4; 水
Yabancıya yatağında ses çıkarmadan oturup beni beklemesini söylememin ardından odama gidip telefonumu almış ve yanına geri dönmüştüm. Yarası kan sızdırıyordu ve yeni bir pansuman yapmam gerekiyordu ama bu süre içinde boş durmayıp bana yardımı olabilecek kişiyi yanıma çağırmalıydım; Taehyung'un attığı tekmenin ardından her ne kadar istesem de tüm bu yükün altından tek başıma kalkamam gibime geliyordu. En azından yabancı işbirliği konusunda istekliydi. Ona yardım edeceğimi söylemiştim, işi benim için zorlaştırmasa iyi ederdi.
Namjoon-ie hyung'dan cevapsız bir arama vardı, isminin üzerine basıp telefonu kulağıma yaslarken dolaptan pansuman için gerekli malzemeleri topluyordum. Yabancı onu bıraktığım pozisyonda oturmaya devam ediyor, hareketlerimi ayrıntı ve ilgiyle izliyordu. "Jimin-ie?"
"Hyung?" Sesinin uykulu gelmemesi iyiydi, her şeyi aynı anda yapmaya çalışırken saati unutmuştum. Cevapsız aramasının üzerinden yedi saat geçmişti çünkü, uyumuyor olması tamamıyla şansımaydı. "Senden bir şey isteyeceğim ama aramızda kalması gerekiyor."
Malzemeleri tek elimle yatağa taşıyıp yabancının hemen yanına bıraktım, hyung dediğim an kaşları çatılsa da tek kelime etmeden beni izlemeye devam etmişti. "Tamam." diye karşılık verdi Namjoon-ie hyung.
"Hastaneye gelebilir misin? Arabayla." Yabancı ne yaptığımı anlamaya çalışıyor, bakışlarını bir an için bile olsa yüzümden çekmiyordu. Sorgulayıcı tavrından rahatsız olarak bakışlarımı koluna indirdim, o kadar sert vurmak zorunda mıydım sanki?
Zorundaydın, Jimin, dedi iç sesim. Seni boğuyordu.
"Yanında da en geniş kazaklarından birini getir, lütfen." diye ekledim.
Namjoon-ie hyung neden diye sormadı, bunun yerine isteklerimi onaylayarak aramayı sonlandırdı. Telefonu cebime atarak ilgimin tamamını yapacağım pansumana verebildim böylece.
"Kiminle konuştun?"
Sessizliği yaran cümlesi, soğumuş bedenimde sıcak bir hissin yayılmasına sebep olmuştu; gergin tavrım anında buharlaşarak geriye sakinleşmiş bir Park Jimin bıraktı. Yabancının yüzüne baktım. "Bir arkadaşım seni almaya geliyor, seni evime götürecek."
"Neden?" Tek kelimelik sorusuyla neden onu evime yolladığımı değil de neden onu benim götürmediğimi sorguladığını biliyordum. Nasıl olduğunu bilmiyordum ama anlamıştım işte.
Yaranın etrafını silmeye başladım, dikişleri de kesmem gerekecekti. "Nöbetimin bitmesine iki saat kaldı, hemen geleceğim, endişelenme."
"Endişelenmiyorum."
Yalan söylüyordu. Yarasına eğilmiş haldeyken gözlerine baktım, bakışlarımız buluştuğu an başını çevirmişti.
"İsmin ne?"
"Suga."
Derin bir nefes alırken gözlerimi sabır dilenircesine yummuştum, başım dönüyordu. "Bir kez daha Suga olduğunu söylersen kolunu komple koparıp atacağım."
Dudaklarını birbirine bastırıp öylece durdu, tehdidimden cidden korktuğunu fark edince yarasıyla ilgilenmeye geri döndüm. "Yeniden uyuşturmam gerekiyor, kan akışını en aza indirmemiz lazım."
Karşılık vermeden yapacağım şeyi beklemeye başladı, başına ilk defa böyle bir şey geldiği için tüm kontrolü bana bıraktığını anlamıştım. İğneyi hazırlarken bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum; hızlı olmam gerekiyordu çünkü Namjoon-ie hyung'un evi hastaneye uzak değildi. "İsmin ne?" diye sordum yeniden. "Sana bir şekilde hitap etmem gerekiyor."
Birkaç saniye duraksadıktan sonra "Agust D." demişti; neşteri parmaklarımın arasında sıkıca tutup ona döndüğümde korkuyla çığlık atıp yatakta geriye kaçmaya çalıştı. Deli ediyordu beni. Önüme gelene, sırf o kişi istiyor diye en sevdiğim karakterin ismiyle hitap etmeyecektim. "Seni lanet-"
"Yalan söylemiyorum!" diye ciyakladı, bakışları neştere odaklıydı. Yüzünden akan saf korkuyla yalan söylemediğini anladım ama bu beni iyice sinirlendirdi. Zihni öylesine hastaydı ki kendini Suga olduğuna inandırmıştı.
Öyle hissettiriyordu ama öyle değildi. Olamazdı.
Kanıyordu, eşi vardı.
Derin nefesler alarak kendime gelmeye çalışırken elimden bir kaza çıkar korkusuyla neşteri kendimden olabildiğince uzak bir yere koymuştum. Yabancı hala endişeyle beni izliyordu. "Suga yaralanmaktan korkmazdı." diye mırıldandım nefesimin altından, istemsizce ve eline koz verdiğimi fark edince de kendime kızdım. Cidden Suga olabilme ihtimalini mi sorguluyordum? Min Borin gerçek hayattaki birinden esinlenip yazmış olsaydı bile Suga böylesine genç olamazdı, kitapların kendileri karşımdaki adamla yaşıt olmalıydı ve serinin başında Suga zaten yirmi altı yaşındaydı.
Hala sorguluyorsun.
"Kolunun kopmasından korkardı, emin ol."
Kendi kendime verdiğim mücadeleyi duymuş, bir de utanmadan cevap vermişti. Öfkeden kızarmış gözlerimi yüzüne çevirdiğimde korkuyla zıpladı olduğu yerde. Bu muydu Suga? Tarihin gördüğü en cesur adam, zombiler dışında hiçbir şeyden korkmadığını okuduğum adam bu ödlek miydi?
Telefonum çalmaya başladığında ikimizin de dikkati dağıldı, Namjoon-ie hyung arıyordu. "Geldim." dedi aramasını cevapladığım an. "Kazakla beraber odana geliyorum."
"Tamamdır, hyung. Seni biraz bekleteceğim ama."
"Sorun değil."
İnce bacaklarını kavrayıp onu yatağın kenarına çekmeye çalıştım, o kadar zayıftı ki ellerim küçük olduğu halde onu tutarken zorlanmamıştım. Şaşkınlıkla bana bakakalmıştı. "Gelen arkadaşımın ismi Namjoon ve ona isminin Suga olduğunu söylersen seni eve değil akıl hastanesine götürür. Anladın mı?"
Cevap vermeden öylece baktı yüzüme, iç geçirerek uyuşturma iğnesini yeniden parmaklarımın arasına aldım. Pansumanı beklediğimden kısa sürmüştü, bu süre boyunca bir kez olsun canının acıdığını belli etmemiş, ses çıkarmamıştı. Bölgeyi uyuşturduğum için kanaması azalmıştı, yine de ben eve gidene kadar böyle kalacağının garantisi yoktu ve bu gerçek yeniden ona karşı endişeyle dolmama sebep olmuştu.
Odama gittiğimde hyung kalçasını masama yaslamış, önündeki duvarı izliyordu. Beni görünce endişeyle doğruldu. "Jimin-ie?"
Kazağı parmaklarının arasından çekip alırken "Arabaya gidip çalıştırır mısın, lütfen? Yanına birini yollayacağım." demiştim. "Benim evime götürmeni istiyorum."
"Neler olduğunu açıklayacak mısın?" diye sordu, bakışları endişe doluydu. Beni ilk defa böylesine panik içinde görüyor olmalıydı.
"Evde açıklarım, hyung, şimdilik ne olursun dediğimi yap." Nöbete başlamadan önce çıkarıp sandalyemin arkasına astığım montun cebinden evimin anahtarlarını alıp Namjoon-ie hyung'a uzattım. "Sana ne söylerse söylesin umursama, aklı yerinde değil."
Yabancının yanına geri döndüğümde dalgın bakışlarla kolunu izlerken bulmuştum onu. Neler olup bittiğini anlamaya çalışıyormuş gibi bir hali vardı. Odaya girdiğimi duyduğu halde dönüp bana bakmamıştı, ilgisini üzerimde toplayabilmek için yatağın dibine girmem gerekti. "Hey."
Başını kaldırdığında gözlerinin kızardığını görmüştüm ve bu hali içimin akıl almaz bir panikle dolmasına sebep olmuştu. "Neler olup bittiğini anlayacağız." diyerek teselli etmeye çalıştım ama bir yandan da kendimi sakinleştirmek için kurduğum bir cümleydi bu. Anlayacaktık. Onu öylece polislere, onu bu hale getiren insanlara vermeyecektim. "Hadi bunu giyin, yağmur yağıyor."
İnce figürünü saklaması için istediğim geniş kazak üzerinde öylesine büyük durmuştu ki bir an için etrafına battaniye sarılmış küçük bir çocuk gibi geldi gözüme. Namjoon-ie hyung'un arabasının plakasını dikkatli bir şekilde söyleyip oturduğu yerde onunla aynı hizaya gelebilmek için hafifçe eğildim, suratlarımız karşılıklıydı şimdi. "Rengi siyah." diye açıklamaya devam ettim arabayı. "Şimdi odadan çıkacağım, sen de birkaç dakika bekleyip kaçar gibi bir tavırla odadan ayrılacak ve hemen arabaya gideceksin, anladın mı?"
"Kaçar gibi mi?"
"Polisi aramak için benim onayım bekleniyor." dedim. "Seni kaçırırken görülürsem mesleğime veda etmem gerekir."
Kaşları yavaşça havalandı, sanki hayatında ilk defa birisi onun için böyle bir şey yapıyordu. "Namjoon-ie hyung ismini sorarsa..."
"Suga demeyeceğim."
Dudaklarımın hafifçe kıvrıldığını hissettim. "Demeyeceksin. Elinden geldiğince konuşma zaten, birkaç saat sonra yanına geldiğimde her şeyi çözeceğiz."
Sakin bir tavırla cümlemi bitirmemi beklemiş, en sonunda da bakışlarını gülüşümden çekip gözlerime odaklamıştı. "Söz verdin."
Önüne gelenin sözüne güvenmesi onu o kadar savunmasız göstermişti ki, bir an için cidden Suga olduğu ve tanımadığı birinin sözüne inanmak zorunda kaldığı hayali canlandı gözümde ve ürpermeden edemedim. Karşımdaki yabancı Suga değildiyse de en az onun kadar yalnızdı; bunca zaman kalbimi emanet ettiğim karakteri böyle bırakabilir miydim yolun ortasında?
"İsmini sorarsa Min, de." Mimikleri dehşete bulanırken sorunun ne olduğunu anlamamıştım, yazara ithafen önerdiğim bir fikirdi ama yabancı bana öyle bakıyordu ki geriye doğru bir adım atmadan duramamıştım. "Birkaç saat sonra görüşürüz."
**
Eve geldiğimde hala yağmur yağıyordu, hava durumunu kontrol etmeyi aklımın bir köşesine not ederken Namjoon-ie hyung'un aralık bıraktığı bahçe kapısından geçmiştim. Evin kapısını açması için birkaç defa tıklatmam yeterli olmuştu, şemsiyemi kapatıp hemen içeri girdim. "Nerede?"
Yabancıdan bahsettiğimi biliyordu, endişeli tavrıma alayla güldüğünde duvara çarpmış gibi öylece kalakaldım. Böyle davranmasının sebebi neydi şimdi? "Odanda, uyuyor." dedi alaylı gülüşünün altından ve başka bir şey demeden adımlarını mutfağa çevirdi.
Her ne kadar odama gidip yabancıyı kontrol etmek için ölüyor olsam da Namjoon-ie hyung'un peşinden mutfağa girmiştim. Kendine bir bardak kahve yapmış, mutfak masasında oturuyor ve pencereden yağan yağmuru izliyordu. "Hyung? Sorun ne?"
"Min." dedi tükürürcesine, kaşlarımı çatarken suratına bakakalmıştım. Neden böyle bir tepki vermişti? Yabancı yanlış bir şey mi yapmıştı? "Jimin, sen nasıl bir işe bulaştın?"
Ne diyeceğimi bilemeden birkaç saniye öylece durup yüzüne baktım, bakışlarını yeniden pencereye çevirdiğinde kendime gelmiş ve hemen çaprazında kalan sandalyeye oturmuştum. "Hyung," dedim yalvarırcasına, anlamasını umarak. "Bana ihtiyacı var."
Kurduğum cümleyle beraber öfkeyle ayaklanmıştı, başımı kaldırıp uzun figürüne baktım ama onun bana bakamıyormuş gibi bir hali vardı. "Bütün hastalarını evine mi getiriyorsun sen?"
"Hyung-"
"Taehyung haklı." Lafımı ağzıma tıkıp mutfaktan hızla çıktı, verdiği karşılık yüzünden yerimden kalkmayı bırakın başımı çevirip mutfaktan çıkışını bile izleyememiştim. Dış kapının çarpılarak kapandığını duydum, yabancının gürültü yüzünden uyanıp uyanmamasını umursamıyor olmalıydı.
Ben neden umursuyordum ki? Neden en yakın arkadaşlarımı, hiç tanımadığım, üstelik bana silah çekmiş biri için karşıma alıyordum? Mesleğimi tehlikeye atmıştım, onu evime almam da cabasıydı. Ne oluyordu bana? Gerçekten Suga olduğuna inanan bir tarafım vardı da benden habersiz zihnimi kontrol altına mı almıştı, şu iki günde niye böylesine değişmişti hayatım? Koltuğumda kitap okuyordum, hafta sonuydu ve ben koltuğumda uzanmış Suga'yla piton doğruyordum; o lanet ışık bombası kapımın önünde patlamış ve hayatımı mahvetmişti.
İç geçirerek kalktım sandalyeden, parmaklarım mutfak dolaplarından birine uzanıp bir su bardağını kavradı. Namjoon-ie hyung o gün bir yıldırım düştüğünü söylemişti, gözlerimi yakan parlaklığın sebebi bu olmalıydı. Ayrıca, çevre sakinleri de o ışıltıya şahit olmuştu, yıldırımdan korkup itfaiyeye haber veren bile vardı. Hyung öyle demişti.
Yetkililer bunun yalan olduğunu düşünüyor çünkü gereken bulgular elde edilemedi.
Saniyeler geçmesine rağmen gök gürültüsünü de duymamıştım. Öyle korkunç ve evime öyle yakın bir şeydi ki; ben geçici körlük yaşarken Chimmy evin iç kısımlarına kaçmıştı.
"Melek?"
Düşüncelere nasıl daldıysam, yabancının mutfağa girdiğini fark etmemiştim. Kısık ses tonu yorgunluğa bulanmış bir vaziyette bana seslendiğinde korkuyla ağzımdaki suyu üzerine püskürttüm. Suratı, boynu, çıplak gövdesi ve kolları ağzımdan çıkan sudan nasibini almıştı.
Ellerim havalanıp şok içinde ağzımı örterken yabancı gözlerini sıkıca yumup beklemişti. Birkaç saniye sonra tek gözünü açıp bana baktı, zaten küçük olan gözleri iyice ufalmış ve kırmızı kesilmişti. "Özür dilerim." dedim panik içinde. Ellerimi dudaklarımdan çekip hemen duvarda asılı olan havluyu kaptım. Boştaki elim çıplak omzunu tutarken havluyu tutan havalanıp yüzünü silmeye başlamıştı. Teni buz gibiydi, evin içi sıcaktı ama o buz gibiydi ve benim tükürdüğüm suyun yanı sıra cildi ter damlalarıyla kaplanmıştı. Havluyu boynuna kaydırdığım sırada bakışlarım koluna kaydı, neredeyse bileğine kadar inen birkaç taze kan lekesi karşıladı beni. Uyuşukluğu gitmiş olmalıydı, kanaması yeniden hızlanmıştı.
Yüzüne baktım, o da bana bakıyordu. "İyi misin?"
Her şeyi demesini beklerdim. İyi mi görünüyorum, diye kaba bir tavırla azarlamasını beklerdim mesela; sessiz kalıp yüzüme bakmaya devam etmesini beklerdim; iyiyim, diyerek yalan söylemesini veya acıyor, deyip susmasını beklerdim.
Ama ilk kitabın ilk cümlesini kullanmasını beklemezdim.
"Ben galiba ölüyorum."
Cümleyle beraber daha fazla dayanamıyormuş gibi öne sendelemiş, dudaklarım aralanıp gözlerim korkuyla irileşirken kollarıma düşmüştü. Havluyu öylece, nereye düştüğünü umursamadan bırakıp onu kucağıma aldım, başı omzuma çarptığı an bilincini kaybetmişti. "Hayır, hayır, hayır..." diyerek çıktım mutfaktan; o an için neler olduğunu net bir şekilde ne ben anlatabilirim, ne de o. Tek hatırladığım şey şuydu ki, Suga gibi hissettirmişti. Okuduğum Suga'dan daha fazla Suga'ydı, öyle hissettiriyordu ve ben bu histen nefret etmiştim. Okuduğum adam her şeyin üstesinden gelmişti, onunla beraber maceralara atılmayı dilemekten alıkoyamamıştım kendimi, öyle hayran olunası bir gücü vardı ki. Kazanmıyordu, hayatta kalıyordu ama buna rağmen kazanıyor gibi göstermeyi başarıyordu. Sabaha çıkıyordu, her akşam içecek bir şişe bulmayı başarıyordu ve bunlara ödülüm diyordu. Ben galiba ölüyorum, diye başlamıştı ilk kitap; hala ölmedim, son kitabın son cümlesiydi. Kucağımda, salondaki koltuğa taşıdığım adamsa sonunda beni maceralarına misafir etmiş, hayatta kalmanın gerçek bir zafer olduğunu, kazanan değilim dememem gerektiğini hatırlatmıştı. Üstesinden gelemiyordu, öyle derin yaraları dikip savaşmaya devam etmişti de buncacık sıyrık yarasından ölüyordu kollarımda. Hayran olunası değildi, acımaktan alamıyordu kendini insan. Yazık, demeden duramıyordu. Bu yaşına gelmiş ve eşini bulamamış, boşu boşuna ölüyor, demeden edemiyordu.
Onu koltuğa bırakıp banyoya koştum, ecza dolabında hastaneden getirdiğim malzemeler vardı. Kendim bir pilheu olduğum için bulundurmam gereken araç gereçleri asla eksik etmezdim; ayrıca, Taehyung'un başına gelenlerden sonra eşliler için gereken ürünleri de bulunduruyordu dolabım. Yabancının ne olduğunu bilmediğim için bütün malzemeleri toplamaya başladım, elime sığmayıp da yere düşen bir şişe kırıldığında çığlık atarak gerilemiştim. Chimmy'nin arkamda miyavladığını duyunca "Şimdi değil!" diye kükremiş, fayanslarda yankılanan sesimle kendime gelmiştim. Ağlıyordum, deliler gibi ağlıyordum hem de. "Park Jimin, topla kendini." Şişeyi düşürdüğü için boş olan elimle kendime sert bir tokat attım, aynadaki yansımamdan gördüğüm kadarıyla, ağladığım için kıpkırmızı kesilmeseydi suratım bu tokat yüzünden zaten kızarırdı. Burnumu çektim, doktordum ben. Daha önce çok yara görmüş, içimi kurutacak kadar insan kaybetmiştim. Taşı büktüğünden miydi bu hislerim? Herkesin elini ezen taş, o oturup soluklansın diye kaldırım mı kesilmişti başıma?
Kendime gelmem gerekiyordu, bu haldeyken onu kaybetmeye her an biraz daha yaklaşıyordum. Sakin olmalı ve söz veren biri gibi değil, bir doktor gibi hareket etmeliydim.
Yardım et.
Edeceğim.
Söz verdin.
Salona varıp kucağıma topladığım her şeyi koltuğun dibine bıraktım. Onu en son nasıl bıraktıysam öyleydi, hangi tedaviyi uygulayacağımı bilmediğimden önceliği uyuşturma iğnelerine verdim. Kan üretimini arttırmak için hemopoyetik üniteye ihtiyacım vardı; ufak yaralar için ev kullanıma uygun üniteler üretilmişti ama dediğim gibi, ben zaten bir pilheu'ydım, evde bulundurmama gerek yoktu.
İğneyi yaptıktan sonra ellerim titreyerek montumun cebine gitti, hala ıslak bir şekilde üzerimde olduğunu da o an fark ettim. Jungkook okulda olmalıydı, Taehyung'sa benim gibi, sabah eve dönmüştü. Büyük ihtimalle uyuyordu ama ondan başka çarem yoktu, hemen telefonun rehberinde ismini buldum.
Ama Taehyung telefonu açmadı.
Ben galiba ölüyorum.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro