Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

final

kalbimin nasıl ağrıdığını anlatabilsem keşke, canımın en güzel sızısı bitti resmen. yapabileceğim tek şey okuduğunuz için size teşekkür etmek, yungi ve jimin'in birbirlerinin kaderinden çok seçimleri oluşlarına şahitlik edip beni bu yolda yalnız bırakmadığınız için, çok teşekkür ederim. başka kitaplarda görüşmek üzere, kendinize dikkat edin.

mika, son kez, out.

**

"Namjoon-ie hyung'la aranızda olan şeyi hala merak ediyorum." dedim kahve kupamı ellerimin arasında tutarken. Hoseok-ie hyung bir an için oldukça suçlu bir hale bürünmüş, ardından da derin bir nefes almıştı. "Başınıza çok iş açtı, değil mi?" diye sordu.

"Pek sayılmaz." dedim dürüstçe. "Yoongi'yle aramızdaki tek problem o değildi, sen de biliyorsun."

Bakışlarını önüne eğerken hafif bir şekilde omuz silkmişti. "Yine de böyle bir intikam oyununa başvurmaması gerekiyordu."

"Orası öyle." Kahvemden bir yudum aldım, aralarındaki şeyi anlatmak istemediğini fark edince konuyu değiştirmeden önce kafenin içinde etrafıma bakınmam gerekmişti ama Hoseok-ie hyung beni bu dertten kurtarmış ve "Yoongi hyung ne zaman gelir?" diye sormuştu. Bakışlarım kafenin kapısına yöneldi. "Bilmiyorum, nüfus müdürlüğünde işi uzamış olmalı."

"Bugün içinde halletmesi zor olur." dedi düşünceli bir sesle.

"Bir yerden başlaması gerekiyordu." diye karşılık verdim. "Diplomalarını saydıracak, ikametgah alacağız..." Önümüzde daha çok iş olduğunu bildirircesine iç geçirdim. "Araba onda bugün, birazdan gelir."

Nitekim öyle de olmuş, Hoseok-ie hyung ve ben yaklaşık on dakika daha ondan ve bundan konuşurken kafenin kapısı açılmıştı; tepesine asılı olan zil çaldığında kimin geldiğini bilircesine o yöne dönmüştü bakışlarım. Yoongi çökük omuzları ve düşünceli yüz ifadesiyle içeriye girmiş, etrafı bakışlarıyla tararken bizim olduğumuz masayı bulunca beni görüp sarkan dudaklarına ufak bir gülümseme yerleştirmişti. Boştaki sandalyelerden birini kendi yanıma çekip oturması için beklemeye başladım, Hoseok-ie hyung bu sırada yüzünde gerçek anlamda güneş gibi parlayan bir ifadeyle ikimizi izliyordu.

Sandalyeye oturunca yüzüme yaklaşıp dudaklarımı kısaca öpmüş, ardından da "Neler yaptınız?" diye sormuştu.

"Asıl sen neler yaptın?" diye sordu Hoseok-ie hyung lafı ağzımdan alarak. Yoongi'nin o çökük omuzlarının, beni görünce silinen sıkkınlığının bir sebebi olmalıydı; gün içinde halletmesi gereken işlemler yolunda gitmemişti anlaşılan.

Derin bir nefes aldı. "Kimlik başvurusu yapamadım." diye mırıldandı, bakışlarını özellikle benden kaçırıyormuş gibiydi. "Diğer dünyadaki kimliğimi götürmem gerekiyormuş ama yanımda değil. Onun dışında da aile ismimi alabilmem için ailemin beni sahiplenmesi gerekiyor ama ailemi tanımıyorum." Dirseklerini masaya yaslayıp yüzünü avuçladı, uzun parmakları saçlarına karışmıştı. "Bildiğim tek şey bir abim olduğu."

Kim Seokjin'in gösterdiği, aslında yaşanan ama aynı zamanda yaşanmayan o anılarda, Yoongi mezarımın başında benimle konuşuyor ve abisiyle olan çocukluk anılarından bahsediyordu. O anılardaki Yoongi değildi, yaptığı seçimi kanlı canlı izlese de o hayattaki çocuk değildi ve ailesini hatırlamıyordu. O hayatla ilgili hiçbir şey hatırlamıyordu; çünkü Kim Seokjin zamanı geriye alarak o hayatın hiç yaşanmamasını sağlamış ve Yoongi'yi daha doğduğu gün ailesinden ayırmıştı.

Ayırmıştı ki ben bugün nefes alayım.

"Diplomalarımdan tut ehliyetime kadar, her şey orada kaldı." diye devam etti birkaç dakikalık bir sessizliğin ardından. "Geri dönmem gerekiyor."

Kurduğu cümle masanın ortasına bir bomba gibi düştü, avuç içleriyle yüzünü örttüğü için ne benim, ne de Hoseok-ie hyung'un dehşet içindeki ifadelerini görebiliyordu. "Anahtarım yanımda neyse ki," diyerek derin bir nefes aldı başını ellerinden kaldırıp Hoseok-ie hyung'a bakarak. "Portal açabilir misin?"

Hoseok-ie hyung'un yüzünde gördüğü ifadeyle duraksamış, cümlesinin sona doğru kırık bir fısıltıya dönüşmesine engel olamamıştı. Neler olup bittiğini anlayamadığı için dönüp bana baktı ama benim ifadem çok daha korkunç olmalıydı ki irileşen gözleri hemen kaçmıştı bakışlarımdan. "Sorun ne?"

"Açamam." dedi Hoseok-ie hyung sert bir sesle. "Yeter."

"Geri falan dönmüyorsun." diye ekledim.

Birkaç saniye boyunca şaşkınlıkla aramızda gezdirdi bakışlarını. "Jimin, evraklarımı alıp döneceğim." dedi anlamamı umarcasına, tane tane. "Temelli gitmiyorum."

"Sana güvenmiyorum." dedim acımadan. Birkaç haftadır kollarımda uyusa da beş yılın acısı kolay kolay geçmeyecekti, korku ensemde kol geziyordu. Söylediğim şeyle beraber yüzünü hayatımda gördüğüm en kırgın ifade kaplamıştı; kırılmıştı çünkü benim çektiklerimi kendisi de çekmiş, ikimizi de hak etmediğimiz bir azaba maruz bırakmıştı.

Yutkundu. Dirseklerini masadan çekip bedenini oturduğu sandalyede elinden geldiğince bana çevirdi, parmaklarımız tutundu birbirine. "Kimliğim olmazsa burada kalamam, biliyorsun, değil mi?"

Biliyordum, çok iyi biliyordum hem de. Aramızda hala eşlenmeye dair bir muhabbet geçmemişti, onun tarafını bilmiyordum ama ben belki reddeder korkusuyla bir şey söylemiyordum. Olurdu da eşlenmeye, dövmelerimize sahip olmaya karar verirsek, haritalarımız için başvuru yapıp eşlendikten sonra da bunu eş birimlerine bildirmekle ve hayatımıza bundan sonra sahip olacağımız statülerle devam etmekle yükümlüydük. Haritayı çıkarabilmek için Yoongi'nin yasal bir vatandaş olması gerekiyordu, ki bu da anlattığına göre diğer dünyadaki kimliğini almadan imkansızdı.

Verdiğim örnek en basit örnekti. Hastalansa kimliği olmadığı için doktora gidemezdi, diplomalarını saydırmazsa iş bulamazdı, buradaki hayatı onun için bir cehennemden farksız olurdu ve benim kollarımdayken Yoongi'nin böyle hissetmesi isteyeceğim son şey bile değildi. "Seninle kalmak istiyorum." diye devam etti beni düşüncelerimden sıyırarak. "Seninle olmaya geldim. Sözümü tutamadığım için özür dilerim ama artık akıllandığıma inan, lütfen." İç geçirdi, sağ eli elimi bırakıp havalandı ve yanağımı avuçladı, dokunmaya kıyamıyormuş gibiydi. Kitaplarda okuduğum Suga'nın insan içinde böyle samimi ve partnerine karşı böyle sevecen olduğunu söyleselerdi güler geçerdim ama benim Yoongi'm beni biz yalnız değilken de tek bir saniyeye sıkıştırmasını çok iyi biliyordu. Öpüyordu, okşuyordu, seviyordu; bir saniyeye binlerce ömür sığdırıyordu.

Hoseok-ie hyung saniyemizi sahte öksürüğüyle ikiye tamamladığında Yoongi'nin dudaklarına buruk bir gülümseme yayılmıştı. Hyung'a yandan, komik bir bakış attı, sonra da kızaran yanaklarıma güldü birkaç saniye boyunca. "İstersen Hobi'yle gideyim? O zaman inanır mısın geri geleceğime?"

Başımı iki yana salladığımda "Jimin-" diyerek karşı çıkmaya yeltenmişti ama lafını "Ben de geliyorum." diye kestiğimde yanağımdaki eli donakaldı, gülümsemesi solmuştu. "Hayır." dedi kesin bir dille, çekti ellerini üzerimden. Yarım bıraktığım kahveme uzandı parmakları, "Hayır." diye tekrarladı bir yudum almadan önce.

"Kaçak hayatının tadını çıkar." diye karşılık verdim bardağımı ellerinden alırken. Dudaklarına yasladığı için porseleni çektiğim an birkaç damlası alt dudağından süzülmüş ve çenesine doğru akmıştı. Kaşlarını çatarak elinin tersiyle sildi çenesini. "Park Jimin!"

"Min- ah, pardon, kimliğin yok." dedim alay edercesine. "Sadece Yoongi. Yurt dışında evlenelim bak, Katolik kilisesi eşcinselleri kabul etmeye başlamış, Park Yoongi olursun."

Hoseok-ie hyung gülmeye başladı, önerim fazlasıyla hoşuna gitmiş gibiydi ama Yoongi'nin öfkeden gerilen yüzü her an biraz daha kızarıyordu. İfadesine omuz silkmekle yetindim. "Orada işler nasıl yürüyor, bilmiyorum." diye devam ettim umursamaz bir tavırla. "Ama bu dünyada, Kore'de evlenirken soyadlarımızı değiştirmiyoruz. O yüzden yurt dışı dedim. Kiliseler kimlik de istemiyor. Ida noona Kosta Rika'yı epey övüyordu, hakkında bir belgesel-"

"Jimin." Ses tonuyla beraber kendimi beğenmiş tavrım buharlaşırken oturduğum yere sindiğimi hissettim. Çok kızmıştı. "Birincisi, evlenmeyi düşünmüyorum-"

"Prenses değiliz tabi." Kendi söylediğim şey beni bile dehşete düşürürken Yoongi yüzüne kızgın yağ sıçratmışım gibi bir tavırla donakalmıştı. Kendine gelir gelmez başı korkunç bir hızla Hoseok-ie hyung'a döndü, yanaklarımın içini ısırarak öfkesini kusmaması için dua etmeye başladım.

Hoseok-ie hyung olduğu yerde büzülürken Yoongi ölüm kokan sesiyle "Hope, Hoseok, Solntse- her neysen." dedi oturduğu yerden ayaklanarak. "Birkaç bina ötede çıkmaz bir sokak var. Portal aç."

"Tamam." dedi Hoseok-ie hyung çocuk gibi bir sesle, Yoongi tek kelime daha etse ağlamaya başlayacaktı sanki.

Hoseok-ie hyung masaya kahvelerimizin ücretini bırakırken Yoongi adımlarını çoktan kapıya çevirmişti. Şoku atlatıp "Hyung!" diye fırladım sandalyeden. "Hyung, bekle!"

Kafeden çıkıp söylediği çıkmaz sokağın tarafına doğru yürümeye başladı. "Hyung, bak, bunu oturup güzelce konuşalım, hm?" Sesimi sevimli tutmaya çalışıyordum ama o kararlı adımlarla yürümeye devam ederken ben peşinde kolunu tutmaya çalışınca sevimliden çok ağlamanın eşiğinde, yalvarıyor gibi duyuluyor olmalıydım. "Hyung, hadi, evimize gidelim."

"Ben eve gidiyorum zaten." dedi kolunu tutuşumdan kurtararak. Ben olduğum yere çakılırken Yoongi söylediği şeyi birkaç adım ilerimde fark etmiş, bedeni panik içinde bana dönerken endişeli yüz ifadesi görüş alanıma girmişti. Havada, ona uzanmış bir halde kalan ellerim iki yanıma düştü; Yoongi yüzümü avuçlarken gözlerimin dolmaya başladığını hissedebiliyordum. "Jimin-"

"Eve gidiyorsun."

"Jimin, öyle demek istemedim." Akan gözyaşlarımı silerken o da ağlayacakmış gibiydi, onu hiç bu kadar panik halinde görmemiştim. Ağlamamın durmayacağını fark edince beni beklemeden kollarına çekti, yüzünü boynuma gömerken derin bir nefes alarak kokumu ciğerlerine doldurmuştu. "Seninle kalabilmek için gitmem gerekiyor, ve seninle evlenmek de istiyorum, sinirlendim sadece." Kucaklamasını biraz daha sıkılaştırdı ama söylediklerinin etkisi olmuyordu, çenem omzuna yaslıyken ciğerlerim yırtılıyormuş gibi, acılı bir nida kaçırdım dudaklarımdan. "Gitme."

"Hobi'yle gideceğim, hemen geri dönerim, yemin ediyorum." Sesi çatladığında onun da ağlamaya başladığını anlamıştım, onu ağlatan olduğumu bilsem de susturamıyordum kendimi, beş yılın acısı bir anda taşmıştı kalbimden. "Jimin, orası çok tehlikeli. İkimizin o dünyada olması çok tehlikeli, ya başına bir şey gelirse?"

"Sadece evrak toplamaya gidiyorsan neden başıma bir şey gelsin?" diye sordum hıçkırıklarımın arasında. Parmaklarım bu dünyaya dönerken üzerinde olan ceketi sıkıca kavradı, yüzümü omzuna gömdüm. "Beni de evine götür."

"Jimin'im," Boynuma ufak bir öpücük bıraktı. "Benim evim sensin."

"Jimin'i götürmezsen portal açmam." Hoseok-ie hyung'un sesi hemen dibimizden gelince birbirimizin kollarındayken zıpladık olduğumuz yerde. Aynı anda başlarımızı kaldırıp hyung'un sinirli suratıyla karşılaştık. "Dilinin ayarı yok, Min Yoongi. O cümleden sonra seni tek başına yollayacağıma inanıyor musun?"

"Hobi, orayı biliyorsun." dedi Yoongi son bir umutla, yalvarırcasına.

"Jimin, gel seni yollayayım." dedi Hoseok-ie hyung onu umursamadan, ilgisini bana yönlendirerek. "Madem aynı dünyada olmanız problem, hyung burada beklesin."

Kollarımın arasındaki beden olduğundan daha sıcak gelmeye başlayınca korkuyla sıyrıldım kucaklamasından, Yoongi'nin vücudu parmak uçlarından başlayıp sinsi alevlere karışırken Hoseok-ie hyung'a doğru tehditkar bir adım atmıştı. Hoseok-ie hyung'sa kafenin içindeki korkak tavrını terk etmiş, asıl güç sahibi olanın kendisi olduğu bilinciyle, ukala bir şekilde havalandırmıştı tek kaşını. Saçları, köklerinden başlayacak şekilde, uçlara doğru parlak bir kırmızıya boyandı. "Güneşten sıcak mısın?" diye sordu ondan çıktığına inanamadığım bir ses tonuyla.

"Yapmayın." diye yalvardım. Bayılacakmış, bayılıp bir daha asla uyanmayacakmış gibi hissediyordum. Yoongi sesimi duyduğunda pes edercesine omuzlarını düşürmüş, geride keskin bir yanık kokusu bırakan alevlerini yok etmişti. Derin bir nefes alırken gözlerini yumdu, sol elinin iki parmağı burnunun kemerini sıkıyordu.

İç geçirerek bana döndü. "Yanımdan ayrılmak yok."

"Yok." diye söz verdim hevesle, burnumu çekerken sağ elini iki elimin arasına aldım. "Asla yok."

"Yaralanıp ölürsen seni öldürürüm." dedi ciddi bir ifadeyle.

Gözyaşlarımın arasında, delirmiş gibi görünmeyi umursamadan kıkırdadım. "Her şey kabulüm."

Derin bir nefes aldı, zaten avuçlarımın içinde olan elinin parmakları benimkilere kenetlenmişti. "Sen burada bekle." dedi Hoseok-ie hyung'un yüzüne bakmadan, beni çıkmaz sokağın kapalı ucuna doğru çekiştirirken. "Çağırınca gelirsin."

Hoseok-ie hyung'un gözlerini devirdiğini gördüm ama Yoongi'ye karşı çıkmamış, Yoongi beni sürüklerken olduğu yerde dikilmeye devam etmişti. "Bana bak," dedi yeterince uzaklaştığımızdan emin olduğunda. Kaşlarımı kaldırıp ilgiyle onu dinlediğimi belli etmeye çalıştım ama burnumu çektiğim an ciddi ifadesi sarsılmış ve dudaklarına kırık bir gülümseme yayılmıştı. "Evi çok dağınık bırakmıştım."

Güldüm. "Sorun değil."

"Soru sormak da yok?"

"I-ım." Başımı tatlı tatlı iki yana salladım, dışarıdan gören birisi bizim otuzlarında iki adam olduğumuza hayatta inanmazdı. Yoongi derin bir nefes aldı, daha oraya gitmeden nasıl da gerildiği belliydi ama bu kadar gerilmesine gerçekten de gerek yoktu. Hiç gitmemiş olsam da o dünyanın nasıl bir yer olduğunu biliyordum.

Hoseok-ie hyung'u çağırdık, hızlı adımlarla yanımıza geldiğinde saçları eski rengine geri dönmüştü, yüzünde parlak bir gülümseme vardı. "Bir saat yeterli mi sizin için?"

"Fazla bile." diye karşılık verdi Yoongi.

"Bir aksilik olursa diye, bir saat diyelim." Sokağı kapatan duvara yaslı iki çöp konteynerinin arasına doğru kaldırdı kolunu, parmakları hareket ederken işaret ettiği noktada ufacık ama pasparlak bir ışık belirmişti. Portal gitgide büyürken gözlerimin acımaması için bakışlarımı Yoongi'ye çevirmiş ve onu zaten bana bakarken yakalamıştım. "Yanımdan ayrılmak yok." diye fısıldayarak tekrarladı. Gözlerimi kapatıp açarak onayladım söylediğini.

"Bir saat sonra indiğiniz yerde yeniden açılacak."

"Tamam." Yoongi elimi sımsıkı tuttu. Portala doğru koşmadan önce son kez birbirimize bakmış ve endişeli bakışlarını elimden gelen en güven verici bakışlarla karşılamaya çalışmıştım. Kötü bir şey olacağını düşünürse elbette başımıza bir şey gelirdi ama zaten söylediği gibi, hemen ihtiyacı olan evrakları alıp gelecektiysek neden böylesine geriliyordu ki? İçinde kötü bir his vardı, ve bu kötü his benim içime sızıyordu. Ben onun aksine yaralanırız falan diye değil de bu beş yılda geri dönüşü olmayan bir şey mi yaptı, diye düşünerek geriliyordum.

Gözlerim kapalı olduğu için yolculuk boyunca hiçbir şey göremedim, göz kapaklarıma rağmen retinalarıma kazınan ışık dışında, yani. Ama acı gerçekten de dayanılamayacak gibiydi, Yoongi buraya ilk defa geldiğinde canı öylesine acımıştı ki kitaplarda öyle bir şey yazmadığı halde acısını hissetmiş ve bundan Namjoon-ie hyung'a da bahsetmiştim. Işık kaybolup yerini kızıl bir karanlığa bıraktı, bedenimin sert bir yüzeyle buluştuğunu hissederken Yoongi'nin elini tutan elim bileğime doğru kıvrılmış ve portalın yarattığı rahatsızlıkla beraber dudaklarımdan acılı bir inlemenin dökülmesine sebep olmuştu. "Yoongi?" diye mırıldandım boştaki dirseğimi yere yaslayarak. Nemli, toprak bir zeminde uzanıyorduk. Başımı kaldırıp ne yaptığını görmeye çalıştım, irileşen gözleriyle benden uzağa, ilerideki bir noktaya bakıyordu.

Bakışlarım bakışlarını takip etti, etraftaki mimarinin çarpıklığı içime isim koyamadığım bir duygunun yayılmasına sebebiyet verirken Yoongi'nin gözlerini diktiği, en az yirmi metre uzunluğunda duvarlarla göz göze gelmiştim.

"Omo!" Elini bırakıp yattığım yerde heyecanla doğruldum, şehrin etrafını saran duvarın heybeti en sonunda bulunduğum yerin farkına varmamı sağlamış, çocukluğumdan beri biriktirdiğim bütün hayaller zihnimin içinde renkli bir bayram havasına bürünmüştü. "Seul'deyiz, değil mi?" diye sordum heyecanla. "Duvarlar mavi!"

Yoongi benim kadar eğleniyora benzemiyordu. "Bugün ayın kaçı?" diye sordu kısık bir sesle. Hala bana değil, duvara bakıyordu. Duvarın, bulutlar kanamış izlenimi yaratan bordo gökyüzüyle kesiştiği noktada koyu renkli bir figür şehrin iç kısmına atladı; bulunduğumuz mekan ve açıdan bakıldığında ufacık görünüyordu ama duvar o kadar uzaktaydı ki zıplayan şey en az bir otomobil büyüklüğünde olmalıydı. "Yirmi dördü." diye cevapladım sorusunu.

Yalnızca bir saniye uzandığı yerde kalmış, hemen ardından da küfrederek ayaklanmıştı. "Sikeyim, sikeyim, sikeyim..." diyerek koşturdu bahçesinde olduğumuz evin kapısına. Ceketinin fermuarlı cebinden eve ait olduğunu düşündüğüm anahtarı çıkarıp kilide taktı. "Jimin, çabuk!"

"Sorun ne?" diye sordum ben de onun yüzünden korkarak. Elleri titrediği için kapıyı bir türlü açamamıştı. "Duvar bekçileri grev yapıyor." diye açıklamaya çalıştı dehşet içinde. "Kraliyet de nüfus azalsın diye istediklerini vermiyor, iki gündür şehir canavarlarla dolup taşmış olmalı-"

Yoongi cümlesini tamamlayamadan evin baktığı koruluktan korkunç bir kükreme duyuldu, Yoongi anahtarı yere düşürdü. Bedenim sesin kaynağına dönerken dudaklarıma istemsiz bir gülümseme yayıldı, öyle büyük ve çılgın bir gülümsemeydi ki cildim gerilmiş ve acımaya başlamıştı. "Michon." diye mırıldandım.

Arka tarafımdan kapının açıldığını bildiren o ses geldi. Sonraki saniye Yoongi beni ensemden yakalamış ve yavru bir köpekmişim gibi içeriye çekip evin iç kısımlarına adeta fırlatmıştı. Sırtım duvara çarpsa da umursamadım, Yoongi titreyen elleriyle kapıyı bu sefer de kilitlemeye çalışırken ben kahkahalarımı bastırmak için uğraşıyordum. "Michon! Michon'du o kükreyen, değil mi?"

"Diplomalar çekmecede." dedi sadece, odanın duvarlarındaki pencerelerin perdelerini çekerken. Heyecanımın onu sinirlendirdiğini biliyordum, yaralanmamdan çok kendimi bu dünyaya kaptırırım diye getirmek istememişti beni, bunu şimdi çok daha net kavrıyordum ama umurumda değildi. Tek odanın Yoongi'ye uzak köşesindeki çalışma masasına yürüdüm, bu sırada kendimi tutamamış ve gülmeye başlamıştım. "Jimin." diye uyardı Yoongi.

"Keuttolsi görür müyüz sence?" diye sordum çocuksu bir hevesle. Bahsettiği diplomaları ikinci çekmecede bulmuş, konservatuvardan aldığının yanı sıra bir de sosyoloji mezunu olduğunu görünce belgeler ellerimde öylece kalıvermiştim dikildiğim yerde. Yıllar önceden kopup gelen bir anı kulaklarımda yankılanmıştı. Yoongi'ye toplum uzmanısın ya sen, diye çıkışmıştım. Ve Yoongi gerçekten de toplum uzmanıydı.

"Bir sorun mu var?" Endişeli sesi omzumun üzerinden gelince silkelenip sıyrıldım anılardan, başımı iki yana sallayarak belgeleri kolumun altına sıkıştırdım ve ilgimi yeniden masaya verdim. "Başka ne alaca-"

Gördüğüm şey nefesimi keserken cümlem de tam ortasında havaya karışmıştı. Yoongi endişeyle baktığım noktaya çevirdi bakışlarını ve çerçeveletilmiş fotoğrafımı yakaladığı gibi devirip masaya bastırdı. Bana döndüğü sırada belini masaya yaslamıştı, gözleri kocaman, yanakları kırmızıydı. "Soru sormak yok demiştik."

"Nedenini değil, nasılını soracaktım." diye mırıldandım, hala şaşkındım. Fotoğrafta kameraya bile bakmıyordum, gizlice çekildiği çok belliydi ama asıl soru şuydu ki Yoongi bunu ne ara, nasıl yapmıştı? Çerçevenin yanında artık tarih öncesiymiş izlenimi veren yeşil mektubum ve bana ait olduğunu fark ettiğim birkaç ufak şey daha vardı. Bakışlarımı şaşkınlıkla etrafta gezdirdim, ev gerçekten de bıraktığını söylediği gibiydi, oldukça dağınıktı. Yerde hem onlarca nota kağıdı, hem de kullanılmak üzere hazır bekletildiğini tahmin ettiğim silahlar vardı; ufak bir çakıdan tutun ok ve yay ikilisine kadar her şey mevcuttu. Sonra, odanın içinde canımı sıkan şey girdi görüş alanıma. Duvar dibine yığılmış içki şişeleri. Çoğu boş, bazıları kırık içki şişeleri. Nota kağıtlarının çoğunda kan lekeleri. Diplomalar gevşeyen tutuşumdan kurtulup kolumun altından kayarken üzgün bakışlarım eşimi bulmuştu. "Hyung?"

"Soru sormak yok." diye tekrarladı sadece.

"Ben seni başkalarına sormaktan sıkıldım ama." Dayanamayarak uzattım kollarımı. Kollarımın arasına girmeden önce ikinci defa düşünmedi, yüzü boynuma gömülürken belimi sıkıca kavramıştı. "İyi ki döndün." dedim derin bir nefes alarak, saçlarından dağılan şampuan kokusu kendi kokusuyla muhteşem bir uyum içerisindeydi. "İyi ki döndün bana."

Birkaç dakika daha olduğumuz yerde hafifçe sallanarak sarılmaya devam etmiş, ardından benim isteğimle ayrılmıştık. Daha kimliğini bulması gerekiyordu ama Yoongi'nin kollarımdan çıkmak gibi bir niyeti yoktu. Gülerek onu ittiğimde mızmızlanmış ve en sonunda dudaklarını yanağıma gömüp masadaki işlerini halletmeye kaldığı yerden devam etmişti. Yerde bulduğum bir hançeri elimde sallaya sallaya odanın içinde gezinmeye başladım. Ahşaptan, oldukça eski bir evdi. Dış kapı dışında sadece bir kapısı vardı, banyo olmalıydı zira mutfak zaten odanın başka bir köşesinde kuruluydu. Yatak diye kullandığı kanepeye ilerleyip koltuğun içini açtı ve siyah bir sırt çantası çıkarıp bu dünyadan götüreceği her şeyi içine doldurmaya başladı.

Sırtımı duvara yaslayıp hançerle hafifçe araladığım perdeden dışarıyı gözlemlemeye başladım. Hala burada olduğuma inanamıyordum, kendimi bildim bileli kafamın içinde en sevdiğim karakterle maceralara atıldığım dünyadaydım. Ama en sevdiğim karakter ki kendisi eşim olur, heyecanımı kursağımda bırakmıştı. İstediğim şeyin kitap sayfalarında okumak kadar kolay olmadığının bilinciyle, ona surat bile yapamıyordum. Burada olmamamız gerekiyordu, ben kendi iyiliğimi düşünmeden heyecanlanabiliyordum ama Yoongi'nin iyiliği söz konusu olduğunda portalın bir an önce açılması için dua etmeden de edemiyordum.

"Gömleğimi de alayım..." Masadaki işi bitince kanepenin yanındaki dolaba doğru yürümeye başlamıştı, bakışlarım bir an için masanın üzerinde dolaştı ve bana ait her şeyi aldığını gördüm. Dudaklarıma buruk bir gülümseme yayılırken ilgimi yeniden perdenin arkasındaki dünyaya verdim.

"Her şey hazır." Benimle konuştuğunu hissedince perdeyi bırakıp bakışlarımı ona çevirmiştim. Kanepenin yanındaydı, çantası elinden sarkıyordu. "Sanırım."

Yavaşça yanına doğru yürümeye başladım, hareket etmemle birlikte koltuğa çökerek yanına oturmam adına avuç içini sürttü, gülümseyerek oturdum. "Portalın açılmasına ne kadar kaldı?"

Bileğini sallayarak annemin hediye ettiği saatin üst kısmını göreceği şekilde çevirdi. "Daha yarım saat var."

"Dışarı çıkıp birkaç canavar mı avlasak?" diye sordum numara yapıyormuş gibi, ama Yoongi sorumun altındaki asıl amacı fark etmiş ve cevap vermeye tenezzül bile etmeden elimde tuttuğum hançere uzanarak parmaklarımın arasından koparıp almıştı. "Böyle şeyler sana yakışmıyor."

Derin bir iç geçirsem de söylediğine karşı gelmedim. Hançeri yere bırakıp boşalan elini yanağıma kaldırdı, başparmağı elmacık kemiğimde geziniyordu. Başımı koltuğun arka kısmına yaslayacak şekilde kaydım oturduğum yerde, Yoongi de hareketimi taklit etmiş ve yalnızca birkaç saniyenin ardından birbirimizi öylece izlemeye başlamıştık. Parmak uçları hala tenimdeydi. "Jeju'dayken Hyuk bir video çekmemi istemişti..." diye mırıldanarak konuşmaya başladı. O bana döneli birkaç hafta geçmiş olsa da bizim dünyamızda olup biten her şeyi ayrıntılarıyla konuşmamıştık, şimdi dışarıya çıkıp eğlenmemi engellemek için konuyu açtığı belliydi. "Onu yayınladı mı?"

"Hayır. Gerek kalmadı."

"Anladım..." Birkaç saniye boyunca yüzümde gezdirdi bakışlarını, dudaklarına güzel bir gülümseme yayılacak gibi olmuş ama hemencecik solmuştu, sebebini bilmediğim için kaşlarımı çattım ama beni bekletmeden aklını meşgul eden düşünceleri dillendirmişti. "Senin başına bela açıldı mı?"

"Kitapta olduğum için mi?" diye sordum ve onayladığında da beklemeden devam ettim. "Başlarda etrafımdaki çoğu insan kitaptaki Jimin olduğumu fark ediyordu, hastaneden kaybolmamdan tut ailemin içeri alınmasına kadar beni işaret eden birçok şey vardı ama nüfusun yarısıyla aynı ismi taşıdığım için birkaç ay içinde üzerimdeki damgadan kurtuldum." Yanağımdaki elini yakalayıp kendi ufak ellerimin arasına aldım. "Tanınmayan ünlü insanlarız şu an."

Dudaklarının sağ köşesi kancaya tutulmuş gibi kıvrıldı yukarıya, başı yasladığı yerde benimkine yaklaşacak şekilde kayarak aramızdaki mesafeyi birkaç santime indirdi. "Umarım bir şey unutmamışsındır," dedim kaşlarımı çatarak. "Bir daha buraya dönmüyoruz."

"Dönmeyelim." Sırıttı. "Unuttuysam da unuttum, kilise kulağa itici gelmiyor."

Onun gibi gülerek alnımı alnına yasladım, gözlerimiz kapanırken evin içinde yalnızca nefes alışverişlerimiz duyuluyordu. "Benimle gerçekten de evlenmek ister miydin?" diye fısıldayarak sordu bir anda. Gözlerimi kırpıştırarak açtım, onunkiler hala kapalıydı. Asıl istediğim şeyin eşlenmek olduğunu ona söyleyemezdim, sinirlendiği her seferde ben eve gidiyorum diyebileceğini biliyorken yapabileceğim hiçbir şey yokmuş gibi geliyordu. Ben onun bıraktığı Jimin'dim, biraz yaralı ve biraz da kırılmış haliydim ama konu o olduğunda ben hala Yoongi'nin bıraktığı yerdeydim. Her şeyi benim için yaptığını bilsem de yanında istediğim kadar özgür bir şekilde hareket edememem de Yoongi'nin hala beni bırakan Yoongi olup olmadığını bilmiyor oluşumdan kaynaklanıyordu. Bir eşim olmasını nasıl istediğimi biliyordu, onu nasıl sevdiğimi de biliyordu; bunlara rağmen eşlenme fikrini ortaya sürmüyorduysa ben ne yapabilirdim ki? Eşi olmam fikrini yadırgamasa da hayatı boyunca eşi olan insanlardan çektiklerini düşününce iki keskin fikrin arasında kaldığını anlamak o kadar da zor değildi.

"İsterdim." diye mırıldandım. "Eşcinsel çiftler evlenmeden çocuk evlat edinemiyor."

Gözleri açılınca ruhu girmişti görüş alanıma, şaşkınlığına, içimdeki tüm o fırtınaya rağmen gülümsedim. "Ne?"

"Yetimhaneden birini kurtarma fikri kulağa çok çekici geliyor." diye itiraf ettim. Onu kimse kurtarmadığı için belki de bunca acıya göğüs germek zorunda kalmıştı. Kendini az da olsa geriye çekerek alınlarımızı ayırdı, üçgen gözleri irileşmiş, dudakları aralık kalmıştı. "Jimin..."

"Sadece bir fikir." dedim hemen, kendini bir şey söylemek zorunda hissetsin istemiyordum. Kendini benimle evlenmek zorunda hissetsin de istemiyordum, ben bir şey istiyorum diye kendini ona göre hareket etmeye zorlamamalıydı. Ben sırf gecenin bir yarısı arkadaşlarımla dışarı çıkıp kendimi öldürdüm diye yıllar sürecek bir cehennem azabının altına imzasını atmamalıydı, mesela.

Ama bunu çıkıp da yüzüne söyleyemezdim.

Çünkü kızardı.

Çünkü ben de aynısını yapardım.

"Ne kadar kaldı?" diye sordum konuşmasını engellemek adına. Bir an için neyden bahsettiğimi anlamamış ve boş bir şekilde bakmıştı yüzüme, hemen ardından bakışları bileğindeki saati bulmuştu. "On yedi daki-"

Yoongi lafını tamamlayamadan bahçeden duyulan kükreme ikimizin de bakışlarını kilitli kapıya çevirmesine sebep oldu. Ses çok yakından geliyordu, heyecanımın yanı sıra içime yayılmasına engel olamadığım korku tüylerimi diken diken etmişti. Yoongi'nin avuç içini dudaklarımın üzerinde hissedince bakışlarım ona döndü, diğer elinin işaret parmağını kendi dudaklarına yaslamış, başını herhangi bir ses çıkarmamam adına yavaşça iki yana sallıyordu. Michonların çok güçlü bir işitme duyusu vardı, dudaklarımdan dökülecek olan ilk kelimede ikimizi de tehlikeye atmış olurdum.

Ses çıkarmayacağımı anladığında elini çekerek bakışlarını etrafta gezdirdi. Portal bahçede açılacaktı, bu yüzden on yedi dakika boyunca ya michon'un ortadan kaybolmasını bekleyecektik, ya da onu yenmenin bir yolunu bulup işimizi garanti altına alacaktık.

Yavaşça yere eğilip Yoongi'nin dakikalar önce elimden çekip aldığı hançere uzandım. Ne yaptığımı fark edince beklemeden elime vurmuş, etin ete çarparken çıkardığı ses iğne düşse fark edilecek ortamda resmen yankılanmıştı. Gözleri yaptığı hatayla beraber irileşti, parmaklarımız iç içe geçerken bakışlarımız michon'un gölgesinin düştüğü perdeye çevrildi. Canavar bir kez daha kükredi, sonra da bedenini ahşap duvara çarptı.

"Çantanı tak!" dedim hançeri yerden kaparak. "Portal açıldığında hazır olmalıyız!"

"Jimin!" Koltuktan kalkarken çoktan harekete geçmiş olan bedenimi dehşet içinde izlemişti. "Ne yapıyorsun sen?"

Michon duvarı yıkmak adına bedenini yeniden tosladığında zehirli olduğunu bildiğim boynuzu ahşapta ufak bir çatlak oluşmasını sağlamıştı. "Dikkatini dağıtacağım, bu sırada kapıyı aç." Yerden aldığım, elimdeki hançerden biraz daha büyük olan silahı fırlattım, panik içinde kabzasını yakaladığında içinde olduğumuz durumun gerçekliğine gülmeye başlamıştım. "Sen delirmişsin!" diye bağırdı, michon yeniden saldırdı.

"Seni seviyorum!" diye karşılık verdim kahkahalarımın arasında. Kapıya uzak olan pencereyi açıp kolumu dışarı çıkardım ve elimden geldiğince ses çıkarıp michon'u bu tarafa çekmeye çalıştım. Tuzağıma kolayca kanmış, siyah bedeni ve sarı, parlak boynuzuyla görüş alanıma girmişti. Beni görünce iyice sinirlenmiş gibi bulunduğum pencereye adeta uçmuştu, başı evin içine girerken kırdığı cam derisini büyük ölçüde kesti. Hızla evin dış kapısına yönelip dışarıya çıkmaya yeltendim ama Yoongi ben michon'la uğraşmadan önce bıraktığım yerde, kocaman açtığı gözleriyle bana bakıyordu. "Hyung?" diye seslendim endişeyle.

Arka tarafımdan gelen acılı kükremeyle michon pencereyi çerçevesiyle beraber yıkarak evin içine girmişti. "Kapı!" diye bağırdım, işte şimdi işin heyecanı kalbimdeki korkuya karışmaya başlamış, Yoongi'ye zarar geleceği düşüncesi bedenimdeki her hücrede hayat bulmuştu. Hareket etmediğinde bedenini yakaladığım gibi kenara çekerek michon'un koştuğu yönden çektim. Yaratık evin içini birbirine katarken kilidi açmaya çalışıyordum. "Yoongi!"

En sonunda kendine gelmiş, boynuzu bizi hedef alacak şekilde başını eğip koşmaya hazırlanan canavara doğru kaldırmıştı boştaki elini. Parmaklarından adeta fışkıran alevler cam kırıkları yüzünden zaten yaralanan canavarın acıyla ulumasına sebep olmuştu, eve mide bulandırıcı bir yanık kokusu yayılırken kapıyı açmayı başarmış ve Yoongi'yi kolundan yakaladığım gibi peşimden bahçeye sürüklemiştim. "Ne kadar kaldı?" diye sordum yüzlerimiz kapıya dönük bir şekilde bahçede gerilediğimiz sırada.

"On üç dakika."

"Sadece dört dakika mı olmuş?" diye sordum hayret içinde, bu sırada artık gerçekten de sinirlenmiş olan michon duvarı delerek dışarıya fırlamış, koca bedeni nemli toprakta birkaç kez yuvarlanmıştı. Etraf toz dumana bulanırken kahverengi bir sisin içinde kalmıştık, boştaki elimi gözlerime siper ederken hançeri göğüs hizama kaldırarak gelecek olan herhangi bir tehlikeye karşı tetikte olmaya kalkıştım ama sonra Yoongi'ye zarar veririm korkusuyla silahımı hemen indirdim. Aynı saniye içinde Yoongi "Jimin!" diye bağırdı, yüzlerce kiloluk bir kütle bedenime çarpıp bir binadan düşmüşüm de kemiklerim kırılmış gibi bir hissin hücrelerimde gezinmesine yol açtı. Acıyla çığlık attığım sırada kolumda hissettiğim kesik yanmaya başladı, michon'un boynuzundan akan zehir kesiğin etrafındaki eti eritip çürütüyordu. Kolum kontrol dışı bir titremeye kurban giderken sisin içinde kocaman bir alev peydahlandı, michon acıyla kükrerken Yoongi yaratığın canı daha fazla yanmasın diye ona verdiğim hançeri boynundan saplayıp başının üst kısmından çıkarmıştı. Canavar kafasının üzerinde biri doğal biri metal iki boynuzla hareket etmeyi kesip yalnızca bir metre ötemde tıpkı benim gibi yere yığıldı.

"İyi misin?" diye sordum endişeyle. Bakışları dirseğime kadar çürümüş, artık bir işe yaramayacağı belli olan kolumdaydı. Hançeri elinden düştü, gözlerimiz buluştu ve ruhunda gördüğüm şeyden o kadar korktum ki... "Anlamıyorsun, değil mi?" diye sordu sadece. Gelip beni kaldırmaya çalışmadı, nasıl olduğumu bile sormadı. "Asla anlamayacaksın."

"Hyung-"

"Sevdiğin şey ben miyim, yoksa kahramanınla eş olma fikri mi, karar ver."

Tenimi küle dönüştüren zehir kolumun üst kısımlarına yayılıyordu ama gözlerimin dolma sebebi bu değildi.

Portal Yoongi'nin arka tarafında belirmiş ve eşim beni beklemeden dünyamıza geri dönmüştü.

Sağlam kolumdan destek alarak zorlukla da olsa ayağa kalktım, tam o sırada portalda Hoseok-ie hyung'un sesi duyulmuş, beni biraz daha hızlı hareket etmeye itmişti. Hyung adımı söylemeye devam ederken gözlerimi sıkıca yumarak ışığın kaynağına daldım, bu seferki yolculuk, belki de yalnız olduğumdandı ama, çok daha acılı geçmişti.

Vücudum sert zeminle buluştuğunda yüzümü acıyla buruşturmuş ama dudaklarımdan herhangi bir acı nidası kaçırmamaya özen göstermiştim. Hoseok-ie hyung korkuyla "Jimin!" derken Namjoon-ie hyung "Koluna ne oldu?" diye sormuştu. Onun burada ne işi olduğunu anlamasam da gözlerimi zorlukla açtım, Hoseok-ie hyung omuzlarımdan tutarak kalkmama yardımcı olmaya çalıştı ama omzumdan yalnızca birkaç santim uzakta olan zehir onu tutuşuyla beraber resmen sinirlenmiş ve kendimi tutamadan acıyla çığlık atmama sebep olmuştu. Hoseok-ie hyung da benimle beraber çığlık attı, Namjoon-ie hyung işi devralıp beni onun ellerinden kurtardığında yaşlı gözlerimle en sonunda ikisine de bakabilmiş ve biz burada değilken buluştuklarını haykıran şişik dudaklarıyla göz göze gelmiştim. "Yoongi nerede?" diye sordum ağladığım için çatlayan sesimle, ikisinin arasındaki özel meseleyi görmezden gelmeye çalışarak.

İki melek tek kelime edemeden arka tarafımdan "Buradayım." diye mırıldandı Yoongi. Portal yok olmuştu, Yoongi sokağın çıkmaz ucundaki çöp konteynerlerinden birinin içine eğilmiş, bir şeylerle uğraşıyordu. Çantası yerdeydi. "Hyung?" Burnumu çekerek yanıma ilerledim yavaşça. Dönüp bana bakmadı, Namjoon-ie hyung ve Hoseok-ie hyung ortadan kaybolmuş ve ikimizi baş başa bırakmışlardı. "Hyung?"

"Sonunda." Her ne arıyorduysa bulmuş olmalıydı ki derin bir nefes alarak içine düşmek üzere olduğu konteynerden uzaklaşmıştı. Elinde büyük boy, cam bir şişe vardı. Sokağın yanındaki binanın duvarına çarparak parçalanmasını sağlamış, ben şaşkınlıkla "Ne yapıyorsun?" diye sorarken de elinde kalan parçasını kolunun üst kısmına bastırarak derin bir kesiğin oluşmasını sağlamıştı. "Yoongi!"

"Gel buraya." Koyu griyle siyah arasında bir rengi mesken tutmuş derim, kemiklerime yapışmıştı; Yoongi parmaklarımı tutarak kolumu kaldırdı ve kolundaki, deli gibi kanamaya başlamış olan kesiği michon'un boynuzuyla yardığı noktaya yasladı. Onun bakışları açık yaralarımızda birbirine karışan kandaydı ama ben onun yüzü dışında hiçbir şeye odaklanamıyordum. Kolumdaki titremenin durduğunu hissettim ama artık benden kaçırdığı kesinleşmiş olan bakışlarını kovalamaktan vazgeçmedim.

Yüzü bir an için acıyla kasıldığında bakışlarım korkuyla kollarımıza kaymıştı. Benim tenim eski haline dönerken Yoongi'nin yarasının etrafında başlayan çürümeyle birlikte hışımla çektim kolumu. Kaşlarını çatarak yeniden yakaladı, "Yapma!" diye itiraz etsem de "Ne yaptığımı biliyorum." demekle yetinmiş ve benim cildimdeki zehir tamamen ona transfer olana kadar temasımızı kesmemişti. Kolumdaki yara kapanıp geriye kanın sadece lekesi kalırken Yoongi benden birkaç adım da olsa uzaklaştı ve yaralı kolunu diğer tarafa alarak alev almasını sağladı. Zehri yakıyordu.

"Acımıyor mu?" diye sordum.

"Acıyor." diye cevapladı.

**

Tüm o can yakan maceranın ardından eve döndüğümüzde Yoongi'nin diğer dünyadan getirdiği evrakları önümüze alıp neler yapmamız gerektiğini konuşmuş ve ilk iş olarak ailesini bulmaya karar vermiştik. Kimliğini çıkarttığında ameliyat olmak isteyip istemediğimi sormuştu, yüzündeki yara izlerini tedavi ettirmek istediğini düşünerek hemen olur, demiştim ama bu kadar çabuk bir şekilde kabul etmeme şaşırmış ve neyden bahsettiğini bilip bilmediğimi sorgulamıştı.

Benim ameliyat olmamdan bahsediyordu.

Bacağımdaki parçanın çıkarılmasıyla yeniden dans etmek ister miyim, diye sormuştu.

Böyle bir ameliyata girdiğim takdirde Yoongi'nin de benimle beraber operasyona alınması gerekirdi, bu alanla ilgilenen bir arkadaşımla konuşmanın daha sağlıklı olacağını söylemiş ve önceliği ailesini bulmaya vermemiz gerektiğini vurgulamıştım. Seni dans ederken görmek isterdim, demiş ve elimi tutup beni odamıza sürüklemişti. Kollarımdaydı, gün doğuyordu, perdesi çekilmemiş penceremden sızan gün ışığı onun cildini aydınlatıyordu ve ben gece boyunca bir kere bile uykuya teslim etmediğim gözlerimi üzerinden çekemiyordum. Kitaplarda yaşadığımı düşünüyordu ve ben onun içini yeyip bitiren bu hissi kendi kalbimden söküp atamıyordum. Kollarında hayat bulduğum adam sararmış kitap sayfalarında nefes almaya devam ettiğimi düşünüyordu.

Öyle olsaydı onun yokluğunda kitapları okuyarak hayata tutunmaya devam ederdim ama Yoongi beni nasıl bir halde bulduğunu hatırlamıyormuş gibi, altıncı kitabı okuyup okumadığımı bir kez olsun sormadan kendi kafasında kurduğu düşüncelere inanmaya devam ediyordu.

Sonrasında da benim kollarımda, kokumu içine çekerek uyumaya devam ediyordu.

Gözlerini açmaya çalıştığında güneş çoktan doğmuştu, dirseğimi yastığa, başımıysa yumruk yaptığım elime yaslamış; diğer elim cildinde gezinirken onu izlemeye devam ediyordum. "Ben mi uyandırdım?" diye sordum son birkaç sabahtır sorduğum gibi. "Sana uyandım." diye cevapladı her soruşumda tekrarladığı cümlesiyle. Şakağını öptüm, başparmağımı elmacık kemiğinde gezdirdim. Uyumadığımı fark ederek kollarına çekti bedenimi, dirseğim yerine başımın yastıkla buluşmasını sağladı. Sabah nefesini umursamadan öptü dudaklarımdan. "Neden uyumadın?" diye sordu her sabaha uydurduğumuz alışkanlığıyla.

"Seni seviyorum." diye cevapladım belki de bininci defa. Gözleri kapanırken dudaklarına yine o buruk gülümseme yerleşti, Ryan diye başlayan her gecemiz seni seviyorum'la biten bir sabaha kavuşuyordu. Yoongi bana asla karşılık vermiyordu. Cümleyi eksik kurduğumu da o sabah fark ettim. "Seni seviyorum, Min Yoongi."

Gülümseyen suratını boynuma sakladı ilk defa. "Ben de seni seviyorum, Park Jimin."

"Seni bir yere götüreceğim bugün." Parmaklarım akşam aldığı duştan sonra kururken dalgalanan saçlarında geziniyor, kafa derisine rahatlatıcı bir masaj yapıyordu. "Kahvaltı yapıp çıkalım hemen."

Nereye, neden gideceğimizi sormadı. "Arabayla mı gideceğiz?" dedi yalnızca.

"Hı-hım."

Dudaklarını boynuma bastırdı, istemsizce iç geçirdim. "O zaman biraz uyu, uykunu almadan araba kullanma." Kendini hafifçe geriye çekip yüz yüze gelmemizi sağladı, nasıl üzüldüğümü biliyormuş gibi üzgün bakıyordu. Günlerdir. "Ben de yol hazırlığı yapayım. Kedinin mamasını falan tazelerim."

"Tamam. Birkaç saat sonra uyandırırsın, yolumuz uzun, çok da geçe kalmayalım."

Dudaklarını alnıma bastırdı. "Gittiğimiz yerde kalacak mıyız? Çanta hazırlayayım mı?"

"Kendine hazırla." dedim sadece. Kaşları az da olsa çatıldığında gülümseyerek kollarımı bedeninden ayırmış ve yastığıma sarılmıştım. Başka bir şey söylemeden yataktan kalkıp beni kırık bir uykunun kollarına bırakmıştı.

Yıllar önce gördüğüm rüya o gün beni yeniden ziyaret etmişti. İlk seferde Yoongi'nin gözlerini kapattığı, elinde elma tutan Jimin'dim ama bu sefer diğer uçta, tanrısal güzelliğiyle göz kamaştıran bedene sıkışıp kalmıştım. Artık her şeyi biliyor olmamın getirisiyle tüm bu sembollere verecek bir cevabım vardı. Yoongi'nin gözlerini kapatarak onu ölümden korumaya çalıştığı Jimin elinde elmayla kaçtı yanından, geriye Min Yoongi değil de Suga kaldı. Jimin'in kaçtığı tarafla arama girip onu benden korumaya çalıştı. Geçen sefer yaptığı şey bunun tam tersiydi. Karşısında Naamkahu'nun ışığına sahip Jimin'e bakakaldı, elma diğer Jimin'in kaybolduğu köşeden yuvarlanarak gelip aramızda durduğunda bilinçaltımın çok daha derinlerine gömüldüğümü hissettim. Uyanıp yastığıma sarılarak ağlarken bu kez eli elimin içinde bir Yoongi oturmuyordu yatağımın köşesinde. Beni kurtarmak için kendini feda etmişti, şimdi ona Yoongi ismini verip onu yeniden dirilttiğimde de ona değil, kitaplardaki hayaletine tutulu kaldığıma inandırmıştı kendini.

Odama girip beni sırtımı yatak başlığına yaslamış, kucağıma aldığım yastığa sarılı bir halde ağlarken bulduğunda attığı adım havada kalmıştı; yüzünü şimdiye kadar gördüğüm en korkunç ifade kapladı. "Jimin?" dedi panik içinde yatağa koşarken. Hemen oturdu yanıma, elleri yastığı sıkıca tutan ellerimin üzerine kondu. "Kabus mu gördün?"

"Seni sevdiğime hiçbir zaman inanmayacaksın, değil mi?" diye sordum. "Sadece eşim olduğun için buradasın. Birbirimizi seviyoruz diye değil, bensiz yapamadığın için buradasın."

Cevap vermedi, ellerimin üzerindeki tutuşu gevşemişti. "Sana o satırlarda hayran oldum." diye devam ettim konuşmaya, ağladığım için sesim çatlamıştı. "Ama ben sana o yolculukta yavaş yavaş tutuldum, Suga olarak ettiğin kavgaya değil de Yoongi olarak bana bakışına aşık oldum." Gözyaşlarımın arasında gülmeye başladım, anılar zihnime doluşurken bakışlarımı Yoongi'den kaçırmıştım. "Adımı söyle diye yapmadığım şey, etmediğim dua kalmamıştı."

"Jimin."

"Namjoon-ie hyung bahaneydi, seni sevebileceğime asla inanmadın." Yastığı bırakıp ellerimi kaldırdım ve avuç içlerimi gözlerime yaslayarak akan yaşları durdurmaya çalıştım. "Özür dilerim. Sana asla yetemeyeceğim, özür dilerim."

Bileklerimde hissettiğim sıkı tutuşla gözlerim yine aydınlığa kavuştu ama uzun sürmedi, Yoongi bir an sonra beni sertçe kendine çekip kollarının arasına hapsetmişti. Yüzümü omzuna gömdüm, Yoongi benden daha içli bir şekilde, sarsılarak ağlarken ölmeyi diledim yalnızca. Jungkook'un mezarımı ziyaret etme konusunda ısrar etmemesini, Hoseok-ie hyung'un Yoongi'nin Busan'a gelme isteğini kabul etmemesini diledim içten içe. Yoongi'nin beni hiç bulmamasını, ben onu bulmuyorum diye ömrü boyunca benden nefret etmesini diledim.

Diledim, çünkü onu sevmediğimi düşünmesinden çok daha az acıtacağını biliyordum.

"Ben seni hak etmiyorum," diye sayıklıyordu. "Ben ne yaparsam yapayım, seni asla hak etmeyeceğim."

"Hak meselesi değil bu." diye mırıldandım derin bir nefes alıp kokusunu içime çekmeden önce. Etrafındaki tutuşum sıkılaştı. "Sadece, seni sevdiğime inanman için ne yapmam gerektiğini söyle. Her şeyi-"

"Jimin." Kendini geriye çekmeye çalıştı ama kollarımdan kaçamamıştı, parmakları omuzlarıma tutunurken yüzlerimiz aynı hizadaydı. "Ne zaman bir olay gelse başımıza, ne zaman seni tehlikeye atsam... Jimin, kendini umursamıyorsun." Burnunu çekti. "Macerayı, tehlikeden kaynaklanan heyecanı kendinden çok seviyorsun. Ben seni her şeyden çok severken sen ölümden korkmuyorsun."

Yolculuğumuz boyunca başımıza gelenleri, başıma ne zaman bir şey gelse Yoongi'nin verdiği ekstrem tepkileri düşündüm. Sırf kaçırıldım diye içinde yüzlerce insanın bulunduğu bir tapınağı yakmıştı – kitabı okuyan en yakın arkadaşımın söylediği kadarıyla, en azından. O zamanlar beni kaderimde yazılmış olan bir ölümden kurtardığını bile bilmiyordu, o zamanlar Yoongi bana gerçek anlamda değer vermeye başlıyor ve ellerinden kayıp gideceğim diye uykularından oluyordu. Jeju'da hastaneye kaldırıldığımda, Lizzie Yoongi'ye durumumla ilgili hiçbir şey sormamamı istemişti, aynı hastanede Yoongi bir daha gücümü kullanmayayım diye bana söz verdirmişti.

"Bir daha yapma, ne olursun." dedi yalvarırcasına. "Kendini riske atma. Beni gerçekten seviyorsan sadece yaşa, Jimin."

Dudaklarımı dudaklarının kenarına bastırdım. "Tut beni, hyung."

Alnını alnıma yasladı. "Tuttum seni."

**

Yolculuğun ilk saatini geride bırakmışken guruldayan karnımla Yoongi'nin kendi penceresinden yola diktiği bakışları bilmiş bir ifadeyle bana dönmüştü. "Sakın söyleme." dedim yolu izlemeye devam ederken.

Kıkırdadı. "Sana bir şeyler ye demiştim."

"O an aç değildim."

Parmakları radyoya uzanıp çalan şarkıyı sustururken "Uygun bir yer bulunca kenara çek." demişti. "Yiyecek bir şeyler hazırladım."

Birkaç dakika içinde ilk sağa kırıp Yoongi'nin söylediği gibi uygun bir yer bulmuş, orman yolu sayılabilecek, tenha bir köşede durmuştum. Kontağı kapatırken kapıyı kilitlememi söylemişti, etrafta kimse olmadığı için az da olsa korktuğu belli oluyordu. Sabahki hesaplaşmamızın ardından ikimizi de tehlikeye atmamaya kararlı olduğum için söylediğini ikiletmedim. Ön koltukların arasından arka tarafa uzanıp hazırladığı paketi kucağına aldı; ben yüzümde hayranlıkla dolu bir gülümsemeyle onu izlerken de annem gibi sardığı bohçayı açtı. "Kimbap mı sardın?" diye sordum şok içinde.

"Ispanakları biraz daha kullanmasaydık çürüyecekti," diye başladı açıklamaya ama benim derdim içerik seçimi değildi, benim derdim neden bu kadar zahmete girmiş olduğuydu. Beni uyumaya bırakırken hazırlık yapacağını söylediğinde yumurta haşlayacağını falan düşünmüştüm. "Kimçi de koydum içine."

Kimçiyi her şeyle yiyebileceğimi bildiği için bana özel hazırladığı kimbaplardan birini bana uzattı. Dilimleyip bir de folyoya sarmıştı. "Hyung..." diye mırıldandım.

"Hm?" Bana bakmadan kendi elindeki folyoyu açmaya başlamıştı. Birkaç saniye boyunca cevap vermediğimde meraklı bakışları bana döndü ve böylesine ufak bir şeyden bile duygulanan suratımla karşılaştı. "Ne oldu?"

Kendi elimdekiyle beraber onun elindeki kimbapı da alıp bohçayı arka koltuğa bıraktığımda parmakları havayı kavrar bir şekilde kalmış, ne yapmaya çalıştığımı anlamadığı için kaşlarını çatmıştı. Arabayı durdurunca kemerimi zaten açmıştım, beklemeden onun koltuğuna eğilip dudaklarımızı birleştirdiğimde birkaç saniyeliğine de olsa şaşkınlığına yenik düşmüş, ardından da yanaklarımı avuçlayarak öpücüğüme karşılık vermişti. "Sıra bendeydi." diye fısıldadım nefes almak için ayrıldığımız sırada. Alınlarımız birbirine yaslıydı.

"Hayır, sıra bende." diye karşılık verdi kısık sesle gülerken, parmak uçları tenimi okşuyordu. "Geçen hafta salonda-"

"Ondan sonra yatak odasındaydık ama!"

"Hayır, Jimin, salon daha sonraydı."

Elleri belime kayıp beni kucağına çekmeye çalıştığında saçma kavgamızı bırakmadan koltuğumdan kalkıp ait olduğum yere kurulmuştum. O bana döndüğünden beri ikimizin de yeme düzeni düzelmiş olsa da hala zayıf sayılırdık; koltuğa rahatça sığmıştık. "Yanlış hatırlıyorsun," dedim, Yoongi koltukta hafifçe yayılıp daha rahat bir pozisyona geçerken işine engel olmayı umursamadan bacaklarının üzerinde hareket etmeye başlamıştım. Gözlerini yumup iç geçirdi. "Yatak odasındaydık, hatta sonra ben nöbete git-"

Ellerinden biri pantolonumun önüne konarken diğerinin işaret parmağı dudaklarımın üzerine yaslanarak susmamı sağlamıştı. "Kendini bana sürterken işime engel olman hoşuma gitmiyor."

Omuz silkip kendimi pantolonumdaki avuç içine bastırdım, dudaklarım aralanıp parmağına çarpacak bir inlemeyi serbest bıraktığında Yoongi derin bir nefes almıştı. Bakışları pantolonuma kaydı ve pes edercesine çekti elini yüzümden. "Taş, kağıt, makas?" diye sordu.

Altımdaki şişkinlik gittikçe hacim kazanırken kıkırdadım. "Kabul."

Ve böylece, daha ilk seferde, benim makas Yoongi'ninse taş yapışıyla sıra ona geçmiş oldu. Dudakları aynı saniye içinde mızmızlanmamı bölüp dudaklarıma kapanırken bozulan dengemle omuzlarına tutundum. Büyük elleri belimi iki yandan kavrayıp bedenimi kendine biraz daha bastırdı, yemeğe karşı duyduğum açlıktansa onun aşkına duyduğum açlıkla gömleğinin düğmelerini çözmeye başladım. "Seni seviyorum."

"Seni seveceğim." Sıra ne zaman onda olsa yaptığı gibi bedenimi kontrolü altına almış, belimdeki ellerinin yardımıyla hareketlerimi hızlandırmıştı. Dili dilimin üzerinde gezinip yüzü benimkinden uzaklaştığında dudaklarımızın arasında ıslak bir yol oluştu, Yoongi başını geriye atıp inlerken en sonunda çıplak kalan gövdesine yasladım avuç içlerimi. Bu dans dakikalar boyunca devam etti, her şey öylesine yoğun hissettiriyordu ki kumaş pantolonumdan kaynaklanan acının gölgesinde kalan bacağım dayanamayıp ben buradayım, dercesine çığlık attığında, belimi kavrayan uzun parmaklara rağmen zevkten kaynaklanmayan bir acıyla duraksamıştım. Yoongi'nin baygın bakışları yüzümde gezinip sorunu anlamış, daha önce de böyle bir durumla karşılaştığımız için eli beklemeden koltuğun yanına kıvrılan alt bacağıma kaymıştı. "Seni şu pantolondan kurtaralım, hm?"

Başımı sallayarak üzerinde yükseldim, ben kendi kemerimle uğraşırken Yoongi hızlı bir şekilde siyah kotunu baldırlarına kadar indirmiş, baksırının üzerinden kendini okşamaya başlarken acı içindeki kıvranışlarımı izlemişti. Daha önce arabada sevişmemiş değildik ama önceki seferde arka koltukta, daha geniş bir alandaydık; şimdi ufacık yerde, başımı sürekli arabanın tavanına çarpıyor olmam bu yüzden hoşuna gitmemiş olmalıydı ki dayanamıyormuş gibi bir tavırla pantolonumu yırtmıştı. Gözlerim şaşkınlıkla irileşirken kucağına geri düştüm, kumaşı iyice parçalayarak yalnızca baksırlarımız üzerinden birbirimize yaslanmamızı sağladı. "Başka pantolonum yok!" dedim dehşet içinde.

"Var." Büyük elleri şimdi kalçalarımı avuçluyordu, kucağında yeniden hareket etmemi sağlamıştı; his karmaşasıyla kendimi kaybettim ve istemsiz bir şekilde başımı geriye attım, ellerimden birini cama yaslayarak dengemi yeniden sağlamak zorunda kalmıştım. "Çanta hazırladım." Sırtını koltuktan ayırıp üzerime eğildiğinde gövdelerimiz birbirine yaslanmıştı, ellerinden biri kalçalarımı terk edip hemen arkamda kalan torpido gözünü açtı. Önceki seferde kullandığımız kayganlaştırıcıyı lazım olur, diyerek buraya koyduğunu hatırladığımda inlemelerimin arasında gülümsemeden edemedim. Dudakları boynumla buluşup ince derimi dişlerinin arasına çekti. Sıkı tutuşundan zorlukla sıyrılıp kucağında son kez yükseldim ve sağlam bacağımı kullanarak baksırdan kurtuldum. "Kendine hazırla demiştim." diye mırıldandım sırtını koltuğa yaslarken bile tenimi emmek için beni de kendiyle beraber hareket ettirdiğinde.

"Sen olmadan kalmak istediğim bir yer varmış gibi..." Onaylamaz sesi arabada yankılanırken dayanamayarak kurtuldum üzerimdeki tişörtten. Kayganlaştırıcı sayesinde soğuyan parmaklarını deliğimin üzerinde hissedince baştan aşağı titremiş, kollarım çıplak göğsüne yaslanacak şekilde gövdesine yığılmıştım. Daha kolay ulaşabilmesi için kalçalarımı geriye doğru çıkararak bedenimin bir yay şeklini almasını sağladım, bu sırada da bacağımdan yayılan acıyla göğsüne gömdüğüm yüzümü buruşturdum. "Kimlik çıkar çıkmaz," dedi nefes nefese fısıldayarak. Onun da dayanacak gücü kalmamış gibiydi, yine de parmaklarını deliğimin etrafında gezdirerek bana işkence çektirmeye devam ediyordu. "Bir daha canın acımayacak."

Dudaklarımı göğsündeki yaranın üzerine bastırdım, tam kalbinin üzerine. Alnımı tenine yaslayıp bakışlarımı aramıza düşürdüğümde üyelerimizin bu kadar yakın ama aynı zamanda bu kadar uzak oluşuyla istemsizce inlemiştim. Yoongi hala baksırıylaydı, gri kumaşın üst kısmı ıslaklığıyla koyulaşmıştı. "Lütfen..."

Boştaki eli yüzüme kayıp parmakları çenemle boynumun birleştiği noktayı sıkıca kavradı, başımı kaldırıp onunla yüzleşmemi sağladığı sırada dengemi sağlamak adına bacaklarına tutunmuştum. Göz göze geldiğimiz saniye, o bir saniye boyunca ikimiz de nefes almadık; sonra parmaklarından birini yavaşça içime kaydırdı, aralanan dudaklarımdan kesik bir nefes kaçırdım dışarı. "Çok güzelsin." diye fısıldadı Yoongi, ses tonu bir duayı anımsatıyordu. "Çok, çok güzelsin."

Ellerimden birini kaldırıp parmaklarımı dudaklarının arasına bıraktım, boğumlarımı dişleyerek hafif ısırıklar bıraktığı sırada kendi parmakları arka tarafımda ağzıyla aynı ritimde olacak şekilde hareket ediyordu. Bana güzel olduğumu söylüyordu ama keşke kendisi şu halini görebilseydi. Uzun saçları ter damlacıklarına ev sahipliği yapan alnına yapışmış, zaten küçük olan üçgen gözleri duyduğu hazla kısılmış, dudakları parmak uçlarıma sarılıyorken; Yoongi keşke tam da bu an kendini görebilseydi.

İkinci parmağını da içime ittiğinde bana daha ne kadar işkence çektirecek düşüncesiyle kendimi kaybetmiştim. Ağzındaki parmaklarım çenesinden başlayıp tenine gömülmüş, arkalarında kırmızı izler bırakıp gövdesine kaymıştı. Dudakları dudaklarımı bulunca gözlerimi kapadım, tek eliyle baksırını sıyırmak adına koltukta yükseldiğinde parmakları istemsizce daha derine gömülmüş, öpücüğün içinde ağzına yüksek sesli bir inleme bırakmama sebep olmuştu. "Dayanamıyorum," diye çırpındım ağlayacakmışım gibi çıkan sesimle. "Lütfen."

Sıra bende olduğunda ona yapmadığım kalmazdı, bu yüzden yalvarışlarıma kolayca kanıp beni en sonunda kendine çektiğinde kızaran yanaklarım gerilecek şekilde gülümsedim. Soğuk parmakları belimdeki yerlerine geri dönerken Yoongi kendini deliğime denk gelecek şekilde hizalamış, sonraki adımı benden beklemişti. Ellerim boynunun iki yanında, yavaşça oturdum uzunluğunun üzerine. O derinden gelen pürüzlü sesi dışarıya dünyanın en güzel notasını bırakırken kendini kasarak başını geriye atma dürtüsünün önüne geçmeye çalışmış, zevkten kasılan suratını sunmaktan utanmadan göz göze kalmamızı sağlamıştı. "Çok güzelsin." diye fısıldadım içimi tamamen doldurduğunda. Birkaç saniye boyunca ikimiz de hareket etmeden sarıldık yıldız tozlarına. "Çok güzelsin, hyung."

Seul'ü Daegu'ya bağlayan otobandan sapıp da saklandığımız bu tenha köşede, kendimizi dış dünyadan koparıp da bir saniyeye sığınmış, dışarıda yağmaya başlayan sağanak yağmuru fark etmemiştik. Her defasında ilk sefermiş gibi, ona ilk defa dokunuyorum da tenlerimiz ilk defa buluşuyormuş gibi hissettiren tüm bu sevişmenin ardından Yoongi sırtını koltuktan çekerek benim sırtımı yay gibi germemi sağlamış, arabanın tavanındaki kola tutunarak destek aldığım sırada alnını göğsüme yaslayarak derin nefesleriyle kendine gelmeye çalışmıştı. Boştaki elimi saçlarına atarak terden kıvırcıklaşan tellerin arasından geçirdim parmaklarımı. "Sanırım yol üzerinde bir pansiyon bulup geceyi orada geçirmeliyiz." diye mırıldandım kesik nefeslerimin arasında. "Yağmur yağmaya başlamış, hava daha erken kararır. Ayrıca, seni götüreceğim yere böyle güzel kokarken gidemezsin."

Gövdesi kıkırtılarıyla sarsılmaya başlarken dudaklarını kalbimin üzerine bastırdı. "Sen nasıl istersen." Hala nereye gittiğimizi sormamış, kendini benim kontrolüme esir etmekten vazgeçmemişti; her ne kadar kucağında, o hala içimdeyken oturmaya devam ediyor olsam da. "Kimlik sorun olmaz, değil mi?"

"Olmaz." Derin mi derin bir nefes alıp onu omuzlarından ittiğimde sırtı yeniden koltukla buluşmuştu. Üzerinde hafifçe yükselip içimden çıkmasını sağladığımda bana geri dönen boşluk hissiyle bir an için afalladım. "Jimin," diyerek ilgimi yeniden kendine çekti, elini bacağımın alt kısmına koymuş, yara izimi okşuyordu. "Sana hiç soramadım. Kitapta bunlar var mıydı?"

Yokohama'dayken doğruluk ya da içki oyunu oynadığımız sırada yaşadığım aydınlanma ve hemen ardından da beni nasıl bozduğu aklıma geldi; sorusunun cevabını bilmediğim için omuz silkmekle yetindim. "Okumadım," dedim dürüstçe. "Annem de tek kelime etmedi ama Taehyung kesin dalga geçerdi, olduğunu sanmıyorum."

Verdiğim karşılıkla birlikte yorgun gözlerini birkaç kez kırpıştırmış, ardından da "Okumadın mı?" diye sormuştu şaşkınlıkla.

"Okumadım." diye tekrarladım başımı yavaşça iki yana sallarken. "Yoongi'nin beni nasıl sevdiğini zaten biliyordum, bir de Suga'nın gözünden okumaya ihtiyacım yoktu."

Gözleri normalden biraz daha irileşip yanakları sevişmenin getirdiğine eklenircesine kızarırken bacaklarımdaki parmakları hareket etmeyi kesmişti, ciddi anlamda şaşırdığı belli oluyordu. "Borin o kitapları kurtaracağın insanlara yazdı, hyung." diye devam ettim. "Sen beni zaten kurtarmıştın. Bundan haberin yokken de... Jeju'da, senin odandaydık, hatırlıyor musun? Bana ben kurtulacaksam bu hayatı baştan yaşayacağını söylemiştin." Dolmaya başlayan gözlerine burukça gülümseyerek yanaklarını avuçladım, teni tenimin altında sıcacıktı. "Yaşadığımız her şey zaten bendeydi," dedim sol elimin parmaklarını alnıma bastırarak.

Sen beni istediğin kadar bırak. Sen benden istediğin kadar git. Sen buradasın.

"Başkasının kaleminden, kahramanlaştırılmış versiyonunu duymaya ihtiyacım olmadı hiç."

Bacağımda olmayan eli havalandı, alnımdaki parmaklarımı iterek benlerimin üzerinde gezdirdi dokunuşlarını. "İtiraf et işte," dedim bir anda, çocuksu bir ses tonuyla. Yoongi'nin bakışları alnımdaki lekelerden ayrılıp da gözlerimi bulduğu an kendimi tutamadan, gülüşlerimin arasında sessiz sessiz ağlamaya başlamıştım. "...seviyorsun alnıma dokunmayı."

"Seviyorum," diye karşılık verdi burnunu çekip. Güldüğüm için kısılan gözlerimden daha çok yaş taştı. "Ben buradayım."

"Hyung, sen karşımdasın."

Sonraki repliğini çok iyi hatırlıyordum. Ya gidince, diye sormuştu. Neşeliymişim rolü yapmıştım, beni o şehirde bir kere terk edip gittiği için en sonunda gideceğini itiraf etti, diye düşünerek kendimi teselli etmeye çalışmıştım. Kalbim parçalanmıştı, gideceğim deyişinin üzerimdeki etkisini bilen bir adamın kollarında, hastalıkla savaşıyordum. Dünyanın en güvenli ama aynı zamanda en trajik mekanındaydım. Gitme, diye yalvaramamıştım. Ona alışmıştım, onsuzluğu bir türlü hatırlayamamıştım.

"Hyung karşında." diyerek senaryomuzu değiştirdi Yoongi. "Hyung hiçbir şeye gitmiyor." Dudakları önce çenemle, kolları etrafımı sardıktan sonra da kulağımın arkasındaki çıplak tenle buluştu. "Ve sıra sende."

**

"Jimin?" Yoongi yol kenarındaki tabelada gördüğü yazıyla beraber bakışlarını şaşkınlıkla bana çevirmişti. "Neden Daegu'ya geldik?"

"Aklıma takılan bir şey var." dedim dürüstçe. "Şehir merkezine çok kalmadı, endişelenme."

Bir şey söylemedi ama aklında dönen çarkları bulunduğum yerden bile duyabiliyordum. Sabah pansiyondan ayrılırken çantaya tıktığı en güzel kıyafetleri giymesini sağlamış, odada bulduğumuz bir kolonyayı üzerine resmen boca etmiştim. Meraklansa da bir şey sormamış, kendini akışa bırakmıştı ama şimdi, hem iyi hem de kötü anılarımızın bulunduğu bu şehre neden geldiğimizi sorguluyordu.

"Acıktın mı?" diye sordum. Pansiyonun bulunduğu yerle gelmemiz gereken yer arasında bir buçuk saatlik bir mesafe olduğundan kahvaltı yapmadan çıkmıştık. "Ben şahsen acıktım."

"Birkaç saat daha dayanabilirim." diye cevapladı. Benim tarafımdaki eli radyoya uzanmış, uzun parmakları yeni çalan şarkıyı beğenmemiş olmalıydı ki frenkansı değiştirmeye başlamıştı. "Beni bırakıp gitmeyeceksin, değil mi?" diye sordu bir anda.

"Ne?" Bakışlarımı bir an için yoldan ayırıp ona baktım ve endişeyle irileşmiş olan gözleriyle karşılaştım. Önüme dönerken istemsizce kıkırdamıştım. "Saçmalama."

"İntikam almayacaksan neden buradayız?"

"Hyung," Gülerek iki yana salladım başımı. "İntikam alınacak bir şey yok."

"Emin misin?"

Her ne kadar uzanıp ellerini tutmak istesem de direksiyonu bırakmadım. "Eminim. Dediğim gibi, aklıma takılan bir şey var. Tesadüf olamayacak bir şey."

Bunun üzerine herhangi bir karşılık vermeden sırtını koltuğuna geri yaslamış ve elini uzatıp bacağımın üzerine koymuştu. "Birkaç dakika daha dayan. Az kaldı."

Soondaeguk restoranının önüne çektim, dükkan açıktı ama sabah saatleri olduğu için içerisi boş görünüyordu. Yoongi bakışlarını etrafta gezdirmiş ve gerçekten de o gece Hope'u bulmak amacıyla beni sağanak yağmurun altında yapayalnız bıraktığı kaldırıma yanaştığımı görünce korku dolu ifadesiyle bana dönmüştü. "Jimin!"

"Kötü bir şey olmayacak." dedim gülüşümü bastıramadan. Bacağımdaki elini ellerimin arasına alıp dudaklarımı parmak uçlarına bastırdım. "Hadi, inelim."

Derin bir nefes aldı ama bakışlarında herhangi bir değişme olmadı. Ben inene kadar arabadan inmeye de çalışmadı, aracın etrafından dolanıp kapısını açmam gerekmişti. "Hadi, hyung."

Yutkunup önce başını, ardından da tüm bedenini dışarıya çıkardı. Haline gülmeye devam ederken cüzdanımdan, dün yola çıkmadan önce yanıma aldığım sarı kurdeleyi çıkardım. "Şu dükkanı görüyor musun?" diye sordum başparmağımla omzumun arkasını işaret ederken.

İşaret ettiğim yere bakıp hemen ardından yeniden gözlerime bakmıştı. "Soondaeguk?"

"Burada çalışan bir teyze var, o gece bana yardımcı olmuştu." diye açıkladım. Sarı kurdeleyi görebileceği bir hizada havaya kaldırıp salladım aramızda. "Bunu bana o vermişti. Beklediğimi bulunca geri gelmemi söyledi."

En sonunda onu bırakmayacağıma inanarak – onu kaldırımda bırakıp gaza basacağımı düşünmüş olması cidden trajikomikti – derin bir nefes almıştı. Başımla hafif bir işaret verip yürümeye başladım. Dükkana girmeden önce de "Arkamda dur, olur mu?" diye sordum. İsteğimin sebebini anlamasa da sorgulamadan onaylamıştı.

Beş yıl öncesine dair hatırladığım her şey aynıydı, tek fark duvarları kaplayan sarı kurdelelerin azalan sayısıydı; teyzenin umudunu kaybetmeye başladığı belli oluyordu. Yine beş yıl önce, tüm bu düzen değiştiğinde, hükümet diğer dünyaya yollanan veya buraya gönderilen bütün vatandaşlara kendi dünyalarına dönme hakkı sunmuştu; bunu hem haberlerde duymuş hem de Yoongi'nin kendisinden dinlemiştim. Yoongi bu haktan yararlanmayı reddetmişti, buradaki ailesi onun dönüşünü beklemekten bıkmış olmalıydı.

Annesi dışında.

Anneler yorulmuyordu.

"Jimin?" Tezgahın arkasındaki kadın beni görür görmez ismimi hatırlamış, beş yıl öncesine kıyasla iyice yaşlanmış olan suratı gülümsemesiyle gerilmişti. Dükkanın boş olmasına sevinerek yanıma gelmesini bekledim, sarılmak istemiş ama benden böyle bir tepki alamayınca olduğu yerde topuklarının üzerinde sallanarak duraksamıştı. "Hoş geldin, oğlum."

"Bende size ait bir şey var." Eskimiş, rengi iyice solmuş kurdeleyi uzattığımda bakışları aramıza düşmüş, parmaklarımın arasındaki parçayı görünce şaşkınlıkla duraksamıştı. "Beklediğimi buldum."

Başını kaldırıp anında dolmaya başlayan gözleriyle bana gülümsedi. Kurdeleyi elimden alırken onun parmakları titriyordu. "İşe yaradığını böylece öğrenmiş oldum." dedi burnunu çekerek. "Teşekkür ederim." Kurdeleyi avucunun içine alıp parmaklarını üzerine kapattı ve elini sıkı bir yumruk yaptı, ağlamamak için kendini zor tuttuğu belli oluyordu. "Aç mısın? Yemek hazırlayayım mı?"

"Açım." diye onayladım. "Açız."

Kullandığım çoğul kişi ekiyle beraber kaşlarını kaldırmış, burukça gülümseyerek önünden çekildiğimde şaşkın bakışları eşimin üzerine düşmüştü. Yoongi şoka girmiş gibi görünüyordu, onun da sahip olduğunu bildiğim, ona ait olmayan o ses aslında neler olup bittiğini ona fısıldarken o tüm bunların neler olduğunu çözmeye çalışıyordu. Teyzenin bakışları kendisinin kopyası olan elmacık kemiklerinde, o pembe ağzında gezindi. "Yoongi?" diye seslendi dehşet içinde, kırık bir fısıltıyla.

Yoongi tepki vermeden, veremeden, öylece durdu.

"Yoongi..." Dayanamayarak öne doğru bir adım attı, kendini tutmayı bırakmış, özgürce ağlıyordu. Yıllar önce kaybettiği, bir kere olsun kucağına alamadığı oğluna bakarken hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. "Yoongi!"

Yoongi en sonunda dudaklarını araladı. İçindeki sese kulak vermiş, karşısında, gün gibi ortada olan manzarayı kabullenmişti. "Anne?" diye mırıldandı. Benim anneme de anne diyordu ama bu sefer dudaklarından dökülen kelimenin tınısı çok farklıydı. Çok, çok farklıydı.

Annesi Yoongi'yi kollarına çekti, Yoongi'nin çenesini onun omzuna dayamak için eğilmesi gerekmişti. Kolları kadının cılız bedenini sıkıca sardı. Bakışları beni buldu. "Oğlum!" Annesi içli içli ağlarken Yoongi bakışlarını benden ayırmıyor, dolmaya başlayan gözlerini gizlemiyordu. Tam o an içime bir korku düşmüş, acaba benim için ailesini bıraktığına pişman mı diye sorgulamama sebep olmuştu. Onlar gibi ağlarken burukça gülümsedim, kadının yakarışlarını duyan bir adam mutfak olduğunu tahmin ettiğim bir yerden endişeyle fırladı ve karşısındaki manzara karşısında donakaldı.

"Öldü dedi doktorlar. Ölü doğdu dediler." Yoongi'nin saçlarını okşarken omzunda ağlamaya devam ediyordu. "Ama ben ağladığını duymuştum. Oğlumu aldılar benden, dedim. Kimse inanmadı."

"Anne?" Mutfaktan çıkan adam en sonunda kendine gelmiş, bulunduğumuz yere doğru bir adım atmıştı. "Ne oluyor burada?"

Adamın anne demesiyle beraber Yoongi kadının kollarından ayrılıp dehşet içindeki bakışlarını sesin kaynağına dikmişti. İstemsiz bir şekilde yanına yaklaşıp ellerinden birini tuttum, ihtiyacı olan şey tam da buymuş gibi, sıkıca kavradı parmaklarımı. Bir abisi olduğunu biliyordu sadece, ve o abi şimdi tam karşısındaydı. Yoongi'den uzun, oldukça yakışıklı bir adamdı. Pek benzemiyorlardı, Yoongi annesinin kopyası gibi olduğundan abisinin de babasına çektiğini düşünüyordum. "Geumjae!" diye bağırdı annesi heyecanla, adamın Yoongi'ye odaklı bakışları titreyerek kadına çevrildi. "Yoongi eve döndü!" Yoongi'ye yandan sarılıp başını kolunun üst kısmına yasladı. Gözyaşlarının arasında gülmeye başlamıştı.

Abisi koşarak gelip, benzemediği bu adamın kim olduğunu sorgulamadan küçük olanı kollarının arasına çektiğinde Yoongi ellerimizi ayırmadan onun sarılışına karşılık vermiş, kolum Geumjae hyung'un sırtına uzanmış halde, komik bir pozisyonda kalmıştım. Annesi gülerek ellerimizi ayırdı ve beni kendi yanına çekti, koluma girerken ağlamaya devam ederek sarılan oğullarını izliyordu. "Bu yüzün hali ne?" Geumjae Yoongi'den ayrılır ayrılmaz ellerini omuzlarına koymuş, onunla aynı hizaya gelebilmek adına eğilmişti. "Dayak mı yedin?"

Yoongi gözyaşlarının arasında deli gibi gülmeye başladı. "Dayak yedim."

"Sana vuran herkesin listesini ver bana." dedi abisi burukça gülümseyerek. Koca adam, küçük bir oğlan çocuğu gibi ağlıyordu. "Hyung hepsini korkutup kaçırır."

**

Yoongi kimliğini çıkarıp diğer vatandaşlık işlemlerini hallettikten sonraki iki ayı Daegu'da, ailesiyle beraber geçirmişti.

Annesi ona doyamıyordu ve dürüst olmak gerekirse ben de otuz dört yılın yanında beş yılın lafını yapacak son insandım. Tatil günlerimde Daegu'ya gidip vaktimi onlarla harcıyor, gün sona ererken de Yoongi'nin omzunda birkaç gözyaşı döküp yola çıkıyordum. Annesine artık Seul'e dönmek istediğini söylemesinin üzerine geçen ay her şeyiyle beraber, gerçekten de Min Yoongi olarak taşınmıştı yanıma; Chimmy'nin keyfine diyecek yoktu. Melekler ve Taehyung da çok mutluydu, hatta zaman zaman dudaksız sensin, diyerek üzerine sıçrayan Jungkook bile mutluydu. Yoongi'nin Seul'e dönüşünün ilk haftasında gerekli her şeyi hazırlayıp bacağımla ilgili son ameliyatı olmuş, sadece dört gün içinde on yedi yaşındaki sağlığıma kavuşmuştum. Hoseok-ie hyung'la danslar etmiş, kıskanç Jungkook'u aramıza almamıştık. Herkes evden ayrılıp bizi baş başa bıraktığında Yoongi bir de onun için, sadece onun için dans etmemi istemiş, sonra da sabaha kadar ağlamıştı. Beni hak ettiğim hayatı yaşarken gördüğü için ağlamıştı. Şimdi asansörde, onun odasının olduğu kata çıkarken gözlerimin yerli yersiz dolmaya başlaması da bu yüzdendi. Yoongi en sonunda yara izlerini tedavi ettirmeye karar vermişti, ve ben hastanenin sekizinci katına çıkıp onun o güzel cildini Kim Seokjin'in anılarında değil de kanlı canlı, avuçlarımın arasındayken görecektim.

Yalan söylemek istemezdim, Yoongi'nin yara izleri beni rahatsız eden son şey bile değildi ama annesinin ona her bakışında üzüldüğünü söylemiş ve temiz bir başlangıç yapmak adına daha iyi bir fırsat düşünemediğini söylemişti. Normal şartlarda eşlenmeyen insanlar birbirlerinin tedavilerine dahil olamazlardı; Jungkook'u Taehyung'un tedavisine dahil ettiğim için bir soruşturmadan geçmemiş değildim. Ama bizim durumumuz hükümet tarafından zaten bilindiği için Lizzie olaya kolayca el atmış ve henüz eşlenmeden tedavi görmemize olanak sağlamıştı.

Neden eşlenmediğimizi de sormuştu Lizzie. Bana.

Ama ben Yoongi'ye neden eşlenmediğimizi soramamıştım.

"Jimin geldi." Asansörden indiğimde Yoongi'nin annesi hemen yanında oturan annemi omzuyla dürtüp başıyla olduğum tarafı işaret etmişti. Dev zarfın bulunduğu elim yanımda sabit kalırken diğerini kaldırıp selamladım ikisini de. "Yoongi'yi odaya almışlar, bizi bekliyorlarmış." dedim odamdayken gelen telefonda bana söylenen cümleleri aktararak. "Hadi."

İkisi de kalkıp kısa boylarıyla pıtı pıtı Yoongi'nin odasının kapısına yürürken annem elimdekini sorgularcasına kaşlarını kaldırmıştı. "O ne kuşum?"

"Yoongi'ye geldi." dedim sadece. "Hadi anne!"

Odasına girdiğimizde Yoongi yüzü sargılı bir halde yatağında uzanıyordu. Yalnızca dudakları ve burun delikleri açıktaydı, yatağın başında dikilen meslektaşımla konuşuyordu. Kapı sesini duyunca konuşmayı kestiler, ben sargıları alınmış gövdesine bakarken – belden aşağısı hastane kıyafetiyle sarılmıştı ama eninde sonunda görecektim – anneler heyecanla yanına ilerlediler. Yoongi birkaç dakika boyunca onlarla konuşmuş, en sonunda da gergin bir ses tonuyla "Jimin?" diye seslenmişti. Sanırım orada olmamamdan korkuyordu.

"Buradayım." diye karşılık verdim benim tarafımdaki elini tutarken. Zarfı yatağın yanındaki komodine bırakmıştım.

"Sence hala yakışıklı mıyımdır?" diye sordu.

Anneler kıkırdamaya başlarken ben de elimde olmadan gülümsemiştim. "Eh."

"Park Jimin!" dedi annem dehşet içinde ama Yoongi'nin annesi kıkırdamaya devam ediyordu. Yoongi'nin kendini yakışıklı bulmadığı bir gerçekti, sorduğu soru yalnızca kendi gerilimini alıp götürmek içindi ama annem Yoongi'yi ciddi anlamda yakışıklı bulduğu için gözlerinden ateş fışkırtarak bana "Terbiyesiz." diye tıslamıştı.

Doktoru odaya bir hemşire çağırıp sargıları açmasını söyledi, Yoongi tuttuğum elini çevirerek parmaklarımızı sıkıca kenetledi ve annemler nefeslerini tutarken ben dudaklarımda buruk bir gülümsemeyle Yoongi'nin aslında yirmi altı yıl boyunca sahip olup da korkunç bir yolculuğun anılarını taşımak zorunda kaldığı suratına baktım. Şimdiye kadar hep, yaralarının onu o yapan şey olduğunu düşünmüştüm; ama Yoongi tüm bu yolculuğa çıkmadan önceki haline dönmek ve normal insanlar gibi karışmak istiyordu kalabalıkların içine. Yara izleri yüzünü süslediği sürece insanların bakışları onda olacaktı ki bu, Yoongi'nin psikolojik durumunu düşününce, korkunç bir şeydi.

Gözlerini yavaşça açıp odanın ışığına alışmaya çalıştı, annesi bu sırada ağlamaya başlamış, annemi de peşinden sürüklemişti. Yoongi'nin bakışları, kendine geldikten sonra, ilk olarak beni buldu. İfadesi şaşkın, gergin ve az da olsa endişeliydi. "Nasıl?" diye sordu kısık sesle.

Dudaklarım aralık, öylece bakakaldım suratına.

Yoongi'nin tüm o ifadesini silip dudaklarına pişkin bir gülümseme kondurması yalnızca birkaç saniyesini almıştı. "Olmuş galiba."

Ben bir karşılık veremeden annemler konuşmaya başlamıştı, doktor ve hemşire odadan çıkarken ikisine de teşekkür ederek kapıya kadar geçirmiştim. Yalnız kalmamız sadece yarım saat sürdü, annemler akşam hastaneden çıkacak olan Yoongi için hazırlık yapmak üzere eve gitmeye karar vermişti. Ziyaretçi sandalyesini yatağın yanına çektim, kendisi de sırtını yatak başlığına yaslamış, beni izliyordu. "Jimin," diye seslendi ben komodine bıraktığım zarfı parmaklarımın arasına alırken. "Beğendin mi?"

Gülümsememi bastıramadım, zarfı yatağın yanına bırakıp kendi tarafımdaki elini tuttum ve dudaklarıma götürdüm. "Dürüst olayım mı?"

"Lütfen." dedi gergince.

Parmaklarını öptüm. "Ben bir fark görmüyorum." Daha fazla konuşup ikimizin de ağlamasına engel olmak adına ilgimi yeniden zarfa verdim. "Bu sana geldi, bu sabah."

Kaşlarını çatarak zarfı alıp yazılar olduğu yüzünü çevirmiş, sonra da irileşen gözleriyle kağıt parçasını bana uzatmıştı. "Sen aç." Ona vermeden önce elbette zarfa şöyle bir göz atmış ve iş başvurusu yaptığı, listesinde olmasını en çok istediği okuldan geldiğini görmüştüm. Burukça gülümseyerek zarfı alıp yırttım kenarından, içindeki katlanmış kağıt parçasını çıkarıp okumaya başladım. "Hyung..."

"Olmadı, değil mi?" Derin bir nefes alırken dudakları sarkmıştı ama üzüldüğünü yine de belli etmemeye çalıştı.

"Hyung, artık nöbetten dönünce seni yatağımda bulamayacağım." diye devam ettim. Bir an için boşluğa bakarak dalıp gitmiş, ardından da bakışlarını ağır ağır bana çevirmişti. "Çünkü sabahın köründe ders vermek için Han'ın diğer tarafına geçmen gerekiyor."

Sırtını yatak başlığından o kadar hızlı çekti ki neredeyse düşüyordu, kağıdı elimden koparırcasına almış, ben gülmeye başlarken bakışlarını kelimelerin üzerinde gezdirmişti. "Artık işsiz değil miyim?" diye sordu fısıldayarak.

Benim kazandığım para ikimize de yetecek kadardı ama Yoongi'nin kendini bana yük gibi hissettiğini biliyordum. Ailesiyle geçirdiği zaman boyunca da onlara destek olamamış ve kendini vasıfsızın tek gibi görmüştü, bunlar eşi olduğum için bana anlattığı kendi düşünceleriydi. Aylardır iyi bir işe girip hem ailesine destek olmak hem de bizim evimize katkıda bulunmak istiyordu; şimdi neden böylesine sevindiğini çok iyi anlıyordum. "Baksana," Dirseklerimi yatağa bastırıp çenemi yumruk yaptığım ellerime yasladım. "Güz dönemine neredeyse bir ay var. Tatile çıkalım mı? Sen okula gidip her şeyi kesinleştirdikten sonra, tabi?"

Dudaklarının sol köşesi kancaya tutulmuş gibi yukarı kıvrılırken benim tarafımdaki eli havalanıp başımın üzerine konmuştu, parmakları saçlarımın arasında dolaşmaya başladı. "Neresi mesela?"

"Nereyi istersen. Önümüzde sıkı bir iş hayatı var Min Yoongi, uzun bir süre için son tatilimiz olabilir."

"Kosta Rika?" Aklındakini söyler söylemez pişman olmuştu, düşünmeden konuştuğu belli oluyordu. Kızaran yanaklarına sırıttım. "Ida noona seni epey şişirmiş anlaşılan."

"Çok pahalı olur, değil mi?" diye sordu yüzünü buruşturarak.

"Artık eve iki maaş gelecek, bence para kısmını bu kadar düşünmemize gerek yok." Saçımdaki elini tutup avuç içini öptüm. "Ben her şeyi hallederim."

**

Yoongi'nin dünyası- daha doğrusu, Yoongi'nin yollandığı dünya hakkında, kan dondurucu bir gerçek öğrenmiştim.

Oteldeydik, ben duştan çıkmış, telefonda Taehyung'la konuşuyordum; Yoongi'yse yatakta uzanmış telefonuyla uğraşıyordu. Biz Jungkook hakkındaki dedikodumuzun ortasındayken bir anda heyecanla "Jimin!" diye bağırmıştı, öyle yüksek sesliydi ki ben oturduğum yerde sıçrarken hattın diğer ucundaki Taehyung bile korkmuş, endişeyle ne olduğunu sormuştu. Yoongi telefonunun ekranını bana çevirmiş, arama motorunda baktığı şeyin sonuçlarını gösteriyordu. "Burada deniz kaplumbağası mı var?"

Taehyung'la aramayı sonlandırıp ilgimin tamamını eşime vermiştim. "Evet? Kosta Rika kaplumbağaların-"

"Kosta Rika değil!" demişti hevesle, yüzünde onu çocuksu gösteren bir gülümseme vardı. "Bu dünya!"

Gözlerimi kırpıştırmış, şüpheli bir sesle "Evet?" diye karşılık vermiştim.

"Görebilir miyiz?" Telefonu yatağa fırlatıp elleri dua eder pozisyonda, dizlerinin üzerine kalkmıştı. "Lütfen! Geldiğim yerde soyları yüzyıllar önce tükendi."

Tatilimiz yavruların yumurtalardan çıkış dönemine denk geliyordu, bu yüzden yuva sahillerden birinde konaklama ayarlamış – diğer dünyanın aksine, burada soyları tükenmeyi bırakın, tehlikede bile değildi – ve her şeyi hazırlayarak güneş batmadan birkaç saat önce konaklama ayarlayan diğer turistlerle beraber kumsaldaki çadırımıza gitmiştik. Sahilde toplamda yirmi kişi falandık ve herkes kuralları biliyordu. Ateş yakmayacaktık, yavrulara bir metreden fazla yaklaşmamız yasaktı ve denize ulaşamayan yavrulara da yardımcı olmayacaktık. Çadırın önüne oturup denizi ve ufuk çizgisini izlemeye başladık, etrafımızdaki insanlar farklı farklı diller konuşsa da (Yoongi garip bir şekilde hiçbirini anlamadığını fark etmişti) bizim ilgimiz yalnızca birbirimizin üzerindeydi. Böyle bir ortamı hiçe saymak yazık olacağı için Yoongi yol üzerindeki bir marketten şarap çalmıştı. En azından, ben sinir krizi geçirirken söylediği şey buydu.

Telefonunu kaldırıp arka kamerası beni görecek şekilde yüzüme çevirdiğinde istemsizce gülümsedim. Birkaç fotoğrafımı çekmiş, ardından da cihazı kilitleyip dudaklarıma uzanmıştı. Hava kararıp yavruların yumurtadan çıkma zamanı gelen kadar böyle geçti zaman. Kumsalda taş topladık, denize girdik, yorulup çadıra geri döndük. Yoongi sevdiğini düşündüğüm bir taşı iki parmağının arasında çevirirken düşünceli görünüyordu. "Sana bir şey söylemem lazım." dedi bir anda, aramıza sahile çöken soğuk gibi çökmüş sessizliği bozarak.

"Hm?" Herkes belirtilen sınırlar çerçevesinde kuluçkaların etrafını sararken Yoongi yanımda durmuş, kollarını etrafıma sarmıştı. "Ya da boş ver." dedi panik içinde, bakışlarımın ona dönmesine sebep olarak.

"Sorun ne?"

"Yok bir şey."

Üsteleyecektim ama tam o sırada diğer turistler heyecanlı sesleriyle ilgimizi kuluçkalara çekmiş, gördüğümüz manzarayla mest olmamızı sağlamıştı. Yoongi bana sarılmayı kesip heyecanla öne eğildi, kumdan sıyrılan ilk yavruyla beraber ağlayacakmış gibi bir ses çıkarmıştı. Kısık sesle gülerek etrafına sardım kollarımı.

Dakikalar geçmiş, herkes karanlığa alışan gözleriyle bu mucizevi olaya tanıklık etmeye devam etmişti. "Şu benim favorim," diye fısıldadı Yoongi suya oldukça yaklaşmış olan bir yavruyu işaret ederek. "O kesin hayatta kalır."

Kurduğu cümleyle beraber aklıma gelen şeyi, kaplumbağaların gösterisi bitene kadar bekletmem gerekmişti. İçinde Yoongi'nin favorisinin de bulunduğu, yalnızca birkaç kaplumbağa suya ulaşabilmişti. Bazılarını gece kuşları yemiş, bazıları yoldan sapmıştı ama sonuç olarak Yoongi sadece kitaplarda okuduğu bu yaratıklarla tanışma ve öldüklerini görünce de içli içli ağlama fırsatı yakalamıştı. Kalabalık çadırlarına dağılırken elini tutup onu kuluçkalara ters kalacak şekilde, sahil boyunca yürütmeye başladım. Su, bilek seviyemizdeydi. Yoongi suyun soğukluğuyla mızmızlansa da başını omzuma yaslamasını söylediğim an susmuştu. Saatlerce yürüdük, Yoongi uykusuzluktan tam mayışacağı an yüzüne çarpan rüzgarla ürkene kadar yürüdük. En sonunda telefonları kuru kısımda bırakıp bacaklarımız suyun içinde kalacak şekilde ıslak kumlara oturmuş, bakışlarımızı yavaştan renk değiştirmeye başlamış, güneşi ağırlamaya hazırlanan ufuk çizgisine dikmiştik.

"Ben seni hep kaplumbağaya benzetirdim." dedim.

Yersiz itirafımla şaşırmış, soğuk yüzünden yükselttiği omuzlarıyla bana dönmüştü. "Ne?"

"Hayatta kalıp kazanamıyordun, en azından düşündüğün şey buydu." diye açıklamaya çalıştım. Sesim kısık olsa da kelimelerim netti. Yanaklarım hem rüzgar hem de hislerim yüzünden kızarmış, gözlerim sulanmıştı. "Ama hayatta kalmanın kazanmak olduğunu da senden öğrendim." Bedenini tamamen bana çevirip ilgiyle dinlemeye başlamıştı söylediklerimi. "Kitap karakteri olduğunu öğrenip canına kıymaya çalıştığında, ilk defa o zaman gözüme kabuğun kırılmış gibi göründün. Ve ben ne yapacağımı bilemedim."

"Neden öyle yaptığımı biliyorsun," Sesi kısıktı ama rüzgar kelimelerini bana taşımayı başarmıştı.

Burukça gülümsedim, sulanan gözlerimden birkaç damla aktı. "Biliyorum, artık her şeyi biliyorum."

Bunun üzerine bir şey söylememiş, birkaç saniye bekledikten sonra yüzümü avuçlayıp beni kendine çekmişti; alınlarımız yarı yolda buluştu. Gözlerimiz kapanırken dudaklarımızın arasında sadece sahil rüzgarı dolaşıyordu.

Bir saniye, bir saniye, binlerce öpücük, bir saniye. Yüzlerimizin yan tarafı doğan güneşle ısınırken aramızda mesafe kalmayacak kadar yakınlaşmış, gecenin yorgunluğuyla birbirimizin kollarında ıslak kumlara uzanmıştık. Dalgaların sesi, Yoongi'nin dudaklarıma çarpan nefesi ve saatler süren o bir saniye; bunlar dışında şu hayatta hiçbir şeye ihtiyacım olmadığını, bunlar dışında hiçbir şeyin bana kendimi kazanan kişi olarak hissettiremeyeceğini düşünerek, saniyemizi ikiye tamamlayan öpücüğü bıraktım dudaklarına. "Dönelim mi?"

"Sana bir şey söylemem lazım." Derinden gelen pürüzlü sesi saatler önceki cümlesini tekrarladığında gözlerimi kapatıp açarak konuşmaya devam etmesini beklediğimi belirttim. "Annenle babana özenerek büyüdüğünü biliyorum. Normal kabul ettiğin her şeyi yaşamak istediğini, yaşamayı hak ettiğini de biliyorum." Yutkunup bir süre bekledi, üstelemeden baktım gözlerine. "Jimin, ben... her şeyi atlattım, her şeyi kabullendim. Kapını çalan o nefret dolu adam değilim artık, ama başıma gelen her şeyin anısına... tören istemiyorum."

Alnım buruşurken kaşlarım çatılmıştı. "Ne?"

"Seni istiyorum. Eşim olduğunu öğrendiğim günden beri seninle eşlenmek istiyorum, ama yıllarca beni dışlamış bir tapınağa gidip de yapmak istemiyorum bunu."

Eşlenmek istediğini duyduğum an gözlerim irileşmiş, başım konduğu kumlardan hafifçe havalanmıştı. "Eşlenmek mi istiyorsun?"

"Eskiye nefretim yüzünden sormaktan çekindin, Jimin, hepsini biliyorum." Uzandığı yerden hafifçe doğrulup dirseğini zemine yaslamış, boştaki elini yüzüme uzatmıştı. Parmak uçları yanaklarımda gezindi. "Şu hayatta seninle olmak kadar istediğim hiçbir şey yok-"

"Hyung, derdin tören miydi?" Duyduklarıma inanamıyor, incelen ses tonumun önüne geçemiyordum. Tapınakta olması şart değildi ama yasal bir tören gerekiyordu. Pilheu olduğum için tapınaklara alınmadığım zamanlarda eşlenen en yakın arkadaşlarım, tüm o dini gereklilikleri boş verip Busan'ın en güzel sahilinde muhteşem bir tören gerçekleştirmişlerdi. Dürüst olmak gerekirse benim istediğim de öyle bir şeydi ama Yoongi istemediği sürece böyle bir tören gerçekleştirmesek de içimde kalmayacağını biliyordum.

Sorumu cevaplamadan oturur pozisyona geçmiş, sahil şortunun cebinden o sevdiği, parmaklarının arasında çevirmekten bıkmadığı taşı çıkarmıştı. "Sana yasaların istediği o töreni veremem, ama sana bu deniz kenarında hayatımı veririm."

Panik içinde doğrulup onun gibi oturur pozisyona geçmiş, benim için zaten hayatını verdiği gerçeğini düşünmemeye çalışarak hareketlerini izlemiştim. Taşın keskin kenarını sol elinin dördüncü parmağına yaslamış, gözlerime bakarken tereddüt bile etmeden etini yarıp kanamasını sağlamıştı. Taşı endişeli bir şekilde bana uzattığında, tüm endişelerini boşa çıkaracak bir kararlılıkla elinden almış ve tıpkı onun yaptığı gibi, bakışlarımı bakışlarından çekmeden, sol elimin dördüncü parmağının iç kısmında derin bir kesik yaratmıştım.

Gözlerimin dolmaya başladığını hissedebiliyordum, benden farkı olmayan Yoongi masum gülüşüyle elini havaya kaldırdığında kendi elimi de onunkiyle aynı hizada olacak şekilde kaldırdım. Parmaklarımızdan akan kan avuç içimizden süzülüp bileklerimize sızarken ellerimizin arasında birkaç santim vardı, mesafe sıcak bir enerjiyle kaynamaya başlamıştı resmen. "Park Jimin," dedi Yoongi, tüylerimin ürperdiğini hissettim. Törenlerin nasıl yapıldığını biliyordu, bana yasaların istediğini değil, sadece bize ait, bir saniyelik bir tören sunuyordu. Gün doğarken, deniz kenarında. "Yaptığım hiçbir şey için pişman değilim. Sonunda sana ulaşmak varsa ben bu hayatı binlerce defa baştan yaşayabilirim. Sana hayatta kalmayı öğrettim, hayatımın şu noktasından son nefesime kadar da hayatta kalmanı sağlamaya uğraşacağıma yemin ediyorum. Sana notalar adayacağıma, seni her gece sarıp sarmalayacağıma; baban, hyung'un, arkadaşın olacağıma söz veriyorum. Park Jimin, ben seni eşim olarak almayı kabul ediyorum."

"Min Yoongi," Burnumu çektiğimde kendini tutamayıp gülmüştü gözyaşlarının arasında. "Seni beklediğim, seni tanımadan özlediğim tüm o zamanların bir saniyesi için bile pişmanlık hissetmiyorum. Sonunda kollarına girmek, seni kollarıma almak varsa ben seni bir ömür daha özlerim. Hayatta kalıp sana zaferi tattırdım, kazanmayı öğrettim. Hayatımın şu noktasından son nefesime kadar da kazanan olmayı bırakmayacağımıza yemin ediyorum. Sana dans edeceğime, seni her gece sarıp sarmalayacağıma; baban, küçüğün, arkadaşın olacağıma söz veriyorum. Min Yoongi, ben seni eşim olarak almayı kabul ediyorum."

Mesafe silindi, gülen gözlerimizi birbirimizden ayırmadan yaralarımız üst üste gelecek şekilde birleştirdik ellerimizi. Sağ kolumun alt kısmında hissettiğim yanma bir an için dikkatimi dağıtsa da bakışlarımı Yoongi'den ayırmamayı başardım; o da aynı acı hissiyle kendini kasmış, nefesini tutmuştu. Tüm bu dayanıklılık yalnızca birkaç saniye sürdü, ellerimiz ayrılırken benim bakışlarım Yoongi'nin boynuna, onun bakışlarıysa yanma hissini barındırdığım koluma kaymıştı.

Yoongi'nin boynunda dal dal açtı hanımelleri, yaprakları çenesinin altına taştı. Tişörtünün yakası yüzünden göğsüne dökülen çiçekler görünmedi ama varlıklarını hatırlatmak istercesine burnuma taşıdı kokularını rüzgar. Dudaklarımın arasından inanamıyormuş gibi bir ses çıkardım, Yoongi bu sırada hem kanlı hem de temiz parmaklarını uzatarak kolumu tutmuş, benim ilgimi de o yöne çekmişti. Çocukluğumu resimlerini çizmeye adadığım hanımeli çiçekleri siyah çizgilerinin arasında sarı beyaz parlıyor, birkaç dakika önce tamamen doğmuş olan güneşi selamlıyorlardı.

Yoongi kendi çiçeklerini göremediği için telefonunu çıkarıp ekranını bir ayna gibi kullanmış, sonrasında da bana diş etlerini göstererek gülümsemişti. "Artık herkes beni boğmaya çalıştığını bilecek."

"O herkes altıncı kitabı okuyup beni vurmaya kalkıştığını da biliyor, sen endişelenme." Gülüşünü bozmadan bana uzanıp yüzümü avuçladı, dudakları dudaklarımı buldu.

Bir saniye, bir saniye, binlerce öpücük, bir saniye. 




Hayat. Herkesin kendince yorumladığı ama kimsenin gereken cevabı bulamadığı bir kavram. Gerçekten var mıydı, sadece burada mıydı, herkes için aynı mıydı? Park Jimin bu soruları her gece yatmadan önce kafasında döndüren insanlardan biri değildi; hele ki bakışları avuçlarının arasındaki güzel yüzü süzerken bu tarz düşünceleri aklının ucundan geçirmek Jimin'in yapacağı son şeydi. İçindeki dinginliğin kaynağı, yanında uyuyan yorgun ve de solgun ciltli adamın kapalı göz kapaklarının ardındaki iki göz bebeğinde saklıydı.

O adam Jimin'in en zayıf anını bilirmiş gibi tam o saniye uyanır, yıllarını kapısının çalmasını beklemiş olan eşine buruk bir gülümseme yollayıp parmak uçlarını alnındaki benlere yaslardı.

"Park Jimin," diye fısıldardı Min Yoongi her gece, üşenmeden, atlamadan. "Seni sevmeye geldim."  

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro