, ama onunki Miss Steeleler'in telaşı yanında neydi ki; öyle kritik bir acil vakada üçü elbirliğiyle herşeyi yaptılar; küçük yaralının ızdıraplarını hafifletebilecek her ihtimali denediler. Annesinin kucağına oturtuldu, öpücüklere boğuldu, yarası lavanta suyuyla yıkandı diz çökmüş ona hizmet eden bir Miss Steele tarafından ve ağzına erik şekeri dolduruldu öteki Miss Steele tarafından. Gözyaşları karşılığında böyle bir ödül alınca, çocuk ağlamayı bırakmayacak kadar akıllıydı. Bağıra çağıra ağlamaya devam etti, ona dokunmaya yeltenen iki ağabeyini tekmeledi; hep birden ne kadar yatıştırmaya çalıştılarsa da olmadı, sonunda Lady Middleton geçen hafta benzeri bir sıkıntılı durumda morarmış bir şakağa biraz kayısı marmelatının başarıyla tatbik edildiğini hatırlayıverince bu talihsiz çizik için de aynı çare hararetle tavsiye edildi; bunu duyan genç hanımın çığlıklarında hafif bir duraklama olması onlara bunun reddedilmeyeceği umudu verdi. -Bunun üzerine o ilacın peşinde annesinin kollarmda odadan çıkarıldı; anneleri odada kalmalarını istirham ettiği halde iki oğlan da arkalarından gitti ve dört genç hanım odanın saatlerdir görmediği bir sessizlik içinde kaldılar.
"Zavallıcık!" dedi Miss Steele, onlar gider gitmez. "Çok daha fena bir kaza olabilirdi."
"Nasıl olurdu bilmiyorum," diye haykırdı Marianne, "bambaşka koşullar altında olmadıktan sonra. Ama bu korkuyu artırmanın olağan yoludur gerçekte korkacak bir şey olmadığı halde."
"Lady Middleton ne tatlı kadın!" dedi Lucy Steele.
Marianne sessiz kaldı; durum önemsiz de olsa hissetmediği bir şeyi söylemesi onun için imkansızdı; o yüzden kibarlık gereği bütün yalan söyleme işi Elinor'a düşerdi. Yine gerekti, o da elinden geleni yaptı ve Miss Lucy kadar ileri gitmese de Lady Middleton'ı hissettiğinden daha hararetle methetti.
"Ve Sir John da," diye haykırdı büyük kız, "ne hoş bir adam öyle!"
Burada da Miss Dashvvood'un övgüsü sadece ve adil bir şekilde, hiçbir riyakarlık olmadan geldi. Gayet iyi niyetli ve dost canlısı olduğunu söylemekle yetindi.
"Ve de ne sevimli bir aileleri var! Hayatta böyle tatlı çocuklar görmedim. -Şimdiden onlara meftun olduğumu söyleyebilirim; esasen çocuklara her zaman akıl almaz derecede düşkün olmuşumdur."
"Öyle olmalı," dedi Elinor gülümseyerek, "bu sabah gördüklerime bakılırsa."
"Galiba," dedi Lucy, "küçük Middletonlar'ı fazla şımarık buluyorsunuz; belki biraz normalin dışında olabilirler, ama Lady Middleton için çok tabii; kendi adıma ben çocukları hayat ve neşe dolu görmeyi severim; uysal ve sessizlerse asıl o zaman dayanamam çocuklara."
"İtiraf ederim ki," dedi Elinor "Barton Park'ta olduğum zaman uysal ve sessiz çocukları hiç hor görmüyorum."
Bu konuşmayı kısa bir sessizlik izledi; sessizliği konuşmaya çok düşkün görünen Miss Steele bozdu ve pat diye dedi ki, "Peki Devonshire'i nasıl buluyorsunuz, Miss Dashvvood? Sanırım Sussex'den ayrıldığınıza üzgünsünüzdür."
Bu sorudaki hususiyete ya da en azından sorulma şekline şaşıran Elinor üzgün olduğunu söyledi.
"Norland müthiş güzel bir yer, değil mi?" diye ekledi Miss Steele.
"Sir John'un oraya son derece hayran olduğunu duyduk," dedi Lucy, kızkardeşinin serbestliği için bir özür gerektiğini düşünmüş gibi.
"Orayı gören herkes mutlaka hayran olur," diye cevap verdi Elinor; "ama güzelliklerini kimsenin bizim kadar takdir edebileceğini düşünmemek lazım."
"Peki etrafınızda epeyce çapkın var mıydı? Herhalde bu taraflarda fazla yoktur; şahsen benim için her zaman büyük bir artı olurlar."
"Ama niye," dedi Lucy, kızkardeşinden utanmış görünerek, "Devonshire'de de Sussex'teki kadar kibar genç olmadığını düşünüyorsun?"
"Yo şekerim, eminim, yok demeye çalışmadım. Eminim Exeter'de pek çok çapkın vardır; ama yani Norland'ın orada kaç tane var nereden bileyim; sadece Miss Dashvvoodlar Barton'ı sıkıcı buluyorlardır diye korktum, hani alıştıkları kadar yoksa. Ama belki siz genç hanımlar delikanlıları umursamıyor, olmasa da olur diyorsunuzdur. Şahsen, iyi giyinmeleri ve kibar davranmaları şartıyla ben onları çok elzem bulurum. Ama kılıksız ve huysuz olanlarına dayanamam. Şimdi Exeter'de Mr Rose diye biri var, müthiş parlak bir genç, tam bir çapkın, Mr Simpson'ın katibi olur, ama adamı sabahleyin bir görseniz, bir daha göresiniz gelmez. -Herhalde ağabeyiniz de tam bir çapkındı, Miss Dashvvood, evlenmeden önce, hani o kadar zengin olduğuna göre?"
"İnanın," diye cevapladı Elinor, "bunu söyleyemeyeceğim, çünkü kelimenin anlamını tam kavrayamıyorum. Ama şu kadarını söyleyebilirim ki, eğer evlenmeden önce çapkın idiyse hala öyledir çünkü içinde en ufak bir değişiklik olmadı."
"Öyle ya, insan evli erkeklerin çapkın olduğunu düşünmez -yapacak başka işleri var."
"Tanrım! Anne," diye haykırdı kızkardeşi, "erkeklerden başka bir şeyden bahsedemiyorsun; -Miss Dashwood'u başka bir şey düşünmediğine inandıracaksın." Ve konuyu değiştirmek için evi ve mobilyayı methetmeye başladı.
Miss Steeleler hakkında bu kadar veri yeterliydi. Ablanın kaba saba serbestliği ve ahmaklığı zaten onu beğeni dışı bırakıyordu; Elinor kardeşin güzelliği ya da kurnaz bakışlarından gerçek zarafet ve doğallık yokluğunu göremeyecek kadar etkilenmediği için onları daha iyi tanıma arzusu duymadan evden ayrıldı.
Onlar öyle yapmadılar ama, Miss Steeleler. -Sir John Middleton'a, ailesine ve tüm akrabalarına harcanacak bir hayranlıkla donanmış olarak Exeter'den geldiler ve o hayranlıktan, hayatta gördükleri en güzel, en zarif, en meziyetli ve sevimli kızlar olduklarını ve daha iyi tanımak için sabırsızlandıklarını söyledikleri kuzenlerine şimdi hiç de cimrice olmayan bir pay ayırdılar. -Dolayısıyla, çok geçmeden daha iyi tanınmanın kaçınılmaz kaderleri olduğunu gördü Elinor; Sir John tümüyle Miss Steeleler'den yana olduğu için o grup şimdi muhalefet edilemeyecek kadar güçlüydü ve bu tür yakınlığa boyun eğilmesi gerekiyordu; yakınlık hemen her gün aynı odada bir iki saat birlikte oturmaktan oluşuyordu. Sir John daha fazlasını yapamıyordu; ama daha fazlasının gerektiğini de bilmiyordu; birlikte olmak ona göre yakın olmaktı ve sürekli buluşma planları etkili oldukça tarafların sıkı dost olduklarından şüphe etmiyordu.
Hakkını vermek gerekirse, kuzenlerinin durumlarıyla ilgili bildiği ya da varsaydığı herşeyi en özel ayrıntısına kadar
Miss Steeleler'e anlatarak teklifsizliklerini ilerletmek için elinden gelen herşeyi yaptı, -Elinor onları henüz iki kez görmüştü ki, büyük olan, kızkardeşinin Barton'a gelip de çok parlak bir çapkının kalbini fethedecek kadar şanslı olması sebebiyle onu kutladı.
"Bu kadar genç yaşta evlenmesi hoş bir şey olacak kesinlikle," dedi, "delikanlının da tam bir çapkın olduğunu duydum, müthiş yakışıklıymış. Darısı sizin başınıza, -ama belki zaten bir köşede bir arkadaşınız vardır."
Sir John, Elinor'un Edward'a ilgi duyduğundan şüphelendiğini söylediğinde Elinor onun Marianne konusunda davrandığından daha hassas olmasını bekleyemezdi; aslında daha yeni ve daha esrarlı olduğu için ikisi içinde en sevdiği şaka buydu; Edvvard'ın ziyaretinden beri herkesin dikkatini çekecek şekilde anlamlı anlamlı kaş göz işarederi yaparak Elinor'un mutluluğuna kadeh kaldırmadığı bir akşam yemeği yememişlerdi. F harfi de aynı şekilde durmaksızın ortaya atılıyor, öyle sayısız şakalara konu oluyordu ki, Elinor uzun zamandır alfabedeki en şakacı harf olması gerektiğini kabul etmişti.
Şimdi Miss Steeleler, beklediği gibi, bütün bu şakalardan sonuna kadar istifade ediyorlardı; şakalar büyük olanında, aile meselelerine hem de sık sık küstahça ifadeler kullanarak burnunu sokma eğilimine gayet yakışan bir şekilde, söz konusu beyefendinin ismini öğrenme merakı uyandırmıştı. Ama Sir John yaratmaktan zevk aldığı merakı uzun süre canlı tutmadı, çünkü ismi söylemek de ona o kadar zevk verecekti, tıpkı Miss Steele'in de ismi duymaktan aynı zevki alacağı gibi.
"Adı Ferrars," dedi gayet işitilir bir fısıltıyla; "ama n'olur söylemeyin, çünkü büyük sır."
"Ferrars!" diye tekrarladı Miss Steele; "Demek mutlu adam Mr Ferrars'mış, öyle mi? Ne! Yengenizin kardeşi mi, Miss Dashwood? Gayet sevimli bir adam gerçekten; onu iyi tanırım."
"Nasıl öyle söyleyebiliyorsun, Anne?" diye haykırdı Lucy; genellikle ablasının tüm sözlerine bir düzeltme eklerdi. "Dayımlarda bir iki kez gördüysek de bu onu iyi tanıdığımızı söylemeye yetmez."
Elinor bütün bunları dikkat ve şaşkınlıkla dinledi. "Peki, kimdi bu dayı? Nerede yaşıyordu? Nasıl tanışmışlardı?" Konunun devam etmesini çok istedi, kendisi konuya katılmamayı tercih ettiyse de; ama başka bir şey söylenmedi ve Elinor hayatında ilk kez Mrs Jennings'in ya küçük bilgiler edinme merakında ya da bunları paylaşma eğiliminde kusur bulunduğunu düşündü. Miss Steele'in Edward'dan bahsetme tarzı merakını artırdı; çünkü ona biraz kötü kalpli gibi gelmiş ve onda o hanımın Edward aleyhinde bir şey biliyormuş ya da kendini bir şey biliyor sanıyormuş şüphesi uyandırmıştı. Ama merakı boşunaydı, çünkü Sir John ima ettiği ya da hatta açıkça andığı zaman bile Miss Steele Mr Ferrars'ın adına bir daha dikkat etmedi.
Hiçbir küstahlığa, kabalığa, ahmaklığa, hatta kendininkinden farklı zevklere karşı bile fazla hoşgörüsü olmayan Marianne o sıralar zaten Miss Steeleler'den hazzedemeyecek ya da onların girişimlerine cesaret veremeyecek kadar keyifsiz bir ruh hali içindeydi; Elinor kısa sürede her ikisinin de, ama bilhassa onu konuşmaya katmak ya da duygularını kolay ve içten anlatma yoluyla tanışıklıklarını ilerletmek için hiçbir fırsatı kaçırmayan Lucy'nin tavırlarında ortaya çıkan o kendisine yönelik tercihi, Marianne'in onlara karşı olan davranışlarının tüm yakınlık çabalarını durduran değişmez soğukluğuna yordu.
Lucy'nin doğuştan gelen bir zekası vardı; sözleri genellikle doğru ve eğlendiriciydi; yarım saatlik bir arkadaş olarak Elinor sık sık onu sevimli buldu; ama yetenekleri eğitimden istifade etmemişti; cahildi ve okumamıştı; tüm akli gelişim eksikliği, en sıradan meselelerdeki bilgisizliği sürekli farklı görünme çabasına rağmen Miss Dashvvood'un gözünden kaçmıyordu. Elinor eğitimin saygın bir hale getirebileceği ihmal edilmiş yeteneklerini görüyor ve bunun için ona acıyordu; ama daha az sevecen bir duyguyla, Park'ta sergilediği ilginin, gayretkeşliğin, iltifatın ele verdiği büyük bir zarafet, dürüstlük ve samimiyet eksikliği de görüyordu; ikiyüzlülüğü cehaletle birleştiren birinin yanında uzun süreli bir memnuniyet duyamazdı; eğitimsizliği eşit şartlarda sohbet etmeleri-
ni önlüyor başkalarına karşı davranışları ona karşı davranışlarındaki her ilgi ve saygı belirtisini alabildiğine değersiz kılıyordu.
"Sorumu tuhaf bulacaksınız, korkarım," dedi Lucy bir gün, birlikte Park'tan kulübeye yürürlerken "ama, n'olur, yengenizin annesi Mrs Ferrars'ı şahsen tanıyor musunuz?"
Elinor soruyu gerçekten çok gereksiz buldu ve yüzü de bunu belli etti, Mrs Ferrars'ı hiç görmediğini söylerken.
"Gerçekten mi!" diye cevapladı Lucy; "Buna şaşırdım, çünkü onu Norland'da birkaç kez görmüşsünüzdür sanıyordum. Öyleyse bana ne tür bir kadın olduğunu da söyleyemezsiniz?"
"Hayır;" diye karşılık verdi Elinor, Edvvard'ın annesiyle ilgili gerçek görüşünü açıklamamak için tedbirli davranarak, densiz bulduğu merakı giderme arzusu da duymayarak -"Hakkında hiçbir şey bilmiyorum."
"Eminim beni çok tuhaf buluyorsunuz, onu böyle bir şekilde soruşturduğum için," dedi Lucy, bir yandan Elinor'u dikkatle inceleyerek; "ama belki sebepler vardır -keşke cesaret edebilsem; ama mamafih densizlik etmek istemediğime inanacağınızı umuyorum."
Elinor ona kibar bir cevap verdi ve birkaç dakika sessizce yürüdüler. Sessizliği Lucy bozdu, belli bir duraksamayla şöyle diyerek konuyu yeniden açtı,
"Beni densizce meraklı bulmanıza dayanamam. Eminim düşüncesine sizin kadar değer verdiğim biri tarafından öyle düşünülmektense hayatta herşeyi yaparım. Eminim size güvenme konusunda en küçük bir korkum olmamalı; hatta böyle rahatsız bir durumda nasıl hareket etmem konusunda tavsiyenizi almaktan mutluluk duyarım; ama mamafih sizi sıkmak için bir sebep yok. Mrs Ferrars'ı tanımamanıza üzüldüm."
"Tanımadığıma ben de üzüldüm," dedi Elinor büyük bir şaşkınlıkla, "benim fikrimi öğrenmek işinize yarayabilecekti madem. Ama gerçekten, o aileyle nasıl bir ilişkiniz olduğunu anlamadım, o yüzden de onun karakteriyle ilgili böyle ciddi bir soruyla karşılaşınca itiraf ederim biraz şaşırdım."
"Galiba öyle, inanın buna şaşırmadım. Ama size herşeyi anlatmayı göze alabilseydim o kadar şaşırmazdınız. Mrs Ferrars tabii halihazırda benim hiçbir şeyim değil, -ama olur da zamanı gelirse -ne zaman geleceği ona bağlı -gayet yakm bir ilişkimiz olabilir."
Bunu söylerken başını eğdi, sevimli bir utangaçlık içinde, sadece kısa bir yan bakış attı yol arkadaşına, sözlerinin etkisini görmek için.
"Tanrı aşkına!" diye haykırdı Elinor, "ne demek istiyorsunuz? Mr Robert Ferrars'ı tanıyor musunuz? Mümkün mü?" Ve böyle bir elti fikrinden hiç mi hiç hoşlanmadı.
"Hayır;" diye cevapladı Lucy, "Mr Robert Ferrars'ı değil -onu hayatımda hiç görmedim; ama," gözlerini Elinor üzerinde sabitleyerek, "ağabeyini kastediyorum."
Elinor o anda ne hissetti? Hayret; bu güçlü olduğu kadar ızdıraplı da olurdu iddiaya o an inanmazlık da eşlik etmeseydi. Sessiz bir şaşkınlık içinde Lucy'ye döndü, böyle bir açıklamanın sebebini ya da hedefini tahmin edemez halde, yüz ifadesi değişip dursa da sağlam bir kuşku içindeydi ve isteri krizi ya da bayılma tehlikesi duymuyordu.
"Şaşırmakta haklısınız," diye devam etti Lucy; "çünkü elbette daha önce duymuş olamazsınız; çünkü korkarım size ya da ailenize bunu en ufak bir şekilde ima etmedi; çünkü her zaman büyük bir sır olarak kalması gerekiyordu ve benim tarafımdan bu saate kadar sadakatle sır olarak saklandı. Anne dışında tek bir akrabam bile bilmiyor; sırdaşlığınıza güvenmesem size de asla söylemezdim; gerçekten düşündüm ki, Mrs Ferrars hakkında onca soru sormam tuhaf görünebilir açıklama gerektirebilir. Size güvendiğimi öğrendiği zaman Mr Ferrars'ın da canının sıkılacağını sanmam, çünkü tüm ailenize çok büyük saygı duyuyor ve sizi de, diğer Miss Dashwoodlar'ı da kendi kızkardeşi gibi görüyor." -Durdu.
Elinor bir süre sessiz kaldı. İşittikleri karşısındaki hayreti önce ifade edilemeyecek kadar büyük oldu; ama sonunda kendini konuşmaya zorlayarak, ve tedbirli konuşmaya zorlayarak, şaşkınlığını ve endişesini oldukça iyi saklayan bir sakinlikle şöyle dedi"Sorabilir miyim, sözleneli çok oluyor mu?"
"Dört yıldır sözlüyüz."
"Dört yıl!"
"Evet."
Elinor son derece sarsıldıysa da hala inanamıyordu.
"Tanıştığınızı bile bilmiyordum," dedi, "geçen güne kadan"
"Mamafih tanışıklığımız yıllar öncesine gider Uzun bir süre, biliyorsunuz, dayımın gözetimi altında kaldı."
"Dayınızın!"
"Evet; Mr Pratt. Hiç Mr Pratt'den bahsettiğini duydunuz mu?"
"Galiba duydum," diye cevapladı Elinor; kendini zorlayarak; duyguları yoğunlaştıkça kendini daha çok zorlaması gerekiyordu.
"Dört yıl dayımla kaldı; kendisi Plymouth yakınında Longstaple'da yaşar. Tanışıklığımız orada başladı, çünkü kızkardeşimle ben sık sık dayımda kalıyorduk; orada sözlendik, ama tabii öğrenciliği bittikten bir yıl sonra; ondan sonra hemen hep bizimle oldu. Tahmin edebileceğiniz gibi, ben annesinin bilgisi ve onayı olmadan sözlenmeyi hiç istemedim; ama çok gençtim ve onu yeterince sağduyulu davranamayacak kadar çok seviyordum. -Onu benim kadar iyi tanımasanız da, Miss Dashwood, bir kadını kendine içtenlikle aşık edebileceğini tahmin edecek kadar görmüşsünüzdür onu."
"Elbette," diye cevap verdi Elinor, ne dediğini bilmeden; ama bir an düşündükten sonra, Edward'in şerefine ve sevgisine, yol arkadaşının da yalancılığına olan inancı yenilenerek şu sözleri ekledi"Mr Edward Ferrars'la sözlendiniz! -İtiraf ederim bana söylediklerinize son derece şaşırdım, yani gerçekten -Affınızı dilerim; ama mutlaka kişi ya da isim hatası filan olmalı. Aynı Mr Ferrars'ı kastediyor olamayız."
"Başkasını kastediyor olamayız," diye haykırdı Lucy gülümseyerek. "Park-street'li Mrs Ferrars'ın büyük oğlu ve yengeniz Mrs John Dashwood'un kardeşi olan Mr Edward Ferrars kastettiğim kişi; tüm mutluluğumun kendisine bağlı olduğu adam konusunda yanılma ihtimalim olmadığını kabul etmelisiniz."
"Garip," diye cevapladı Elinor ızdıraplı bir şaşkınlık içinde, "adınızı andığını hiç duymadım."
"Tabii; durumumuzu düşününce garip değil. ilk endişemiz meseleyi gizli tutmak oldu. Beni ya da ailemi duymadınız, yani adımı size söylemek için hiçbir gerekçe olamazdı çünkü kızkardeşi bir şeyden şüphelenir diye korkuyordu ki, bu da adımı anmaması için yeterli nedendi."
Sustu. -Elinor'un inancı çöktü; ama kendine olan hakimiyeti onunla beraber çökmedi.
"Dört yıldır sözlüsünüz," dedi sağlam bir sesle.
"Evet; Tanrı bilir daha ne kadar beklemek zorunda kalacağız. Zavallı Edward! Bu durum çok canını sıkıyor." Sonra cebinden ufak bir minyatür çıkarıp ekledi, "Hata ihtimalini önlemek için, lütfedip şu yüze iyice bir bakın. Onun hakkını vermiyor elbette, ama sanırım resmettiği kişi konusunda yanılmazsınız. -Üç yıldır yanımda taşıyorum bunu."
Konuşurken resmi avuçlarına koydu; Elinor resmi gördüğü zaman, çok acele bir karar verme korkusu ya da yalan bulma dileği aklında başka hangi şüpheleri yaşatıyor olursa olsun, bunun Edward'm yüzü olduğunu inkar edemedi. Hemen geri verdi resmi, benzerliği kabul edip.
"Karşılığında," diye devam etti Lucy, "ona benim resmimi veremedim ki buna çok üzülüyorum, çünkü her zaman çok istedi! Ama ilk fırsatta bir resim yaptırmaya kararlıyım. "
"İyi olur ya," diye cevap verdi Elinor sakince. Sonra sessizce birkaç adım yürüdüler. Önce Lucy konuştu.
"Gerçekten," dedi, "bu sırrı özenle saklayacağınıza dair hiçbir şüphem yok, çünkü bizim için önemini biliyor olmalısınız, annesi duymamalı; çünkü hayatta onaylamaz. Benim servetim yok; sanırım o da ziyadesiyle gururlu bir kadın."
"Kesinlikle sırdaşınız olmaya çalışmadım," dedi Elinor; "ama bana güvenebileceğinizi düşünürseniz hiç olmazsa bana haksızlık etmemiş olursunuz. Sırrınız bende güvende; ama böyle gereksiz bir konuşma karşısmda biraz şaşırdığımı ifade edersem beni mazur görün. Benim öğrenmiş olmamın en azından sırrın güvenliğini artırmayacağını hissetmiş olmalısınız."
Bunları söylerken yüzünde bir şeyler keşfetmeyi umarak merakla Lucy'ye baktı; belki söylemekte olduğu şeylerin çoğunun yalan olduğunu; ama Lucy'nin yüzünde değişme olmadı.
"Bunları anlatmakla size karşı çok serbest davrandığımı düşüneceğinizden korkuyordum," dedi; "Tabii sizi uzun zamandır tanıyor değilim, hiç değilse şahsen, ama uzun süredir sizi de ailenizi de gıyaben tanıyorum; görür görmez sizi sanki eski bir dost gibi hissettim. Üstelik bu durumda, Edward'ın annesi hakkında ayrıntılı sorular sorduktan sonra size bir açıklama borçlu olduğumu düşündüm; öyle talihsizim ki danışabileceğim tek bir kimsem yok. Anne durumu bilen tek kişi, onun da kafası çalışmaz; aslında bana faydadan çok zararı dokunuyor, çünkü hep beni ele vermesinden korkuyorum. Siz de görmüşsünüzdür, dilini tutmayı bilmiyor; o yüzden geçen gün Sir John, Edvvard'ın adını andığı zaman açık verecek diye korkudan ölüyordum. İçimde bu yüzden neler olup bitiyor bilemezsiniz. Şu dört yılda Edvvard'ın hatırı için katlandığım onca şeyden sonra hala hayatta olmama şaşmamak elimde değil. Herşey öyle havada, öyle belirsiz ki; sonra onu öyle az görmek -yılda en fazla iki kere görüşebiliyoruz. Kalbim nasıl hala parçalanmadı şaşıyorum."
Burada mendilini çıkardı; ama Elinor pek bir acıma hissetmedi.
"Bazen," diye devam etti Lucy, gözlerini sildikten sonra, "meseleyi tamamen bitirmek ikimiz için de daha iyi olmaz mıydı diye düşünüyorum." Bunu söylerken doğruca yol arkadaşına baktı. "Ama başka zaman da o kararlılığı gösteremiyorum. -Onu o kadar üzme düşüncesine dayanamıyorum, böyle bir şeyin sözünü etmenin bile onu nasıl perişan edeceğini bildiğim için. Kendi hesabıma -çünkü o benim için çok değerliben de buna dayanabileceğimi sanmıyorum. Bu durumda ne yapmamı tavsiye edersiniz, Miss Dashwood? Siz olsanız ne yapardınız?"
"Beni affedin," diye cevap verdi Elinor sorudan ürküp; "ama bu şartlar altında size tavsiyede bulunamam. Kendi duygularınız sizi yönlendirmeli."
"Tabii," diye devam etti Lucy, her iki taraf da birkaç dakika sessiz kaldıktan sonra, "ona bir süre daha annesi bakmak zorunda; ama zavallı Edward bu yüzden öyle sıkkın ki! Barton'dayken onu feci keyifsiz bulmadınız mı? Longstaple'da size gelmek üzere bizden ayrıldığı zaman öyle perişandı ki, onu hasta sanacaksınız diye korktum."
"Bizi ziyaret ettiği zaman, dayınızdan mı geldi?"
"A evet; on beş gün bizimle kaldı. Siz şehirden geldi mi sandınız?"
"Hayır," diye cevapladı Elinor, Lucy'nin dürüstlüğü lehine olabilecek her yeni bilgiye karşı gayet hassas bir halde; "bize on beş gündür Plymouth yakınında bazı arkadaşlarıyla kalmakta olduğunu söylediğini hatırlıyorum." O sıra arkadaşlarından daha fazla bahsetmemesine, adları konusundaki mutlak sessizliğine şaşırmış olduğunu da hatırladı.
"Onu çok neşesiz bulmadınız mı?" diye tekrar etti Lucy.
"Bulduk tabii, bilhassa ilk geldiği zaman."
"Meseleden şüphelenmeyesiniz diye ondan kendisini zorlamasını istedim; ama bizimle on beş günden fazla kalamamak, beni de öyle etkilenmiş görmek onu çok üzüyordu. -Zavallıcık! -Korkarım şimdi de o haldedir; çünkü sefil bir ruh hali içinde yazıyor. Exeter'den ayrılmadan hemen önce haber aldım ondan." Cebinden bir mektup çıkarıp adresi dikkatsizce Elinor'a gösterdi. "El yazısını tanırsınız, sanırım, güzel yazısı var; ama bu her zamanki kadar güzel yazılmamış. -Yorgundu sanırım, çünkü sayfayı benim için mümkün olduğu kadar çok doldururdu."
Elinor yazının onun el yazısı olduğunu gördü ve daha fazla şüphe edemedi. Resmin kazaen elde edilmiş olabileceğine inanmayı kabul etmişti; Edward'ın hediyesi olmak zorunda değildi; ama aralarındaki yazışma sadece olumlu bir sözleşme kapsamında mümkün olabilir, başka şekilde tasvip edilemezdi; birkaç saniye yıkılıp kalacak gibi oldu -içinde kalbi çöktü ve zorlukla ayakta durabildi, ama kendini zorlamak kaçınılmaz bir biçimde gerekliydi, duygularının baskısına karşı öyle kararlılıkla mücadele etti ki başarısı çabuk ve şimdilik tam oldu.
"Mektuplaşmak," dedi Lucy, mektubu cebine geri koyarak, "böyle uzun ayrılıklar sırasındaki tek tesellimiz. Evet, benim bir tesellim daha var, resmi; ama zavallı Edward'da o bile yok. Onda bir resmim olsaydı rahat ederdi diyor. Longstaple'a son geldiğinde ona saçımdan bir tutam verdim bir yüzüğe dolayıp; bu onu biraz rahatlattı, öyle dedi, ama tabii resim kadar olmaz. Belki onu gördüğünüz zaman yüzüğe dikkat etmişsinizdir?"
"Ettim," dedi Elinor, sesini tok tutarak; sesinin altında daha önce hissettiği herşeyin ötesinde bir duygu ve sıkıntı vardı. Ölecek gibiydi, sarsılmış, yıkılmış.
Neyse ki artık kulübeye varmışlardı ve konuşma daha fazla sürdürülemezdi. Birkaç dakika onlarla birlikte oturduktan sonra Miss Steeleler Park'a döndüler ve Elinor o zaman düşünmek ve kahrolmak için serbest kaldı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro