Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

5; so far away

 Yaşadığım yerde arkadaşlığını kazanabildiğim tek insan iki ev ötemde oturan komşum Duri teyzeydi. Buraya ilk taşındığımda başlayan arkadaşlığımız yıllardır sürmekteydi, yine de son birkaç haftadır ona uğramamış, halini hatırını sormamıştım. Normal şartlarda kapısını çalsam beni "Yah, Park Jimin! Unuttun beni!" diye azarlayacağını biliyordum; maalesef bu seferki olay normalden çok uzaktı. Zilini dur durak bilmeden çalmamın ardından bahçe kapısı açılmış, ben evin kapısına koşarken de beyaz saç telleriyle dolu başı ahşabın ardında belirmişti. Ağlıyor, hıçkırıklarımın arasında konuşmaya çalışıyordum. Şimdi koltuğun dibinde yere çökmüş otururken hatırlayabildiğim kadarıyla "Teyze," diye yalvarmıştım. "Ünite..."

Chimmy ona bağırmamın ardından ortadan kaybolmuştu, büyük ihtimalle odamda, yorganın üzerine kıvrılmış uyuyordu. Eve geri döndüğümde yabancıyı yarası kapanmış bir halde bulmuştum ama hala kendinde değildi, üniteyi başına sabitlerken derin nefesler alarak kendime gelmeye çalışıyordum. Neden böyleydi? Neden bir saniye eşi varmış gibi kanıyorken diğer saniye pilheu'ymış gibi iyileşiyordu?

Taehyung aramama geri döndüğünde her şeyin üzerinden neredeyse üç saat geçmişti. Telefonumun zil sesiyle oturduğum yerde hafifçe zıplamış ve gözümü bile kırpmadan yabancının yavaşça yükselip alçalan göğsünü izlemeye daldığım transtan çıkmıştım. Şarkıyı o da duymuştu, uzandığı yerde kıpırdanmaya başladı. Ben aramayı yanıtlarken göz kapakları titreşiyordu. "Alo?"

"Sunbae-nim?" Taehyung'un sesi uzak geliyordu, bana kırgın olduğunu biliyordum ama başım çatlayacak gibiydi ve cidden onu çekecek halim yoktu. "Aramışsın." diye devam etti en yakın arkadaşım.

"Aramıştım." dedim, sesim kısık çıkmış ve kelimenin yarısı duyulmamıştı; boğazımı temizleyip tekrarladım kendimi. "Gerek kalmadı."

Hata bir sessizlik çökmüştü, yabancı bu sırada uyandı ve bakışlarını bir süre tavanda gezdirip en sonunda bana baktı. Teni bembeyazdı, kan üretimini hızlandırsam da vücudunun nasıl yorgun düştüğünü net bir şekilde görebiliyordum. Taehyung'u umursamadan "İyi misin?" diye sordum, bana yeniden o cümleyi söyleseydi kalp krizi geçirirdim herhalde.

Kurumuş dudaklarını kıpırdatmadan önce yutkunmuştu. "Su."

"Jimin?" Taehyung hattın diğer tarafında konuşunca varlığını hatırlamış ve "Hoşça kal." diyerek suratına kapatmıştım. Telefonu bırakıp ayaklandım, bir an için başım dönse de koltuğun kenarına birkaç saniye tutunarak kendime gelmiştim. "Melek?" diye seslendi ama umursamadım. Kötü durumda olan oydu, benim için endişelenmesine gerek yoktu.

Büyük bir bardağa su doldurup salona geri döndüm. Bir elim bardağı tutarken diğeri benim tarafımda kalan eline uzanmıştı, şaşkınlıkla ne yaptığımı izlemeye başladı. Elini tutup yavaşça başına götürdüm ve uzun parmaklarını sensörün üzerine bıraktım. "Dikkat et, çıkmasın."

Ne demek istediğimi anlamıştı, eli sensörü tutarken ağır hareketlerle koltukta doğrulmaya çalıştı. Zorlandığını görünce bardağı bırakıp oturmasına yardımcı oldum ve bu sırada neredeyse üzerine düşüyordum. "Hey," dedi endişeyle, gözleri büyümüştü. "Sen iyi değilsin."

Duri teyzeye gittiğimde yağmurun altında sırılsıklam olmuş ve eve döndüğümde de başında o ıslak kıyafetlerle beklemeye devam etmiştim, hastalanacağım garantilenmişti artık. Suyu boştaki eline verip koltukta hemen yanına oturdum, onun iyi olduğunu gördükten sonra vücudum dayanmayı bırakıp pes etmişti. "Açsın, değil mi?" diye sordum uyuşmuş sesimle.

Bardağı yasladığı dudaklarından çekip başını hafifçe bana çevirdi ve beni, başımı koltuğun arkasına yaslamış, baygın bakışlarla kendisini izliyorken yakaladı. Şu saatten sonra her şey bir rüya gibi geldiği için o kadar umursamazdım ki, onu öylece hayran hayran izlemeye devam ettim. En yakın arkadaşımla aram bozulmuştu, aşkına karşılık vermediğim hyung'um çekip gitmişti, yıllardır beni ayakta tutan karakter karşımdaydı. O an uyuşmuş bir şekilde kendimi gerçeklerden koparmak en büyük hakkımdı.

Soruma, başını iki yana sallayarak karşılık vermişti ama yalan söylediğini biliyordum. Çok fazla kan kaybetmişti ve evime ilk geldiği andan beri bir şey yemediğine de emindim. "Bir şeyler hazırlarım." dedim gözlerim kapanırken. "Sadece, beş dakika..."

"Melekler hasta olur mu?"

Ben olurum, demek istedim ama sesim çıkmadı. Kemiklerim sızlıyordu, öyle halsizdim ki. Uykusuzdum, şu birkaç saat içerisinde duygusal olarak çok fazla çöküş yaşamıştım, sağanak yağmurda ıslanmıştım ve bir de şu kollarımda galiba ölüyor olduğu gerçeği vardı. Normalde çok çabuk hasta olan bir bünyem yoktu ama bugün bana ağır gelmişti. Öyle ki oracıkta uyuyakalmıştım.

**

Beni Taehyung uyandırdı.

Gözlerim aralanırken rüya görüyorum sanmıştım. Yaşadığım her şeyin rüya olduğunu sanmış ve beni pikniğe çağırmak üzere uyandırdığını düşündüğüm arkadaşıma gülümsemiştim. Gözlerimi kör edecek bir ışık bombası düşmemişti kapıma, kahramanım dediğim karakter olduğunu iddia eden bir manyak bana silah çekmemişti. Nöbetim güzel ve sorunsuz geçmişti, Namjoon-ie hyung hala sırtımı yaslayabileceğim bir duvardı.

Gülümsediğimi görünce Taehyung'un yüzü aydınlanmıştı, "İyi misin?" diye de sormuştu sonra. "Jungkook yemek yapıyor, hadi kalk."

Pazar kahvaltısı yapacaktık, birlikte yapmayı en sevdiğimiz aktivitelerden biriydi. Sonra onları pikniğe diye uğurlayacak ve en sevdiğim serinin üçüncü kitabını alıp yeşil koltuğuma çökecektim. Günüm sorunsuz geçecekti.

Yatakta doğrulup oturduğum sırada vücudumdaki her nokta ağrıyla sızlıyordu, birisi hiç üşenmeden oturup kaslarımı parmaklarıyla sıkıştırmış gibi hissediyordum. Taehyung odadan çıkarken kapıyı açık bırakıp koridorda yanan lambanın odayı aydınlatmasına sebep olduğunda idrak yeteneğimi kazanabildim ancak, zira yerler küçük küçük kan lekeleriyle kaplıydı.

Yabancı.

Pazar sabahına uyanmıyordum, yaşanan her şeyin ardından salı akşamına açmıştım gözlerimi. Bu yüzden her yerim ağrıyordu çünkü hastaydım. Taehyung bu yüzden gülümsememe sevinmişti çünkü aramız bozuktu. Yerde kurumuş kan lekeleri vardı çünkü yabancının kolu...

Yataktan öyle bir fırladım ki neredeyse düşüyordum, beynim kafatasımın duvarlarına çarpıp olduğu yerde top gibi sekmişti adeta. Kapıya tutunup koridora çıktım ve yemek kokularının geldiği mutfağa ilerlerken de duvarlara tutunmaya devam ettim.

Mutfakta beni, pencere kenarına çektiği sandalyeye oturarak sinirli bir şekilde yağmuru izleyen Namjoon-ie hyung ve onun tam karşısında ayakta dikilerek aynı manzarayı gözleyen Taehyung karşılamıştı. Ocakta tangırdayan tencerenin Jungkook'un eseri olduğunu biliyordum ama küçüğümün kendisi ortalarda görünmüyordu. "Yah."

İkisinin de bakışları bana dönmüştü, hyung'un bakışları sertken Taehyung endişeliydi. "Min nerede?" diye devam ettim konuşmaya.

"Salonda, bıraktığın yerde." dedi Taehyung. "Üniteyi çıkarmak istedim ama izin vermedi."

Başımı sallayıp onaylayarak çıktım mutfaktan, Namjoon-ie hyung'la henüz yüzleşmek istemiyordum. Salona yaklaştıkça Jungkook'un üzgün mırıltılarını duymaya başlamıştım. "Yemen lazım." diyordu bozulmaya yüz tutmuş Busan ağzıyla. "Hadi, hyung."

Salona girdiğimde yabancının bakışları geldiğimi hissetmiş gibi kapı tarafına dönmüştü, Jungkook da bir saniye arkasından onu taklit etti. Beni görünce koltukta oturan yabancıyı rahat bırakıp yanıma gelmişti. "Hyung," dedi eşi gibi endişeli bir tavırla. "Daha iyi misin?"

"Sen mutfağa git." dedim yanağını okşarken. Başını sallayarak omzunun üzerinden yabancıya son kez baktı ve iç geçirerek salondan çıkıp gitti.

Yabancının bakışları üzerimdeydi, ağır adımlarla yanına yaklaşırken onu baştan aşağı süzmüş ve ten renginin çok daha normal bir tona ulaştığını fark etmiştim. Koltuğa otururken rahat bir nefes aldım. "Biliyorsun," diye mırıldanmıştım elim havalanıp parmaklarım başındaki sensöre uzanırken. "Doktor üniteyi çıkarmak istediğinde onu dinlemen gerekir."

"Benim doktorum sensin."

Parmaklarım saçlarının içindeyken öylece kalakaldım, bakışlarımız birbirine kilitliydi. Endişeli görünüyordu. Elbette, onunla ilgilenmeye söz verişimin ardından karşısında bayıldığımda korkmuş olmalıydı. Söylediğini duymazdan gelerek "Yemek yiyelim." demiştim, üniteyi koltuğun diğer ucuna bıraktım. "Vücudunun kendine gelmesi lazım."

"Neden Suga olduğuma inanmıyorsun?"

Koltukta doğrulacakken duyduğum soruyla beraber olduğum yere çivilenip kalmıştım, ellerim dizlerime tutunmuştu adeta. Parmaklarımın üzerimdeki kota (hala uyuduğum kıyafetlerimleydim) yapıştığını hissettim. "Sana kendine Suga dememeni söylemiştim."

"Naamkahu beni bekliyordu." Kaşları çatılıydı ve sabahki korkak tavrından eser yoktu. Zayıf halimden faydalanmaya çalıştığını fark ettiğimde gülmek istemiştim, sabah sapasağlam karşısına çıktığımda saklanacak yeri olsaydı iyi olurdu. "Burada nasıl bir oyun dönüyor bilmiyorum ama beni köleleriyle daha fazla muhatap etmese iyi eder."

"Köleleriyle?"

"Melek dendiğinde güzel bir şeymiş gibi geliyor kulağa, biliyorum." dedi alayla. Suratında öyle rahatsız edici bir gülüş vardı ki cildini yüzüp Chimmy kahvaltıda yesin diye kızartmak istemiştim. "Portalı buldum, cennete vardım."

"Cennet." dedim tek kaşım havalanırken. "Seul?"

Gülüşü donarken öylece yüzüme bakakalmıştı, o kadar inandırıcı oynuyordu ki... Hasta olmalıydı, cidden zihinsel bir hastalığı olmalıydı; nerede olduğunu bilmiyor olmasının başka hiçbir açıklaması yoktu. "Seul?" diye tekrarladı beni. "Trenle gelebileceğim yolu yıllardır peşine düştüğüm bir portalla aştığımı mı söylüyorsun?"

"Tanrı başkenti seviyor olmalı." Cildini yüzmek istememe sebep olan gülüş onun suratından silinip benimkine transfer olmuştu adeta, gözlerimi tatlı tatlı kırpıştırdım.

"Kes şunu!"

Omuz silktim. "Senin kölen değilim."

Bakışları kararırken başını hafifçe öne eğmişti, terlediği için dalgalı bir hale bürünen saçları alnına düşüp gözlerini hafifçe örttü. Üzeri hala çıplaktı ve kan lekeleri hala beyaz tenini mesken tutuyordu. "Suga olduğuma inanman için ne yapmam lazım?"

İç geçirerek koltuktan kalktım, aç kalmak istiyorduysa kendi seçimiydi, ben Jungkook'un yemeklerine hayır diyecek kadar aptal değildim. Önünden geçeceğim sırada bileğimi tutup yürümemi engellemiş ve bakışlarımı yeniden ona çevirmeme sebep olmuştu. Oturduğu için benimle yüzleşebilmek adına çenesini kaldırmıştı ve bu haliyle bana yalvarıyormuş gibi görünüyordu. Köle.

Sorusuna bir cevap beklediğini fark edince "Kendini becer." dedim sevimli sevimli. "Zavallım, beş kitaptır boşalmıyor."

Şok içinde bana bakakaldığında bileğimi kurtarmak beklediğimden de kolay olmuştu. Min Borin'in bir tane bile sevişme sahnesi yazmamış oluşunun acısını bu yoldan çıkaracağım kimin aklına gelirdi ki?

Yemek sessiz geçti, Jungkook'un olup bitenlerden haberdar olduğunun farkındaydım ama eşi gibi o da önündeki jjigae'yle ilgilenmekten başka bir şey yapmamıştı. Öte yandan Namjoon-ie hyung kaşığını parmaklarının arasında çevirip dursa da ağzına bir lokma sürmemiş, tüm yemek boyunca beni izleyip rahatsız etmişti.

"Biz gidelim." demişti Taehyung, Jungkook ondan hemen sonra kaşığını masaya bıraktığında. "Jimin, birkaç saat sonra görüşürüz."

Hasta olsam da nöbete gidecektim ama Taehyung'un bu gece de nöbete kaldığını duyunca kaşlarımın havalanmasına engel olamamıştım. Şaşkın bakışlarımla kızarmış, eşini kazağının kolundan tutup çekiştirirken gözlerini benden kaçırmıştı. "Görüşürüz, hyung." dedi Namjoon-ie hyung'a ithafen.

"Hyung," Jungkook benimle konuşuyordu. "Bir şeyler yesin, olur mu?"

Yabancıyı kastettiğini fark edince dudaklarımı birbirine bastırıp başımı salladım. Fazla inatçıydı, aklına girmenin bir yolunu bulmayı ümit ediyordum yalnızca.

Dış kapının kapanma sesi duyulmuş, mutfakta yalnızca hyung ve ben kalmıştık. Bakışlarım kirlenmiş masa örtüsündeydi ama Namjoon-ie hyung'un beni izlediğini biliyordum. Daha fazla dayanamayarak sandalyemden kalkıp bulaşıkları toplamaya başladım. Hyung derin bir nefes alarak ayaklanmış ve pencere pervazına dönüp yağmur fırtınasını izlemeye kaldığı yerden devam etmişti. Ona kaçamak bir bakış attığım sırada camdaki yansımam beni ele vermiş, kızaran suratımla hemen bulaşıklara dönmeme sebep olmuştu.

Hyung'la aramızın böyle olması beni çok üzüyordu, neden sinirlendiğini bile bilmiyordum ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Yabancıyla ikisinin arasında kalmışım, bir seçim yapmazsam onu kaybedecekmişim gibi hissediyordum ama tüm bunlara rağmen bir seçim de yapamıyordum; beni en çok korkutan da buydu.

"Park Jimin." Yansımamı izlediğini biliyordum zira son parçayı da lavabonun içine koyduğum an ismimi söylemişti. Yutkunarak bakışlarımı ona çevirdim. "Işığı kapat." dedi Namjoon-ie hyung.

Düğmeyi çevirip mutfağın en loş hale bürünmesini sağladım ama lambayı tamamen kapatmadım. Namjoon-ie hyung bununla pek mutlu olmasa da elini uzatıp beni yanına çağırırken hiçbir şey söylememişti. Parmaklarımız havada buluştu, hyung beni hemen dizlerine çekip oturmamı sağlamış ve elimi tutmayan elini belime koymuştu. "Daha iyi misin?" diye sordu. "Geldiğimde ateşin vardı."

"İyiyim, hyung." dedim hafifçe gülümseyerek. Hala benim için endişeleniyor ve sinirli olsa da elimi tutup nasıl olduğumu soruyordu.

"Jimin, ben..." Devam edemeyip susmuştu, bakışlarını yeniden pencereye çevirdiğinde yutkunarak onu taklit etmiştim. Keşke ışığı söndürseydim, kızarık yanaklarımı görüp bundan cesaret bulmayacaktı böylece, zira hoşuma gitmeyecek bir itirafın yaklaştığını hissediyordum. Hyung asla pes etmiyordu. Ve neden bilmiyordum ama, yabancının gelişiyle kendini, beni sahiplenmek zorundaymış gibi hissettiğini görebiliyordum. Normal şartlarda çizgisini aşmadan belli ederdi hislerini, şimdiyse her şeyi zirvede yaşıyordu.

Sessiz kalıp dışarıyı izlemeye başladık, yağmur başladığı zamanki kadar şiddetli bir şekilde yağmayı sürdürüyordu, bu gidişle şehrin belli kesimlerinde su baskınları yaşanması kaçınılmaz olacaktı. "Şu yasa dışı kaynakların hava durumuyla ilgili neler diyor?" diye sordum kısık sesle, ortamı yumuşatmak ve biraz da konuyu değiştirmek amacıyla. Dediğim gibi, hyung'la aramız gergin olduğunda hiçbir şeyden zevk alamıyordum.

"Bilmiyorum." dedi, dışarıyı süzen bakışlarımız yansımalarımıza odaklanmıştı ve ne olduğunu anlamadan göz göze gelmiştik. "Dünden beri bilgisayarı açmadım."

İkimiz de gözümüzü kırpmadan birbirimizi izliyorduk, irislerinin rengi öyle güzel bir kahveydi ki yansımasından bile tonu belli oluyordu. Nefesimi tutmuş onu izliyordum, yakışıklı oluşunu kabullenmiştim diyordum ama öyle zamanlar oluyordu ki herkesi şaşırtarak normalden de yakışıklı görünüyordu, öyle bir anın içerisine sıkışıp kalmıştık şimdi.

Ve çok garip, hatta biraz da inanılmaz bir şekilde, ilgim Namjoon-ie hyung'dan çekildi.

Yabancı mutfağa girmişti, hemen kapının önündeydi ve hyung'un kucağına kurulmuş olan bedenime bakıyordu. Bakışları yukarı tırmanıp yansımamı buldu ve göz göze geldiğimiz an Namjoon-ie hyung elimi bırakıp çenemi kavradı; suratımı kendininkine çevirip dudaklarını dudaklarıma bastırdı.

Hyung'un gözleri kapalıydı, benimkiler irice açık olduğu için önümdeki manzarayı net bir şekilde görebiliyordum. Şok olmuştum, hyung'un sıcak dudakları benimkilerin üzerine kapanmışken hareketsiz bir şekilde olduğum yerde oturmaya devam ediyordum. Belimdeki eli hareketlenerek kolu etrafıma sarılmış, beni çekerek göğüslerimizin yaslanmasını sağlamıştı. Ona bir karşılık vermeyeceğimi fark ederek geriye çekildiğinde ne kadardır öyle durduğumuzu bilmiyordum ama saatlerdir bu pozisyondaymışız gibi hissediyordum.

Yanaklarım yanıyordu, kızardığıma emindim çünkü utanmıştım. Emin olmadığım şey, kimden utanmış olduğumdu.

Çenemdeki eli yavaşça yanağıma kaymış, başparmağı elmacık kemiğimi okşarken yüzümü avuçlamıştı. Büyük eli dolgun yanaklarımı avuçlamak için özel olarak tasarlanmış gibiydi, işte öyle güzel uyuşuyorduk ama ben onun dokunuşlarının altında ne uyumlu, ne de güzel hissediyordum.

Hızla kalktım kucağından, belime sarılı olan koluyla bana engel olacak sanmıştım ama gitmeme kolaylıkla izin vermişti. Başımı hemen mutfak kapısına çevirdim ama yabancı orada değildi.

"Jimin?"

Derin bir nefes alarak gözlerimi yumdum. Hyung'un ayaklandığını duymuştum, yalnızca birkaç saniye sonra da uzun figürü hemen önümde belirmişti. Bu sefer iki eliyle avuçlamıştı yüzümü. "Jimin, ben ne istediğimi biliyorum." dedi Namjoon-ie hyung, onu ilk defa bu kadar kararlı görüyor olmalıydım. Bana karşı olan hislerini uzun zaman önce açıklamıştı ama mesafesini koruyup bana kendimi rahat ve güvende hissettirmeyi çok iyi başarmıştı. Şimdi böylesine atılgan ve sabırsız oluşunun tek sebebi yabancının varlığıydı, yalnızca bir gündür tanıdığım bir adamı eve getirmiş olmam ona kendini tehlikede hissettirmiş olmalıydı. "Sana hemen karar ver diyemem, ama artık beni görmezden gelmene dayanamıyorum."

"Hyung," Yutkunarak ellerinin arasından çıktım, öyle bir pozisyondayken ne düzgün düşünebilirdim, ne de sağlıklı bir karar verebilirdim. Kim Namjoon'a aşık değildim ama içimde ismini koyamadığım hisler taşıyordum onun için, bu şekilde üstelerse o hisleri yanlış yorumlamaktan ve bu işin sonunda kendimden çok onun canını yakmaktan korkuyordum. "Ben... ben şu an-"

"Sağlıklı düşünemiyorsun." Cümlemi tamamlarken omuzları düşmüştü, beni bu kadar iyi tanımaktan nefret ettiğini görebiliyordum. Daha bu yola çıkmadan yormuştum onu, nasıl atlayabilirdim kollarına, her şey yolundaymış gibi, öylece? Ben istemez miydim sanki onun gibi biriyle olmak?

"Kendini bu kadar yorma." Dolgun dudaklarını yalancı bir gülüş kaplayınca kalbimin kırıldığını hissetmiştim, canını yakıyordum ve o beni düşünmeye devam ediyordu. "Min için endişelendiğini biliyorum ama sağlığını gözden çıkaramazsın, duydun mu beni?"

Başımı sallayarak onayladım onu. "Ben gideyim." diye devam etti hyung. "Nöbetten önce birkaç saat daha uyu."

"Tamam." Uyumaya vaktim yoktu ama konuyu uzatmak istemiyordum, hyung'u evin dış kapısına kadar geçirdim. Montunu giyinirken elimde şemsiyesiyle onu bekliyordum, botlarını da ayaklarına geçirip kapıyı açtı ve dışarıya çıkıp en sonunda bedenini bana çevirdi. "Hava durumunu kontrol ederim."

Şemsiyesini uzatırken başım öne eğikti, elimdekini almak üzere sol elini havaya kaldırdığında şemsiyeyi avuçlarımızın arasına sıkıştırarak elini tutmuştum. "Hyung," Hala yüzüne bakamıyordum ama onun pür dikkat beni izlediğini biliyordum. "Özür dilerim."

Boştaki elini enseme atıp saç köklerimi okşarken dudaklarını tepeme bastırmış ve bu birkaç saniyelik duraksama sırasında kokumu içine çekmeyi de ihmal etmemişti. "İyi geceler." diyerek şemsiyeyi elimden koparırcasına aldı ve arkasına bile bakmadan bahçe kapısına doğru koşmaya başladı.

Sırtımı, kapattığım kapıya yaslarken evin ne kadar da sessiz olduğunu fark etmiştim. Yabancıdan da, Chimmy'den de çıt çıkmıyordu. Derin bir nefes alıp dudaklarımı ıslattım ve önüme düşen saçları geriye ittim. İkisini de kontrol edip güzel bir duşa girecek, evdeki her şeyi yoluna soktuktan sonra da hastaneye gidecektim.

Yabancı da Chimmy de salonda değildi, banyo ve yatak odamı da kontrol etmiş, ikisini de bulamamıştım. Chimmy yine bir yerlere saklanmış olabilirdi ama benimle aynı boyutlarda olan bir varlığı bu küçük evde bulamıyor oluşum kalbimdeki endişe tohumlarını bir güzel sulamıştı. Bakışlarım kullanmadığım üst katın merdivenlerine çevrildi; ben kullanmıyordum ama yabancının bundan haberi yoktu, elbette. Tek kişi yaşadığım için evin yalnızca zemin katını kullanıyordum, üst katta bir tane bile mobilya bulunmuyordu. Haftada bir böceklenmesin diye kapı ve pencerelerin tozunu almak dışında o merdivene ayak bile basmazdım.

Üst kata vardığımda zifiri karanlığın içinde beni yumuşak bir mırıltı karşılamıştı, duvara tutunarak yürüyüşüme dikkat ederken sesin kaynağına yönelmiştim. Evin arka tarafına bakan bir balkonu olan küçük odadan geliyordu ses ve yabancının sesi olduğunu anında anlamıştım. Kapıyı yavaşça araladım.

Balkonun kapısı açıktı, üstü kapalı olduğu için içeriye su girmiyordu. Yabancının sırtını perdesiz camdan görebiliyordum ama beni şaşırtan bu olmamıştı. Beni şaşırtan, benim dışımda kimseye üç metreden yakın durmayan kızım Chimmy'nin yabancının kucağında, başını omzuna yaslamış bir şekilde mırıltılarını dinleyişi olmuştu.

İrileşmiş gözlerimle odaya girdim, Namjoon-ie hyung yabancıyla ilgili bir şeyleri kıskanmak istiyorduysa bunu kıskanabilirdi işte. Chimmy'nin yabancıya güveniyor olması demek benim sözlüğümde çok büyük bir anlam ifade ediyordu ve bunu herkes bilirdi. Kedim ona öyle güveniyordu ki bu serin havada onun çıplak teninden gelen ısıyla omzunda uyuyakalmıştı.

Yabancının geldiğimi fark ettiğini biliyordum ama ne konuşmayı kesmiş, ne de bedenini çevirip bana bakmıştı. O, beni dehşete düşüren şarkıyı söylemeye devam etmişti; ben de odanın ortasında durmuş, onun yara izleriyle dolu çıplak sırtını izlemeye.

Şarkıyı söylemiyordu, şarkıyı bir şiirmiş gibi okuyor ve sesini kısık tutmasına rağmen vermek istediği her duyguyu tonunda kolaylıkla barındırıyordu. Bu şarkıyı Suga son kitapta, yalnızca bir defa söylemişti. Kitapta yalnızca iki kıtasını okuyabildiğimiz şarkı, serinin film versiyonlarında şu an dinlediğimin aksine bir balat şeklinde yansıtılmıştı. Filmde, kitaptaki iki kıtaya filmin müzisyenleri tarafından eklenmiş birkaç bent daha bulunurken, yabancının söylediği bundan tamamen farklıydı. Kitaptaki satırları ezbere bildiğim için, yazılanın nerede bittiğini ve bilinmeyenin nerede başladığını ayırt edebiliyordum. Yabancı balat söylemiyordu, sözlerin yumuşaklığını agresif bir tarzla rap yapıyordu.

Yabancı ben kitapları ne zaman okusam duyduğum şarkıyı söylüyordu.

Balkona çıkıp karşısına dikildim, korkuluklara yakın olan sırtım yağmur damlalarıyla ıslanmaya başlamıştı ama umurumda değildi. Yüz yüze geldiğimizde şarkısını kesmişti, devamını deliler gibi merak etsem de gözlerimin önündeki şeyi daha fazla reddedemiyor, içimde tutamıyordum.

"Sen osun." dedim, fısıltımı net bir şekilde duyduğunu biliyordum. "Suga."






yazar bakmış ki severek yazdığı bu kurgu okunmuyor

sonra yazar üzülmüş

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro