Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

1. Bölüm: Söndürülen Güneşler

Hepinize selam! Eğer şu an bu kelimeleri okuyorsanız benimle birlikte soluğunuzun kesileceği bir maceraya atılmak üzeresinizdir. Yanımda olup beni desteklediğiniz için çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız.

Buraya başlama tarih ve saatlerinizi alayım.

Instagram: burhannakgun

LADEN.

Bölüm şarkısı: Lord Huron - The Night We Met

Dalgalar denizin duyamadığımız çığlıkları, yağmurlarsa göğün sessiz haykırışlarıydı. Rüzgâr ağaçların görünmeyen düşmanı, duygularsa insanoğlunun en derin yarası. Hissetmek... acıyı, korkuyu, telaşı, çok nadiren de olsa sevinci... Hissetmek korkutucuydu, hissedememekse daha korkutucu.

Arafı yoktu.

Gökyüzünden süratle yere doğru düşen yağmur damlaları ben dışında etrafımdaki tüm insanları rahatsız ediyor olmalıydı. Hepsi telaşla etrafa koşturuyor ve yağmurdan korunabilmek için altına sığınabilecekleri bir çatı arıyorlardı.

Yürüdüm, yönümü kaybetmişken.

Islanmaktan korkmalı mıydı insan, etrafında korkması gereken daha büyük kötülükler varken?

Telefonumu pantolonumun cebinden çıkarıp ekranına baktım. Gözlerim istemsizce ekranın üzerindeki saati gösteren rakamlara kaydığında saatin kaç olduğunu kontrol ettim.

18:00


Gözlerim ekranın üstünde biraz daha aşağı kaydığında '1 Eylül' yazısı da dikkatimi çekmişti. Geçen her bir saniye beni yüzleşmekten korktuğum o lanet güne bir adım daha yaklaştırıyordu. Bu fazlasıyla can yakıcıydı.

İlahi bir gücün zamanı durdurmasını isteyecek kadar çaresizdim ve inanın bu çok can yakıcıydı.

Göğü kaplayan gümüşi gri bulutlar, yavaş yavaş siyahlaşan göğün içerisinde kaybolurken yağmur şiddetle yağmaya devam ediyordu. Yürüdüğüm caddenin her bir yanında bulunan neon ışıklar sırayla açılırken yansımaları yerde biriken su birikintilerinden görülebiliyordu.

Eve dönmeye karar verdiğim için yolun bir kısmında adımlarımı sonlandırdım ve gövdemi araçların hızla kaydığı yola çevirdim. Birkaç dakikalık sıkıcı bekleyişin sonunda yönüme doğru süratle gelen taksiyi çevirdim. Taksi yavaşça önüme yanaştığında arka yolcu kapısını açtım ve usulca koltuğa yerleşip ardımdan kapıyı kapattım.

Şoföre gideceğim konumu belirttiğimde arabayı sarsarak çalıştırdı ve gazı kökledi. Araba hızla yolun üstünde kaymaya başladığında başımı dibimdeki cama yaslayıp camın ardından kayıp giden şehri izledim.

Herkes bir şeyler için savaşırdı. Kimisi daha fazla para kazanmak için, kimisiyse daha saçma nedenler için... Fakat insanlar hayatlarında uğruna savaşmalarına değecek birisi var mı? Diye hiç düşünmezlerdi.

Çünkü gerçek savaş sevgi için verilirdi.

Sevgi yaşamın Güneş'iydi.

Ve eğer bir gün Güneş'inizi söndürürlerse karanlığın içinde boğulmaya mahkumsunuzdur.

Benim Güneş'imi söndürmüşlerdi, şimdiyse boğuluyordum. Karanlığın değil, sevgisizliğin içinde.

Kurtulmak adına hiçbir şey yapmıyordum. Ya da yapamıyordum.

Çünkü artık uğruna savaşabileceğim bir Güneş'im yoktu.

Sanki rahatsız olmamam için sessizce konuşan şoförün sesi kulağıma iliştiğinde gözlerimi açtım. "Kızım uyan, konuma vardık."

Saçları seyirmiş, yaşı da oldukça ilerlemiş olan adam bana mahcup bir yüz ifadesiyle bakarken başımı teşekkür edercesine salladım. Taksimetrede yazan ücrete baktıktan sonra elimi çantama daldırıp çıkardığım iki yüzlüğü adama uzattım. Adam para üstünü vermek adına elini direkt cebine atsa da elimi aşağı doğru birkaç kez sallayıp "Üstü kalsın lütfen." diyerek araçtan indim.

Yağmur yavaşlamış olsa da durmuş değildi. Bahçe kapısından girdiğimde güvenlikler beni başlarıyla selamlamışlardı. Evimizin dış cephesi tümüyle beyazdı. Kapıya vardığımda parmağımı kapının sağında bulunan, altın rengi yılanın ağızının içerisine yerleştirilmiş olan zile bastırıp beklemeye başladım. Kapı birkaç saniye içerisinde açıldığında karşımda Melda Hanım vardı. Melda Hanım, annem sürekli şirkette olduğu için evin temizliğiyle ve mutfağıyla ilgilenen kişiydi. 35'li yaşlarında genç bir kadın olsa da gözlerine baktığınız an hayatından zevk almadığını anlayabiliyordunuz. Alkolik bir eşi ve küçük bir çocuğu vardı.

"Hoş geldiniz Lavinya Hanım." dediğinde sesi samimi olsa da fazlasıyla yorgun duyulmuştu.

Gülümsemeye çalışsam da başaramayacağımı kabullenip başımı sallayarak kapıdan içeri girdim. Melda Hanım arkamdan kapıyı kapatıp solunda kalan mutfağa doğru yönelirken bense holün ortasında durup karşımdaki salonda sırtı bana dönük bir halde duran anneme baktım. Kısa bir sessizliğin ardından annem yüzünü bana çevirdiğinde tıpkı benim ona baktığım gibi o da gözleriyle beni hedef almıştı.

Kahverengi saçlarını at kuyruğu şeklinde toplayıp sırtına doğru atmıştı. Saçlarıyla aynı renkteki gözlerindeyse endişeyi görebiliyordum. Benim için endişeleniyordu. Annemin 39 yaşındaki bir kadına göre fazlasıyla güzel bir fiziği ve yüzü vardı. Yüzünde birkaç estetik olsa da bu güzelliğinin doğal yapısını yıkamamıştı.

Annemi incelemeye devam ettiğim sırada kederli sesi kulaklarıma nüfus etti. "Okuldan sonra eve gelmeyeceksen bana haber vereceğin konusunda anlaştığımızı sanıyordum."

Gözlerimle kararsız bir şekilde annemin gözlerine tırmandım. Yüzünde hayal kırıklığına uğramış bir ifade vardı.

Yeşim Yalaz.

Babam ve abim aynı gün dünyadan göç ettikten sonra yaşam güneşimin hala sönmemesinin tek sebebiydi o. Onlar vefat ettikten sonra her ne kadar içime kapanıp ruhuma inşa ettiğim mezarlıkta yaslarını tutuyor olsam da annem benim için bir umuttu.

Küçük fakat güçlü bir yaşam umudu.

Abimin vefat ettiği güne kadar ne ben ne de annem abimin uyuşturucu bağımlısı olduğunu bilmiyorduk. Hastane raporuna göre yüksek doz uyuşturucu kullanımından ölmüş olsa da ben buna inanmıyordum. Ya da inanmak istemiyordum. Gözyaşlarımın gözlerimdeki uçuruma tırmandığını fark ettiğimde yutkunmaya çalıştım. Fakat şu an boğazım düğümlenmişken yutkunmaya çalışmak taş yutmaya çalışmak gibiydi.

Seni çok özledim abi... Ya da Araf Yalaz mı demeliydim? Çünkü kendisine adı ve soyadıyla seslenilmesinden fazlasıyla hoşlanırdı. Yaşasaydı hayatının baharında, 19 yaşında; genç bir adam olacaktı.

Babama gelecek olursak... Seyhan Yalaz. O, her zaman benim için dünyaları vermeye hazır gibi gözükürdü. Yolda yürüdüğümde, okula girdiğimde, nereye gidersem gideyim o yanımdaymış gibi hissederdim. Çünkü onun varlığı bile bana tüm kötülüklerden, kötü insanlardan beni koruyabilirmiş gibi hissettirirdi. O da abimin öldüğü gün evimizin yakınlarında bulunan ormanda ölü bulunmuştu. Ormanda bir avcı tarafından vurulmuştu. Suçunu itiraf eden avcı itirafında babamı çıkardığı hışırtı seslerinden dolayı hayvan sandığını ve vurduğunu söylemişti. Şu an cezaevinde bedelini ödüyor olsa da benim asıl merak ettiğim konu babamın gecenin o saatinde ormanda ne işi olabilirdi?

Ne abimin ne de babamın ölümünün kaza olduğuna inanmıyordum. Çünkü arkalarında fazlasıyla soru işaretleri bırakarak ölmüşlerdi.

Ve ben... Lavinia Yalaz. İsmimi aldığım çiçek gibi ölüm saçıyordum belki de etrafıma. Değer verdiğim, onsuz yaşayamam dediğim kim varsa gözlerini yummuştu bu kirli dünyaya. İsmimi bana babamın verdiğini biliyordum. Bu yüzden bu ismime daha fazla anlam yüklememe sebep oluyordu.

İçerisine düştüğüm karanlık, nefesimi darlayan düşüncelerden sıyrıldığımda kararmış olan gözlerim tekrar dünyanın acı gerçeğiyle yüzleşmeme sebep oldular. Karşımda benden bir açıklama bekler vaziyette duran annemi gördüğümde yutkundum.

"Dalmışım anne." dedim sadece bana söylediklerine açıklama olarak.

Annem hiçbir şekilde söylediklerimden tatmin olmasa da üzerime de gelmek istemiyordu. Çünkü o günden beri ruhsal anlamda nasıl kötüye gittiğimi görebiliyordu. Yani gördüğünü tahmin ediyordum.

Annem gözlerini gözlerimden ayırmadan "Yemek yedin mi?" diye sorduğunda elim istemsizce boş karnıma gitti.

Karnım tamamen boş olduğu için elimin küçük bir kuvvetiyle bile içe doğru genişlemişti. Başımı iki yana sallayıp "Aç değilim. Duş alıp uyumak istiyorum anne. İyi geceler." dediğimde annem bu halime üzülür gibi bana baktı.

Fakat bir şey söylemeden başını sallamakla yetindi. Arkamı üst kata uzanan merdivenlere varıp onları yavaş yavaş tırmandım.

Sıcak bir duşun ardından ince pijamamı giydiğimde aynanın karşısına geçtim. Yeşil gözlerimden nefret ediyordum. Çünkü yeşil olan her şey bana ağaçları, ormanı hatırlatıyordu. Ve ormanlarda...

Diğerleri tarafından bir lütuf olarak gözükse de benim için lanetten farkı olmayan gözlerimi incelemeyi bırakıp gözaltlarıma baktım. Koyulaşmış olmaları yetmiyormuş gibi sınırlarını da derin çizgilerle belirtmişlerdi. Yüzümde çok fazla olmasa da çiller bulunuyordu. Kemikli yüzüme eşlik eden çenem biraz öndeydi. Dudaklarım estetiksiz olmalarına rağmen geniş ve dolgunlardı. Burnum küçük, düz ve yapılıydı. Eskiden uzun olan kahverengi saçlarımıysa o günden beri küt kullanıyordum.

Hayatım zaten çok yolundaymış gibi bir de makyaj yaparak süslenmeye ayıracak vaktim olmadığı için insanlar beni tamamen kendimi şu an gördüğüm şekilde görüyorlardı.

Giyim konusundaysa dolabımdaki tüm parçalar siyahtı. Çünkü ben içimde karanlığı yaşıyorken bedenimi sahte renklerle saramazdım. Bu kadar güçlü değildim.

Kendime bakmayı bırakıp yatağa uzandım ve yorganı ayaklarımın altından çekip burnumun hizasına kadar çektim.

Silah sesi.

Nefes.

İç çekiş.

Üfleyiş.

Zehirli bir dumanın yayılışı.

Karanlık.

Gözlerim ilk kez alarmın gereksiz gürültülü sesinden önce aralandığında bir süre tavanı izlemiştim. Ruhumun tekrar bedenimle birleşişini hissettiğimde güçlükle doğrulup yatağımdan kalktım. Odamın içerisinde sol köşede bulunan küçük banyoya girerken elimle anahtara bastırıp ışığı yakmayı unutmamıştım. Odam banyoya göre aydınlık olsa da banyonun ampülünü yakmadığınız sürece ışık alabileceği bir penceresi olmadığından oldukça karanlıktı.

Banyo gri ve siyah renklerin ağırlıklı olduğu bir tasarımdaydı. Yerdeki fayanslar siyah, duvarlarıysa griydi. Küçükte olsa aynası, lavabosu, küvet gibi temel ihtiyaçlarımı karşılayabileceğim her şeye sahipti. Aynadaki kendimle göz göze geldiğimde bir süre durdum.

Saçlarım dağılmış, yüzüm şişti. Direkt dişlerimi fırçalayıp giyinme fikrimi zihnimin bir köşesine atarken üstümdeki pijamamdan kurtulup sıcak suyu açtım. Sıcak akmaya başladığında küvetin içine girip suyun dolmasını bekledim.

Sıcak ve beni huzura kavuşturan bir duşun ardından bornozumu giyinip saçımı da küçük bir havluya sardım. Duş almak her zaman beni rahatlatan bir eylemdi. Tam olarak olmasa da bana temizlendiğimi hissettiriyordu. Lakin bazen kirlenen tek şey bedenimiz olmuyordu. Kirlenmiş ruhlar kirli bedenlerden daha çok tehlike arz ederdi.

Derin düşüncelere daldığım sırada dişlerimi fırçalayıp banyodan çıktım. Saçımı sardığım havludan çıkardıktan sonra dolabımın önüne geldim. Ne giyeceğim diye düşünmeme gerek yoktu. Çünkü okulun kendine özel tasarlanmış kıyafetleri vardı.

Kızlar beyaz gömlek, siyah ve üstünde okulun arması bulunan bir süveter, siyah etek giyiyorlardı. Erkeklerse beyaz gömlek, siyah süveter ve siyah pantolon giyiyorlardı. Okulun kendine özel ceketleri olsa da kimse tercih etmediği için çok üstünde durulmuyordu.

Okul kıyafetlerimi üstüme geçirdikten sonra siyah kolej ceketimi üstüme geçirdim. Hava yağmurluydu ve ıslanıp hasta olmak istemiyordum. Eteğin altına giydiğim: siyah, ince kilotlu çorabın yırtığı var mı diye kontrol ettikten sonra tamamen hazır olduğumu düşünerek siyah sırt çantamı tek omzuma geçirdim.

Odamdan çıkıp aşağı indiğimde kahvaltı tabaklarını mutfaktan yemek masasına servis eden Melda Hanım'ı görmüştüm.

Melda Hanım içtenlikle gülümseyip: "Günaydın." dediğinde resmen içime işleyen karanlığa bir damla ışık damlatmıştı.

Gülümsemeye çalışsam da başaramayacağımı kabullenince bundan vazgeçip başımı sallamakla yetindim. İçimden umarım beni yanlış anlamamıştır diye geçirip büyük yemek masasına doğru ilerledim.

Masanın üstünde aklınıza gelebilecek her çeşit yiyecek vardı. Her şey uyumlu renklerdeki tabaklarla masanın üstüne dizilmiş ve bu da estetik bir görüntü vermişti.

Masanın ucunda oturan annemle göz göze geldiğimde "Günaydın." dedim. Sanki sesim içime kaçmıştı da kendimi zorlayarak konuşmuştum.

Annem sakin ve düz bir sesle "Günaydın." diye yanıtladığında her zaman oturduğum yere baktım. Masanın sağında anneme bir sandalye uzakta otururdum.

Abim ve babam vefat etmeden önce yanıma abim tam karşısına ise babam otururdu. Hatırladığım bu buruk bilgiyle gözlerimin yandığını hissettiğimde annem bir şey anlamasın diye başımı yere eğip yerime oturdum.

Annem sanki bu konuyu uzun süredir kafasında tartıyormuşçasına kendinden emin bir şekilde konuştuğunda kulağımı ona verdim. "Yaşıtların ellerinde senin kadar maddi imkan olmamasına rağmen senden daha süslüler. En son yüzünde ne zaman makyaj gördüğümü bile hatırlamıyorum."

Annemin konuşmasının ardından uzun bir iç çektim. Sessizlik masaya bir zehir misali yayılırken söylediklerini kafamda tartıp biçtim.

Söyleyecek hiçbir şeyim yoktu. Bu yüzden konumun daha fazla uzamaması adına "Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum." dedim.

Annemin kaşları çatıldığında bir şey söylememesi için dua ediyordum. Annem konuşmak için defalarca dudağını aralasa da en sonunda bir şey söylemeden dudaklarını birbirine bastırdı. Onun da benimle tartışmak istemediğini biliyordum. En ufak bir olayda anksiyetem kendini hatırlatıyor ve hemen ardından yersiz krizlerim başlıyordu.

Böyle bir şeyi ne bana yaşatmak ne de yaşadığıma şahit olmak istemezdi diye düşündüm. Sessiz ve bir o kadar da gergin kahvaltının ardından okul saatimin yaklaştığını fark ettiğimde sandalyemi geriye doğru çekip masadan uzaklaştım. Masadan sakin olmasına özen gösterdiğim bir tavırla kalktığımda annenim gözleri önce bana sonraysa tabağıma ilişti. Bir şey yememiştim.

Kahvaltı boyunca yaptığım tek şey beyaz fincanın içerisindeki siyah renkteki sade kahvemi yudumlamak olmuştu.

Bu bana yetiyordu. Gün boyu kahve içmek ve açlıktan ölmemek adına Melda Hanım'ın yaptığı yemeklerden nadiren bir şeyler atıştırmak yaşamımı sürdürmem için yeterliydi.

Masadan ayrılırken kısık tonunu halen koruyan sesimle konuştum: "Afiyet olsun anne."

Annemin yüzünde mimik oynamamıştı.

Çantamı tek omzuma takıp dışarıya açılan, büyük kapıya doğru ilerledim. Kapının altın kaplama kullunu indirdiğimde aralandı. Sanki bu anı beklermişçesine bulduğu ilk aralıktan eve hücum eden soğuk hava dalgası bedenime çarpıp ruhuma işledi.

Açtığım aralıktan kendimi dışarı atarken giydiğim kolej ceketinin düğmelerini ilikledim. Soğuk bedenimi titretirken dışarıda beni bekleyen arabaya doğru koşar adımlarla ilerledim. Her sabah beni okula bırakıp, alan ya da gideceğim farklı bir yer varsa beni götüren Hüseyin Bey yıllardır bizimle çalışıyordu.

İşe ilk başladığı zamanlar abimi götürüp getirirdi fakat abim ehliyet alınca ona bir ihtiyaç kalmamıştı. Babamda onu içten çıkarmayı istemediği için benim şöförüm yapmıştı, ölmeden önce.

Ben Hüseyin Bey'in geçmişini anımsarken çoktan arabaya varmıştım. Araba da arka yolcu koltuğuna oturup kapıyı kapattığım an bedenime saldıran soğuktan da kurtulmuştum. Klimayla ısınmış olan araba ya çok sıcaktı ya da ben az önce fazlasıyla soğuğa maruz kaldığım için şu an bana çok tatlı geliyordu.

Hüseyin Bey gaza basmadan önce bana dönüp "Günaydın küçük hanım!" Diye seslenmişti. Beni tanıdığından beri bana bu şekilde hitap ederdi. Ayrıca her zaman güler yüzlüydü de. Hiç onu somurturken gördüğümü hatırlamıyordum. Kırlaşmış saçları seyrekti. Yüzünde belli belirsiz kırışıklıklar vardı. Tahminimce ellisine merdiven dayamıştı.

"Günaydın." dedim donuk bir sesle. Böyle olmak benim de hoşuma gitmiyordu. Fakat resmen soğuk bir insana dönüşmüştüm ve böyle konuşmak, böyle bakmak artık benim elimde değildi.

Hüseyin Bey önüne dönüp gazı köklerken araba yolun üstünde kaymaya başlamıştı. Başımı sağımda duran cama yaslayıp hızla kaydığı için adlarını okumaya yetişemediğim tabelaları inceledim. Binalar yavaş yavaş azalıp yerlerini bulutlu göğe bıraktıklarında gündüz vakti olmasına rağmen siyaha çalmış bulutları inceledim. Belli ki bugün yağmur yağacaktı.

Ben bu şekilde yolu seyrederken varmak üzere olduğumuzu artık ezbere bildiğim sokaklardan anlayabilmiştim.

Okuduğum kolej ülkenin en başarlı okulu olmakla kalmıyor İstanbul'un da en nezih semtlerinin biri: Nişantaşı'nda bulunuyordu.

Arabanın hızı ara sokaklardan geçtiğimiz için git gide düşerken telefonumu çıkarıp saate baktım. Ekrandaki 8:25 yazısını okuduğumda yüzüm terledi. Dersin başlamasına beş dakika kalmıştı.

Araba sonunda okulun bulunduğu sokağa girdiğinde henüz uzağımızda olan Çağıran Kolej'ine baktım. Estetiksel açıdan gerçekten çok hoş bir binaydı. Lekelenmiş, gri mermerlerle süslenmiş dış cephesi binaya 1900'ler havasını katıyordu

Okulun bahçesine vardığımızda otomatik kapı yavaşça sağa doğru kaymaya başladı. Kapı kaymayı bitirip tamamen açıldığında tekrar ilerledik ve kolejin bahçesine girdik. Kolejin bahçesinin dört bir yanı ağaçlarla çevriliydi. Bahçenin tam ortasında ise oval bir çeşme, çeşmenin de ortasında kalbinden vurulmuş bir melek heykeli vardı.

Camın ardından gözetlediğim öğrenciler hızla okulun büyük kapısından giriyor ve aceleyle derse yetişmeye çalışıyorlardı. Binanın kapısının hemen üstündeki büyük, siyah yazılara baktım: 'Çağıran Koleji' yazıyordu.

Araba durduğunda çantamı yakalayıp kapıyı araladım. Soğuk hava yeniden benle bir savaş içerisine girdiğinde bir an önce kendimi okul binasına atmayı istedim. Hüseyin Bey'i başımla selamlayıp arabadan ayrıldım.

Bahçede neredeyse hiç öğrenci kalmamıştı. Yağmurun çiselemeye başladığını yüzümde hissettiğim küçük damlalardan anlayabilmiştim. Yağmur hızını arttırmadan kendimi içeri attığımda şimdi dışarıda yağmurun hızla yer yüzüne düşüşünün çıkardığı gürültüyü işittim.

Okulun içi de oldukça büyüktü. Ayrıca dekorasyonu da zengin bir yapıya sahipti. Ders başladığı için koridorda öğrenci görmek zordu fakat sınıflara sakin adımlarla yürüyen öğretmenler oldukça fazlaydı. İlk dersim Coğrafya'ydı. Eğer şansım varsa sınıfa her işini, konuşmakta dahil, yavaş yapan Nazenin Hoca'dan erken varabilirdim.

Bir üst kata tırmanan merdivenleri seri ama dışarıdan aceleci gözükmeyecek bir tavırla tırmandıktan sonra uzun, geniş koridorun sonundaki sınıfa doğru yürüdüm. Kapısı kapalıydı bu yüzden hocanın girip girmemiş olabileceği hakkında bir tahmin yürütmem zordu.

Sonunda sınıfımın kapısına vardığımda derin bir iç çekip birazdan karşılaşacağım manzaraya hazırlandım. İki seçeneğim vardı: Ya Nazenin Hoca'nın sinirle çatılmış kaşları ya da ben yokmuşum gibi davranan öğrenci sürüsü.

Kapıyı açıp içeri girdiğimde istemediğim seçenekle karşı karşıyaydım. Çatılmış kaşlarının hemen altındaki kısılmış gözlerini yönüme çeviren Nazenin Hoca'nın eline baktığımda yoklamayı alıyor olduğunu gördüm.

En azından bir konuda şanslıydım. Yok yazılmayacaktım. Kapıyı ardımdan çekip Nazenin Hoca'ya doğru yürürken onun duyabileceği bir sesle "Geç kaldığım için üzgünüm." diye mırıldandım.

Dürüst olmak gerekirse üzgün falan değildim. Üzülecek çok daha mühim dertlerim varken geç kalmış olmama üzülemezdim. Nazenin Hoca gözleriyle beni süzerken kaşlarıyla sıramı gösterip oturmamı işaret etti.

Sınıftaki tuhaf insanların gözleri üzerimdeyken yavaş adımlarla cam kenarının en arkasında bulunan boş sırama vardım. Yanımda kimse oturmuyordu. Önümde oturan Mert ve İdil çifti öğretmenin sınıfta oluşuna aldırmadan dudak dudağa bir şeyler konuşuyorlardı. Mert sarı saçlı, mavi gözlüydü. Boyu uzundu ve vücududa spor yaptığından oldukça yapılıydı. İdil'e gelirsek o da boyalı sarı saçlara sahipti. Kahverengi gözleri vardı ve fiziği diğer insanlar tarafından çok beğenilirdi. Magazinleri ve ünlülerin hayatını takip etmeyi çok severdi. Hatta kendisi de Instagram'da bloggerdı. En son baktığımda iki yüz bini aşkın takipçisi vardı. Bu sebepten dolayı okulda çok konuşulur ve insanlar tarafından beğenilirdi.

Onları incelemeyi bırakıp sıramın üstüne bıraktığım çantamdan coğrafya kitabını çıkardım.

Nazenin Hoca yoklamayı bitirdiğinde tüm sınıf çoktan vızır vızır sohbete dalmış bulunmaktaydı. En yakınımda onlar olduğu için istemsizce Mert ve İdil'in sohbetin kulak misafiri olmuştum.

İdil heyecan dolu sesiyle "Yarın akşamki parti için sabırsızlanıyorum." demişti.

"Çok güzel olacağına eminim." Şeklindeki bıkkınlık içeren cümle ise Mert'e aitti.

İdil'in gözleri bir an bana kaydığında göz göze gelmiştik. Gözlerimi hızla ondan kaçırıp onları dinlerken yakalanmış olmanın verdiği suçlulukla terledim.

İdil sırasında ters dönüp yönüme yaklaşırken kaşlarımı çatıp gözlerimi yeniden ona çevirdim.

"Lavinia'cım yoğunluktan dolayı seni unuttum ama eğer gelmek istersen yarın Akaretler'de partimiz var. Sana konumu mesaj olarak gönderirim. Sana da iyi gelebilir belki."

İdil'in ses tonunda bir art niyet arasam da bulamayınca sade bir ses tonuyla "Teşekkür ederim. Gelecek olursam senden konum isterim." dedim.

İdil gözlerini kırpıp tekrardan önüne döndüğünde yutkundum. İdil'le pek bir sohbetim olmamasına rağmen beni partiye davet etmesi gerçekten ince bir davranıştı fakat gitmeyecektim.

Aslında asosyal birisi değildim. Hatta önceden herkes beni neşeli ve sosyal karakterimle tanırdı. Şu an bir yabancı gibi yanlarından geçtiğim insanlarla birçok güzel anım vardı. Yalnız kalmak benim tercihimdi. Abim ve babamı kaybettikten sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam etmek bana zor gelmişti. Edememiştim de zaten.

Nazenin Hoca ellerini çırpıp oturduğu yerden kalktığında sınıfın gürültüsü aniden kesilmişti. Tüm dikkatler Nazenin Hoca'ya yönelirken ben de herkes gibi ona baktım. Nazenin Hoca gözlerini sınıfta bir şey ararmışçasına gezdirmeye başlayınca kaşlarımı çattım. Nazenin Hoca'nın dikkatle inceleyen gözleri nereye dönerse herkes oraya bakıp bir kusur arıyordu. Gözleri en son benim üstümde durduğunda İdil ve Mert dahil herkes bana döndü.

Kaşlarımı çatıp Nazenin Hoca'ya baktığımda sonunda dudaklarını kımıldatıp konuşmaya başladı. "Kızım bugünki dersimizi Dünya haritasından işlemek istiyorum. Depodan getirir misin?"

Nazenin Hoca'nın söyledikleriyle başımı sallayıp sıramdan kalktım. Sınıftaki sessizlik nedeniyle duyulan tek şey: Cama vuran yağmur ve ayakkabımın yere sürtünürken çıkardığı sesti.

Nazenin Hoca'nın yanından geçip sınıftan çıktığımda koridordaydım.

O sırada Lavinia'yla aynı binada olan biri daha vardı. Erkekler için ayrılmış lavabonun içerisinde kendisine bakınıyor ve kendisinde bir kusur arıyordu. Giydiği siyah kapüşonlu kazağı, gri kolej ceketi ve siyah bol pantolonunun kendisine yakışıp yakışmadığını kontrol etmek adına aynada kendisine bakınıyordu. Siyah dağınık saçları yağmurdan ıslanmıştı. Saçından düşen küçük su damlaları gür ve düz kirpiklerine değip biraz tutunduktan hemen sonra koridorun temiz mermerine düşüyordu. Siyah sayılacak kadar kara gözleri, şekilli düz kaşları ve bir erkeğe göre oldukça yapılı bir burnu vardı. Dudaklarıysa kanlı ve dolgundu.

Boynunda küçük olmasına rağmen oldukça dikkat çeken bir yazı vardı. Aden. Kendi ismini boynunda taşıması onun için bir sorun teşkil etmese de diğer insanlar tarafından çok eleştiriye maruz kalıyordu. Göğsünde de büyük bir kelebek, hemen sağ altında kuru kafa, kuru kafanın çaprazında tam kalbinin üstündeyse küçük bir kalp dövmesi vardı. Omuzlarından gelen bir yılan ise kalp dövmesinin ucuna kadar uzanıyor ve ağızını açmış yılan kalbini yiyecekmiş gibi bir görüntü veriyordu. Sağ pazısındaysa sadece kolunun etrafını saran bir dalga dövmesi vardı.

Zaten küçük yaştan beri yüzmeyi çok sevdiği için vücudu bir sporcu vücudunun altında değildi. Göğüsleri ve pazıları oldukça kaslıydı. Kendisini sıkmasına gerek kalmadan kendini gösteren baklavaları bile varsı. Adonisleri de oldukça çukurlu ve belirgindi.

Kendisine ve görünümüne çok önem verirdi. Her okula gelişinde erken gelmiş olsa bile şu aynanın karşısına geçip geçireceği yarım saatten uzun o süre derse geç kalmasına neden oluyordu.

Son olarak ayağındaki ayakkabıya baktıktan sonra lavabonun üstüne bıraktığı çantasını alıp lavabodan ayrıldı. Müdür yardımcısından aldığı geç kağıdı olmadan sınıfa giderse öğretmeninin kendisini dersten atacağını bildiği için ayakları onu en üst kata müdür yardımcısının odasına doğru sürükledi.

Kadın resmen geç kalışımı cezalandırmak adına beni bu depo denen başka bir diyara göndermişti. Çıka çıka bitiremediğim merdivenlerin sonuna ulaştığımda derin bir iç çektim. Sonunda en üst kata varmıştım. Sağıma dönüp müdür yardımcısının odasına baktım. Depo koridorun sonunda olmalıydı. Müdür yardımcısının odasının yanından geçip koridorun sonuna doğru ilerledim. Ayaklarım resmen yürümekten yorulmuş ve isyan bayraklarını bana çekmiş durumdaydılar. Onların isyanını sineye çekip koridorun sonuna vardım. Sağımdaki kapının üstünde yazan yazıyı okuduğumda şükredip kapıyı ittim. DEPO.

Kapı kendi kendine ardımdan kapanırken içerideki loş ışığın bana yardımcı olmadığını fark ettim ayrıca tavana sert bir şekilde düşen yağmur damlalarının ortaya çıkardığı ses beni oldukça geriyordu. Temkinli adımlarla deponun içerisinde ilerledim. Gözüm karanlığa yavaş yavaş alışırken etrafımdaki nesneleri seçebilmeye başlamıştım.

Depo binanın son katında olduğundan tavanıda düz değil eğikti. Ara ara saçıma su damlaları düşüyordu.

"Bırak beni. Birazdan ödeyeceğim paranı."

Bir kıza ait olan ses kulaklarıma iliştiğinde olduğum yere çivilendim ve ses çıkarmamak için nefes bile almamaya çalıştım. Ses çok uzağımdan gelmiş olsa da fazlasıyla yorgun gibiydi. Sanki konuşmaya bile hali kalmamış birinin sesiydi.

"Tamam işte bu şekilde de ödeyebilirsin. Tek yapman gereken beni rahatlatmak. Para falan vermene gerek yok."

Bu kez bir erkeğe ait olan sesi işittiğimde gözlerim büyüdü. Burada tam olarak ne oluyordu? Erkeğin sesi nefes nefeseydi ve konuştuğu sırada kemerin kayışının açılmasına benzer bir ses işitmiştim.

"Hayır, istemiyorum. Lütfen beni rahat bırak."

Kızın sesini tekrar işittiğimde sanki damarlarımın arasında akan kan oradan çıkmak istiyormuşçasına gerildi. Bileklerimde bir sızı hissederken gözlerimi kapatıp seslere yoğunlaştım.

"Pişman olmayacaksın. Haydi eline al, sonra da ağızına."

Tekrar erkeğe ait olan sesi işittiğimde söyledikleri beynime kan fışkırtmıştı resmen.

Olayı tam anlamaya çalışıyordum.

"İstemiyorum diyorum, anlamıyor musun?"

Gözlerimi açtım.

Kızın sesi çığlık atar gibi geldiğinde daha fazla burada duramayacağımı anladım. Ayaklarım tam tersini yapmak istese de kalbimi dinleyip sese doğru koşar adımlarla ilerledim. Karanlık deponun içerisinde bir sağa bir sola dönerken sonunda sese vardığımda ilk gördüğüm şey yerde oturan kızıl saçlı kız oldu. Gözlerimi kızdan ayırıp onun dibinde ayakta duran, sırtı bana dönük çocuğa çevirdim.

Pantolonun arasından çıkardığı aletini avucunda tutuyor ve kızın ağızıma sokmaya çalışıyordu. Gördüklerimle şok olurken ne yapacağım diye düşünmeden çocuğun üstüne atlayıp boynunu kolumun arasına aldım.

Birisi bir şey istemiyorsa istemiyor demektir. Onu istemediği şeyi yapmaya zorlamak iğrençti.

Çocuk tepkisini "Ne oluyor lan?" şeklinde ifade ederken boynunu kolumun arasından kaçırmamaya dikkat ederek onu o şekilde tuttum. Fakat çok güçlüydü ve her an elimden kurtulup bana da saldırabilirdi. Kız oturduğu yerden doğrulurken ağlamaya başladığını gördüm.

Çocuk altımda resmen debelenirken tüm gücümü kullanarak boynunu sıkmaya devam ettim. Alnımdan boynuma doğru akan teri hissedebiliyordum. Göğüs kafesimi kırmak istercesine atan kalbimi de.

Gücüm git gide tükenirken dişlerimi sıktım. Çocuk bu haldeyken bile bana daha önce duymadığım küfürler etmiş, elimden kurtulup bana yapacaklarını söylemişti. Bu haldeyken bile beni tehdit edebilen bir psikopat gerçekten beni korkutuyordu. Çocuk boşta kalan eliyle karın boşluğuma yumruğunu geçirdiğinde nefesim kesildi ve kendimi yerde buldum. Nefes almakta zorlanıyordum. Hatta gözlerim kararıyordu.

Yanımdaki kızıl saçlı kızım çığlıklarını boğuk bir şekilde duyarken öksüre öksüre ayaklanan çocuğa baktım. Yüzünde resmen psikopat bir gülümseme vardı. Beni öldürecekti.

Hissediyordum.

Çocuk aletini pantolonun içerisine sokup fermuarı kapattıktan sonra elini beline attı. Belinden çıkardığı bıçağı açıp bana doğru salladığında yapabileceğim tek şeyi yapıp çığlık attım. Az önce karın boşluğuma yediğim yumruk hala acısını bastırıyordu.

"Yalvarırım bırak bizi. Buradan çıkar çıkmaz sana ne kadar para istiyorsan veririm." Yanımdaki kızıl saçlı kız çocuğun paçasına yapışıp çocuğa yalvardığında çocuk bıçağı bana doğrultmayı sürdürerek başını kıza çevirdi.

Çocuk kısık, korkutucu sesiyle "Senle işim daha bitmedi. Önce şu kaşara dersini vereyim sıra sana da gelecek." dedikten sonra gözlerini tekrar bana çevirdi.

Bana doğru yavaş adımlarla yaklaşırken yutkundum.

Sorguladım. Hayatımı. Yaşanmışlıklarımı. Yaptıklarımı ve yapabileceklerimi. Bir şeyin değerini ya kaybederken ya da kaybettikten sonra anlayabiliyorduk. Ve sanırım ben de yaşamanın değerini şu an ölümle burun burunayken kavrayabilmiştim.

Çocuğun elindeki bıçak git gide bana yaklaşırken gözlerimi kapattım.

Özür dilerim anne.

Babam ve abimin ölümünün sorumlusu senmişsin gibi onlar öldüğünden beri sana soğuk davrandığım için. Seni çok seviyordum ama sevdiğim tüm insanlar tek tek öldüğü için insanları sevmeye korkuyordum. Birini seversem ve ölürse diye çok korkuyordum. Bu yüzden sana sarılamadım, öpemedim, güzel şeyler söyleyemedim.

Özür dilerim, kendimden. Her şeyin sorumlusu benmişim gibi hayatı kendime zindan ettim. Koskoca dünyaya kendimi sığdıramadım. Her aynaya baktığımda iğrenip gözlerimi kaçırdım. Ruhumu bir mezarlığa gömüp bedenime yaşamaya devam et dedim. Özür dilerim.

Gözlerimi açtım.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro