Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

36; priori incantatem


  Hastanede çalışmaya başladığımdan beri yaşadığım bu ev, gerçek hayattaki her şeyden kaçabildiğim tek yerdi. Agust D kitaplarımla battaniyemin altına gömülüp Chimmy üzerimde mırlaya mırlaya uyurken Suga'yla maceralara atılmak beni hayatta tutan tek şeydi. Alt kat bana yettiği için üst katı döşeme zahmetine bile girmemiştim, benimle kalmaya gelen tek kişi olan Namjoon-ie hyung zaten salonumdaki koltuğumda fazlasıyla rahat ediyordu.

Ama şimdi, Yoongi'yle gideceğine dair bana söz veren Hoseok-ie hyung yanımda telefonuyla ilgilenirken evin içine attığım ilk adımda, dünyanın en büyük denizinde boğuluyormuş gibi hissetmiştim. Suyun altındayken nefessiz kalma gibi bir hisse yabancı olduğum için, şimdi hissettiğim şeyi, kalbimdeki ağrıyı en doğru şekilde özetleyen kelimeler bunlardı işte: dünyanın en büyük denizinde boğuluyorum.

Çünkü Yoongi evde değil.

"Acele edin." dediğini duydum Hoseok-ie hyung'un. "İnsanlar ayaklanmaya başladı bile."

Telefonu kapatmış, elini bedeninin yanına indirmişti. Adımları beni buldu, boştaki eli omzuma konarken başını önüme doğru eğip bakışlarımızı buluşturmaya çalışmıştı. "Jimin-ah?"

"Hm?"

"Taehyung ve Jungkook buraya geliyor." diye mırıldandı. "Tüm bu şey olup biterken bir arada olmamız en iyisi."

Başımı sallayarak onayladım söylediğini, sonra da derin bir nefes aldım. "Ben biraz uyuyacağım."

Koridora yöneldiğim an "Yoruldun tabi..." diye başlamıştı konuşmaya. "Ben de yiyecek bir şeyler hazırlayayım, uyandığında yersin. Kaç gündür yemiyorsun..."

Odama girip de kapımı kapatana kadar konuşmaya devam etmiş, benden bir karşılık beklemişti ama kendisi de söylemişti; yorgundum. Bir daha asla düzelemeyecek kadar yorgundum hem de, üzerimi değiştirip rahat bir şeyler giyinmemin ardından en son Yoongi'nin uyuduğu yatağa girmiş ve üzerinden iki ay geçtiği halde onun gibi kokan yastığa koymuştum başımı, onun gibi kokan yorganı sardım etrafıma. Boğazımda büyüyüp yutkunmamı zorlaştıran bir şeyler vardı, gözlerim dolmaya başlarken bakışlarımı odanın içinde gezdirip Kim Seokjin posterlerimin üzerinde durmasına izin verdim.

Uyuyamadım, yorgundum ama uyuyamıyordum, gözlerim kapanıyordu ama bilincimi bir türlü kaybedemiyordum. Ben yokken beni sevmen daha kolay. O yokken uykuya dalmak bile cehennem gibiydi, onsuzluğu tercih edeceğimi nasıl düşünebilmişti? Kendisi bensizliği seçip kararına kılıf bulmuştu, ve ben buna rağmen onun yokluğunda nasıl hayatta kalacağım diye düşünmeden edemiyordum. Yoongi gitmişti işte, ben neden dönemiyordum?

Kaç saat öyle taş gibi yattım bilmiyorum, salondan konuşma sesleri yükseldiğinde Tae ve Jungkook'un geldiğini anlamıştım. Sırtımı kapıya dönerken iç geçirdim, şu an hiçbiriyle konuşasım yoktu ama uyanık olduğumu gördükleri an beni salona çağıracaklarını da biliyordum. Nitekim koridorda duyduğum ayak sesleri haklı olduğumu kanıtlamış, yorganın altına iyice gömülmemi sağlamıştı. Gözlerimi yumup uyuyormuş numarası yaptım.

Kapı yavaşça açıldı, gelen kişi yavaşça odaya girip yatağa yaklaştı. Saçlarıma konan parmaklarla beraber uzandığım yerde donakaldım, Yokohama'da Yoongi'nin odaya geç geldiği geceyi hatırlamıştım bir anda.

Jimin'im... Ben sensiz ne yapacağım?

Yatakta hafif bir ağırlık oldu, Taehyung parmaklarını çekip başımın üzerini yavaşça öpmüş ve uyanık olduğumu fark ettiği için de "Kendini iyi hissedince içeriye gel." diye mırıldanıp yataktan uzaklaşmıştı.

Kapı kapanınca bedenimi yavaşça ağırlığın kaynağına çevirdim. Chimmy karanlık odada yüzümü seçebildiği an yüksek sesle miyavlamış, yanaklarım gözyaşlarımla beraber ıslanırken kollarımın arasına girmişti. "Babacığım?" diye sordum burnumu çekerek, miyavlamaya devam ediyor, yüzüme ve boynuma sürtünüyordu. "Seni çok özledim."

Tek dirseğimin üzerinde yükselip boştaki elimi tüylerinde gezdirdim, pes etmeden yüzüme uzanmış ve yanaklarıma sürtünerek yaşlarımı silmeye başlamıştı. "Yoongi gitti," dedim hıçkırarak, bahsettiğim şeyi biliyormuş gibi devam ediyordu yüksek sesle miyavlamaya. "Seni görmeye geleceğine söz vermişti ama sözünü tutmadı."

Nasıl olmuştu bilmiyordum ama, Yoongi hakkında kötü konuştuğumu hissetmiş gibi yüzümden uzaklaşmış, suratlarımızın karşı karşıya gelmesini sağlamıştı. Tam o an Taehyung'un saçlarımı okşamasıyla hatırladığım anı zihnimde devam etmiş, Yoongi'nin o sarhoş sesi, peltek tonlaması kulaklarımda yankılanmıştı.

Sen beni bırakınca ben sensiz nasıl nefes alacağım?

Yataktan o kadar hızlı bir şekilde kalktım ki başım döndü, Chimmy peşimde miyavlarken kendimi kapıya fırlatmış, elimi duvara yaslayarak destek almıştım. "Hyung!" diye bağırdım kendimi tutamadan. Ağlamaya devam ediyordum, zorlukla açtım kapıyı. Aynı anda koridorun sonundaki kapıdan Jungkook çıkmış, dehşet içindeki bakışlarını üzerime dikmişti. "Jung Hoseok!"

"Hyung?" Jungkook panik haliyle yere devrilmek üzere olan bedenimi yakaladı, tam o anda diğer ikisi de salondan çıkmıştı, korku dolu bakışları beni buldu. "Jimin?" dedi Hoseok-ie hyung beni Jungkook'tan alırken. Tutuşunun arasında zorlukla da olsa dik durmayı başardım. "Ne oldu?"

"Yoongi," dedim hıçkırıklarımın arasında. "Yoongi neden gitti?"

Yutkundu, Jungkook'la Taehyung bir adım geriye giderken Hoseok-ie hyung cevap vermeden, öylece yüzüme bakıyordu. "Yoongi onu bırakmamdan korkuyordu!" diye yırttım kendimi, Taehyung avuç içini dudaklarına yasladı korkuyla. "Neden gitti?!"

"Jimin-"

Dört farklı şarkı bir anda evin duvarlarında yankılandı, dördümüzün de telefonu aynı anda çalmaya başlamıştı. Benimki odamda olduğu için kontrol edemedim ama üçü de ekranlarında parlayan numarayı karşılaştırmış ve aynı olduğunu görünce aramızda gerginlik dolu bir bakışma yaşanmıştı. Jungkook yanıtladı kendi telefonuna gelen aramayı, diğerleri telefonlarını sessize alırken hepimizin dikkati hattın diğer ucundaydı. Otomatik, önceden kaydedilmiş bir ses yükseldi Jungkook'un hoparlörünü açtığı telefonundan. Saat yedide, devlet kanalında yayınlanacak olan yayını izlememizi söyledi ve hat düştü.

Kendini ilk toparlayan Jungkook olmuştu. "Yediye çeyrek var." dedi cihazı pantolonunun arka cebine tıkıştırırken. Elleri uzanıp beni buldu, gövdesine doğru çekti bedenimi. "Siz salona geçip televizyonu açın, biz geliyoruz."

Taehyung da, Hoseok-ie hyung da arkalarına baka baka girdiler salona, Jungkook onları umursamadan beni bir bebekmişim gibi kucaklayıp mutfağa taşımış; belim tezgaha yaslanacak şekilde ayakta durmamı sağlamıştı. Dolapların birinden bir bardak çıkarıp suyla doldurdu, parmaklarımın arasına bıraktı. "Su sana iyi gelir."

Gülümsemeye çalıştım ama yüzüm nasıl bir şekil aldıysa artık, Jungkook'un gözlerindeki endişe parıltıları iyice dökülmüştü kirpiklerinden. Bardağın yalnızca yarısını içebildim, tezgaha bırakıp iki yanıma düşürdüm boşta kalan ellerimi. "Hyung," dedi Jungkook kısık sesle, konuşurken canının nasıl da yandığı belliydi. İçimizden birinin eli acısa Jungkook'un kolu sızlardı, benim çektiklerimi hissettiği konusunda ona olan güvenim tamdı bu yüzden. "Güçlü olmak zorundasın."

"Taehyung gitseydi güçlü olabilir miydin?" diye sordum ağladığım için çatallaşan sesimle.

Cevap vermeden önce duraksamamıştı, gerçekten de kalbinden geçenleri söylediği belliydi. "Olurdum. Çünkü Taehyung güçlü olmamı isterdi."

Nefesimi tuttum.

"Yoongi hyung'un Suga olduğunu söylemiştin..." diye mırıldandı ellerimi tutarak. "Kahramanın böyle olmanı ister miydi sanıyorsun?"

"Jungkook." Yeniden ağlamaya başlamıştım, ilk gözyaşımla birlikte kollarını etrafıma sarıp beni sımsıkı kucakladı. "Gitmeyecekti. Söz vermişti, kollarının arasındayken bile özlüyordu beni. Günlerdir, üzüntüden, paylaştığımız her şey buhar olup uçtu kafamdan, Yoongi'nin gidişine ondan daha çok bahane buldum resmen. Yoongi beni bırakmayacaktı." Parmaklarım kazağının üzerinden sırtına gömüldü, Jungkook'un ellerinden biri saçlarımı okşuyordu. "Kendi dünyasını sevmiyordu ki! Gitmesi için hiçbir sebep yoktu, benimle kal dedim, çok isterim dedi. Jungkook, Yoongi gitmeyecekti."

"Bir sebebi olduğuna eminim ama paylaştığınız şeyler bu kadar büyükse, geri dönmeyeceğinin garantisi yok demektir."

Bir süre daha ağladım kollarında, en sonunda içeriye geçmemiz gerektiği için kendimi geriye çekerek belimi yeniden tezgaha yaslamıştım. Burnumu çektiğim sırada yanaklarımı avuçladı, başparmakları gözyaşlarımı siliyordu. "Her şey yoluna girecek, aşk kolay kazanılan bir şey değil zaten."

Gözlerine baktım, benim acıma karşı duyduğu empatinin yanı sıra, Taehyung'a nasıl da zor kavuştuğunu düşündüğünü biliyordum. Onlar yan yana o kadar yıl devirmişken kavuşamamışlardı, aşkın kolay kazanılan bir şey olmadığı konusunda ona katılıyordum ama artık feda etmemiz gereken ne kaldı ki diye düşünmeden de edemiyordum.

Salona döndüğümüzde Hoseok-ie hyung ve Taehyung'u televizyonun tam karşısında kalan koltukta otururken bulduk. Televizyon açıktı ama yayın yoktu, ekranda siyah bir ışık parlıyordu, yediye yalnızca birkaç dakika kalmış olmalıydı. Hoseok-ie hyung elimi tutup beni Tae'yle arasına aldı, Jungkook da yere oturup sırtını Taehyung'un bacaklarına yasladı ve hepimiz, istemsiz bir geri sayımın kurbanı olurken, pür dikkat ekrana bakmaya başladık.

Kanal açıldı, ekranda bir masa ve etrafında da birçok insan vardı. Orta yaşlarda bir kadın masanın sandalyesine kurulmuştu, etrafındaki insanlar arasında tanımadığım yüzler bulunurken, dikkatimi çeken ilk surat Hyuk'unki olmuştu; izlediğimiz yayının da örgüt tarafından kanala verildiğini anlamam bu yüzden uzun sürmemişti.

Kadın benim zaten bildiğim şeyleri söyledi ve ben işin ciddiyetini, bu gece başlayacak olan dışarı çıkma yasağını duyana kadar fark etmedim. Devletin kontrolünü ele geçirmişlerdi ama içimden bir ses hiçbir şeyin beklediğim kadar kolay bir şekilde yoluna girmeyeceğini söylüyordu. İki dünya arasındaki eş pazarlığını anlatmaya devam etti. "1955 yılından 1991 yılına kadarki kayıtlara ulaşmayı başardık, artık önümüzde bir engel kalmadığı için günümüze kadarki kayıtları da en yakın zamanda sizinle paylaşacağız." dedi kadın. "Yarın, öğlen on ikiden itibaren haksızlığa uğradığını düşünen bütün vatandaşlarımızın haritalarını kontrol etmesini istiyoruz. Eğer bir eşiniz varsa ve 1991 yılı ile öncesinde diğer dünyaya yollandığını düşünüyorsanız, cevaplara ulaşacaksınız."

Taehyung'un bana baktığını hissedince ürpererek ona çevirdim bakışlarımı. Televizyonda, onun açlığını çektiği bilgiler paylaşılıyordu ama en yakın arkadaşım hiçbir şeyi umursamadan beni izliyordu. "Ne oldu?" diye sordum korkuyla.

"Bir şey yok..." diye mırıldandı yavaşça, bakışlarını gözlerimden ayırmıyordu. "Bir şey yok. Daldım sadece."

**

Dışarı çıkma yasağı başlamadan önce şehrin geri kalanı gibi biz de sokaklara döküldük ve yasağın ne kadar süreceğini bilmediğimiz için de gerekli olduğunu düşündüğümüz her şeyi depoladık. Eve dönüş sırasında Namjoon-ie hyung da bize katılmış, geceyi aklım kimsede, Yoongi dışında kimsede kalmadan tamamlamıştık. Jungkook gelirken bilgisayarını da getirmişti, televizyonda devlet kanalı dışında hiçbir kanalda yayın yoktu, bu yüzden gündemi internetten takip edebilmeyi umuyorduk.

"İçimde kötü bir his var." diye mırıldandım Taehyung'la beraber poşetleri boşalttığımız sırada. Diğerleri salonda, durum değerlendirmesi yapıyordu. Kurduğum cümleyle beraber kendi poşetinden çıkardığı kimçi paketi elinde, duraksamıştı. "Neden?"

"İnsanların sakin kalacağını sanmıyorum." diye itiraf ettim. "Sözde bizi kurtarmaya geldiler, bu yasak da nereden çıktı?"

Birkaç saniye boyunca sessiz kalmış, en sonunda paketi bırakıp uzun parmaklarıyla mutfak tezgahını kavramıştı. "Ben de bundan korkuyorum. Sokağa çıkan olursa şu an başımızda olanlar güç kullanmaktan çekinmez ve... sikeyim, Jimin, biz doktoruz. Böyle bir günde evde ne işimiz var?" Üzgün bakışları beni buldu. "Saldırıya uğrayanlar hastaneye gelirse, onlarla kim ilgilenecek?"

"Saldırıya uğrayanları hastaneye değil de hapishaneye götüreceklerine eminim." diye mırıldandım, başım ağrımaya başlamıştı. "Ayrıca biliyorsun, ben artık doktor değilim."

Mutfağa koyu bir sessizlik çöktü, Taehyung yeniden konuştuğunda, ses tonundaki şaşkınlık elle tutulur cinstendi. "Choi sana söylemedi mi?"

"Neyi?"

"İstifanı kabul etmedi." diye cevapladı Taehyung, gözleri irileşmişti. "Namjoon-ie hyung'un ölüm haberi gelince izin almaya gittim, önceki gece senin istifa ettiğini söylediğinde resmen beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Bir an her şey üzerime geldi, hyung'um ölmüştü, en yakın arkadaşım her şeyi bırakıp kayıplara karışmıştı..."

"Taehyung..." Ellerimdekileri bırakıp tezgahı kavrayan parmaklarına uzandım. "Özür dilerim."

Elimi tutarken başını iki yana salladı. "Artık neler olduğunu bildiğim için kızgın değilim, lütfen özür dilemeyi kes. Choi başta iznini uzatmak istediğini ve kabul etmediğinde de istifa ettiğini söyledi ama istifanı sisteme geçirmeyi zaten düşünmüyordu, seni kaybetmeyi göze alamaz."

"Ne yaptı o zaman?" diye sordum.

"Senin de sebebinin cenaze olduğunu düşünüp iznini uzattı. Dediğim gibi, kaybetmeyi göze alabileceği bir doktor değilsin. Bizim hastaneden ayrıldığını öğrenenler seni havada kapar."

Ne diyeceğimi bilmiyordum ama ben bir şey düşünemeden mutfağın kapısından giren Namjoon-ie hyung bütün ilgimi kendisine çekmiş, Taehyung'la konuştuğumuz meselenin kapanıp rafa kaldırılmasına sebep olmuştu. "Yardım edilecek bir şey var mı?"

"Hayır, hyung." dedi Taehyung gülümseyerek, poşetleri yerleştirme işine geri döndü. Ben de hyung'a buruk bir şekilde gülümseyip önüme dönmüştüm ki, çalan kapı ziliyle beraber hepimiz olduğumuz yerde donakaldık. "Jimin?" diye seslendi Hoseok-ie hyung içeriden. "Bakayım mı?"

Yasağın başlamasına çok az kalmıştı, böyle bir zamanda dışarı çıkmaya kimin cesaret edebileceğini düşünerek kendimi yerken "Ben bakarım." diye cevaplamıştım hyung'un sorusunu, poşetleri öylece bırakıp çıktım mutfaktan, dış kapıya yürüdüm hızlı adımlarla.

Bahçe kapısının hattını açtım, arkadaşlarım bu sırada arkamda durmuş, diken üzerinde bekliyorlardı. "Kim o?"

"Jimin-ah?" Duri teyzenin sesini duymamla rahat bir nefes almıştım, onun kim olduğunu bilen Namjoon-ie hyung diğerlerini salona götürürken kapıyı açıp Duri teyzenin gelmesini bekledim. Omzumu kapı pervazına yasladım, Duri teyze bahçeden eve uzanan birkaç basamağı çıkarken dudaklarımda ufak bir gülümseme vardı. Bu manzarayı ne kadar da özlediğimi düşünüyordum.

Keşke Yoongi de yanımda olup bu manzarayı paylaşsaydı benimle.

"Hayırsız çocuk!" diyerek elini koluma geçirdi, canımın acısıyla yerimde sıçrarken diğer elim ağrıyan kolumu tutuyordu. "Teyze!"

"Sus!" diye kızdı, kaşlarını çatmıştı ve benden kısa olduğu için fazlasıyla komik duruyordu ama daha fazla sinirlenmesini önlemek için gülüşümü bastırdım. "Aylardır yoksun!"

"İşlerim vardı-"

"Neyse ne." derken elini havada sallamış, gerçekten de darıldığını belli etmişti. Alt dudağımı sarkıtırken yüzüne uzanıp yanaklarını mıncırmaya çalıştım ama parmaklarımı havadayken dövüp istemediğini söyledi. "Yoongi hayırsızı nerede?" diye sordu sonra, nefesim kesildi. "Onu da bir görseydim."

Yutkundum, gülümsemeye çalıştım ama ağlamaya başlayacağımı hissedebiliyordum. "Yoongi gitti." diye cevapladım sorusunu, sesim bir fısıltının ötesine geçememişti.

"Nereye gitti?"

"Kendi dünyasına."

Söylediğim şeyle beraber duraksamış, kaşları yavaşça havalanırken yüzüne gözle görülebilir bir renk yayılmıştı. Bir süre boyunca sessiz kalıp bir şey söylemedi, bir anda üstüne çok mu gittim acaba diye düşünürken derin bir nefes almış, sağ elini çiçekli, uzun paltosunun cebine atmıştı. "Bana yemeğe geldiğiniz akşam çekmiştim, vermeye fırsatım olmadı..."

Cebinden çıkardığı fotoğraf karesini bana doğru uzattığında titreyen parmaklarım güçlükle havalanmıştı; Duri teyze nasıl da zorlandığımı biliyormuş gibi boştaki eliyle bileğimi tuttu ve kareyi iki parmağımın arasına sıkıştırdı. Yemek masasındaydık, Yoongi yanımda oturuyordu. Saçları sarıydı, dün gibi hatırlıyordum resmen, boyasının kokusu burnumun ucunu sızlatmıştı ama o ağır kokuya rağmen kendi kokusu çok daha keskin duyuluyordu. Gözlerimin dolmasına engel olamadım. Zar zor ayırdım bakışlarımı fotoğraftan, Duri teyzenin gözlerine baktım. "Geri gelir." dedi sadece, başımı sallayarak, inanmasam da, onaylamakla yetindim.

"O zaman kitaptaki Dumi teyze ben miyim yani?" diye sordu bir anda, fotoğrafı tutmayan parmaklarım yanaklarımı kurularken kaşlarımı çatarak söylediklerini doğru bir şekilde algılamaya çalıştım. "Hayırsız çocuk, hakkımda neler düşünmüş öyle!"

"Kitaptaki Dumi teyze mi?"

"Senin okumaya fırsatın olmadı sanırım." diye mırıldandı, Duri teyzenin Agust D okuduğunu bilirdim ama kitabı çıktığı hafta alıp okuyacağını asla tahmin etmezdim. "Ben artık gideyim, yasak başlamak üzere."

"Teyze!" diye seslendim arkasından, sesim pürüzlüydü. "Kendine dikkat et!"

"Kitabı oku!" diye karşılık vermekle yetindi. "O hayırsızın senin hakkındaki düşüncelerini öğren bakalım!"

Nefesimi tuttum.

Arkasını dönmeden önce, son kez gülümsedi. "Yoongi geri gelir, Jimin-ie."

**

Yasak bir hafta sürdü.

Bu bir haftada yeni hükümet 1992 yılının kayıtlarına ulaşmayı başarmış, Lizzie'nin vücut sıvıları hakkındaki makalesi yayımlanmıştı. Taehyung ve Jungkook altıncı kitabın dijital versiyonunu okurken benim yaptığım tek şey uyuyamamaktı. Yalnızca sabaha karşı, on dakikalığına, istem dışı bir şekilde uyuyakalıyor, ardından da gördüğüm kabuslardan çığlık atarak uyanıyordum. Kilo verdiğimi hissedebiliyordum, arkadaşlarım yemek yemem konusunda üstelese de günde üç öğün yiyorsam ikisini mutlaka kusuyordum ve halimin yakın bir zamanda düzelmeyeceğini bildiğimiz için dışına çıkmamızın yasak olduğu eve korkunç bir atmosfer hakimdi. Hoseok-ie hyung Yoongi'nin neden gittiğini kesinlikle söylemiyordu, her gün sıkıştırıp ağzından bir kelime de olsa bir şeyler almaya çalışıyordum ama sonuç hüsrandı. Son denememde dayanamamış, ağlayarak "Çünkü-" diye başlamıştı cümlesine ve kelime dudaklarından dökülür dökülmez bir melek olduğu için benim de canımı yakan bir acı nidasıyla yere çökmüştü. Namjoon-ie hyung'un beni odadan nasıl da fırlattığını hatırlıyordum, eh, hatırlamamak mümkün değildi çünkü beş parmağının izi hala sol kolumun üst kısmında misafirliklerini sürdürüyordu.

Haritasını yeniden kontrol eden insanlar - ki bildirilen rakam sözde pilheu'ların tamamı değildi zira içlerinde benim de bulunduğum büyük bir kesim pilheu olduğunu öğrendikten sonra haritasını çıkartmaya zahmet bile etmemişti – gördükleri isimlerle ayaklanmış ama bu ayaklanmaların neredeyse yüzde doksanlık bir kısmı internet ortamıyla sınırlı kalmıştı. Orakumi'nin ön gördüğü geleceğe kıyasla yaşadığımız gerçeklik çok daha iyi bir durumdaydı, yasağı çiğneyen insanların üzerinde güç kullanıldıysa da hükümetimiz bunu halka göstermemekte son derece başarılıydı.

Yasağın son gününe kadar, en azından.

Videoyu Jungkook buldu. Ellerinde pankartlarla sokağa dökülmüş bir grup insan, aslında o sırada ülke yönetiminde söz sahibi olmayan suçluları hedef alacak şekilde sloganlar atıyor, etrafa zarar vermeden yolda öylece yürüyorlardı. En öndeki adamın tuttuğu pankartta bu sefer sadece hayatta kalmayacağız, bu sefer kazanan biz olacağız, yazıyordu.

Min Borin'in evindeyken Yoongi'nin bana söylediği cümleler. Çünkü yanımda sen varsın.

Diğer pankartlarda yüzü yara izleriyle dolu bir adamın çizimleri vardı, her çizim birbirinden farklıydı ama aslında herkesin aklındaki Yoongi'yi çizdiği belli oluyordu. İnsanları nasıl kurtaracağım, diye kendini yeyip bitiren adam, direnişin yüzü haline gelmişti.

Polisler olay yerini dağıtıp herkesi tutuklamadan önce dudaklarımdan dökülen tek şey, "Yoongi'yi çizmişler." olmuştu. Elimde yalnızca bir tane fotoğrafı olsa da vücudunun her köşesi zihnimde taze olan adamı, gerçek haliyle uzaktan yakından alakası olmayacak şekilde çizmişlerdi.

"Yoongi değil." dedi Hoseok-ie hyung. "Suga."

Bakışlarımı ona çevirdim, gözlerimin dolmaya başladığını hissedebiliyordum. "Suga sadece bir fikir, Suga onların hayali." dedi video bittiği halde bilgisayarın ekranını işaret ederken. "Yoongi senin sevgilin."

Neden gittiğini sorsam da söylemeyecekti, bir noktada aslında söyleyemediğini anlamıştım; bu yüzden aklıma gelen bir başka soruyu dinlendirdim. "Tüm bu yolculuğa çıkmadan önce nasıl bir hayat yaşadığını biliyor musun?"

Bakışları önce yanımızdaki üçlüye kaymış, onların yanındayken bu konuyu konuşmanın doğru olup olmadığını tartmasının ardından yine beni bulmuştu; başını sallayarak sorumun karşılığını verdi. Birkaç saniye boyunca sessiz kaldığında diğerleri onların yanındayken konuşmak istemediğini fark etmiş ve salonu terk etmişlerdi, evde yapabilecekleri pek fazla şey olmadığı için mutfağa geçtiklerini tahmin ediyordum. "Güzel bir hayatı vardı." dedi Hoseok-ie hyung, Taehyung salonun kapısını arkasından kapattığında. "Başarılıydı, aslına bakarsan çocukken birlikte kurduğumuz hayalleri yaşıyordu."

Gözyaşlarım akmaya başladı ama kendimi yırtarak ağlamaktansa sessiz kalıp hafifçe gülümsemekle yetiniyordum. Tüm o yara izleri bedeninde yer etmeden önce, Yoongi nasıl bir hayata sahipti, deli gibi merak ediyordum. Keşke fırsatım olsa da seni kendi dünyama götürebilsem, o zaman neden özlemediğimi anlardın, demesi dışında, geçmişi hakkında pek bir bilgim yoktu. Yine de o cümleyi savaştığı tüm o canavarlar hakkında söylememiş olduğunun da garantisi yoktu, hayallerini yaşadığı bir hayatı neden özlemesindi ki?

Aklıma gelen şeyle yutkundum. "İki yıl önce bir ilişkisi olduğunu söylemişti."

"Jimin," dedi Hoseok-ie hyung, derin bir nefes almadan önce. "Bunları konuşmak istediğine emin misin?"

"Elimde sadece bir fotoğraf var." dedim yalvarırcasına. "Sadece bir tane, eski bir makineyle çekilmiş, ufacık bir fotoğraf. Kitabı okumaya hazır değilim, onun hakkında bir şeyler öğrenme fırsatını elimden alma."

"Duyduğun şeyler seni üzecek." diye mırıldandı, eli kolu bağlanmıştı sanki, benim gibi ağlamasa da ne kadar mutsuz olduğunu görebiliyordum. Bizim kavuşamamamız onu bizden daha çok etkilemişti resmen.

Söylediği şeyle beraber kendimi tutamadan gülmeye başladım. "Daha ne kadar üzülebilirim?"

"Diğer dünyada monarşi devam ediyor." diyerek kesti kahkahamı. "Yoongi hyung kraliyet orkestrasında şeflik yapıyordu."

Burnumu çektim, akan mukusu da iğrenç olmamı umursamadan kolumun yeniyle sildim. İrileşen gözlerim üzerindeydi, anlatmaya devam etmesini bekliyordum. Söylediği şeyle beraber Yoongi zihnimde canlanmıştı; sahnenin ortasındaydı, üzerinde ona yakışan bir takım elbise vardı. Gülümsüyordu.

Bana gülümsediği gibi gülümsüyordu.

"Prensesle birlikteydi."

Daldığım hayalden beni çekip çıkaran şey kurduğu cümle olmuştu, elim burnumun altında, öylece donuvermiştim adeta. "Aslına bakarsan nişanlılardı." diye düzeltti söylediğini, hareket etmediğim için endişelendiğini görebiliyordum ama yardımını istemediğimi de fark etmiş olmalıydı. "Dışarıdan bakan biri için bir insanın sahip olabileceği en iyi hayatı yaşıyordu."

"Mutlu değil miydi?" diye sordum fısıldayarak.

"Mutlu olsaydı yola çıkmazdı." demekle yetindi sadece. "O yüzden lütfen artık eski hayatı için seni bıraktığı düşüncesini at o kalın kafandan. Eski hayatını senin için-ah!"

Hoseok-ie hyung iki büklüm koltuğa yığılırken onun ses tonundan yayılan acı bedenimi sarmış, Namjoon-ie hyung panik içinde salona dalarken Hoseok-ie hyung'a yardım edemeden oturduğum yerde büzüşmeme sebep olmuştu. Hatırladığım son şey Taehyung'un beni kucaklayarak salondan çıkarıp odama götürdüğüydü, Namjoon-ie hyung kimsenin Hoseok-ie hyung'a yaklaşmaması konusunda bağırıp çağırıyordu.

**

"Jimin!"

Taehyung odama daldı, yasak bittiği için hastaneye dönmüştük ve isyanlarda yaralananlarla ilgilenirken uykusuzluğum sebebiyle yorgun düştüğüm için diğer meslektaşlarım tarafından acil servisten resmen kovulmuştum. Odada oturmuş, başımı masama yaslamış bir halde Radio March'ı dinlerken en yakın arkadaşımın sesini duymamla bakışlarımı kapıya doğru çevirdim. Elinde bir kağıt destesiyle kapıyı arkasından adeta çarparak kapattı ve koşar adımlarla masaya geldi, başımı kaldırıp sandalyemde doğruldum. "Ne oldu?" diye sordum endişeyle.

Kağıtları masaya resmen fırlattı, avuç içlerinden birini ahşaba yaslarken yazıların üzerine eğilmişti, boştaki elinin işaret parmağı kelimelerin üstünde geziniyordu. "Yayımlanan tezi okudum. Vücut sıvıları..."

"Neyden bahsettiğini biliyorum." diye mırıldandım.

Eli hareket etmeyi kesti, bakışları, kirpiklerinin altından, ağır ağır havalanıp gözlerimi buldu. "Ve hala anlamadın mı?"

"Neyi?"

"Jimin, Yoongi hyung senin eşin!" diye kükredi, ses tonunun yarattığı korkuyla oturduğum yere sinerken kullandığı kelimelerin anlamını idrak etmemle beraber baştan aşağı buz kesmiştim. "Min Borin'in evinde elini incittiğinde morluğun üzerini öpmesi, Jeju'da kalbin durduğunda doktor arkadaşın kalp masajı yaparken Yoongi hyung'un sana suni teneffüs yapması- Jimin, hala anlamadın mı?"

"Taehyung," diyerek ayaklandım oturduğum yerden, avuç içlerimi masaya bastırıyordum. "Sen ne dediğinin farkında mısın?"

"Hadi kitabı okumadın, başına gelenleri de mi hatırlamıyorsun?" diye sordu, ikimiz de yüksek bir ses tonu kullanmaya devam ediyorduk. "Bebekken diğer dünyaya kaçırılanlardan biri olmalı! Bak, dinle." Gözlerini yumup derin bir nefes aldı. "Bir defasında Jungkook'la kavga etmiştik, o da gecenin bir vakti dışarı çıkıp serserilerden dayak yemişti, hatırlıyor musun?"

Başımı salladım.

"Onu o halde görünce nasıl ağladığımı da hatırlıyorsun o zaman." diye devam etti. "Gözyaşlarımı silip ağlamamamı söylemişti, sabah uyandığımızda morluklardan eser yoktu..."

"Hatırlıyorum." Sol kolum uyuşurken göğsüme yayılmaya başlayan acıyla olduğum yerde sallandım. Taehyung neler olduğunu anlamış, masanın etrafından hızla dolanıp bedenimi yakalamıştı, yavaş hareketlerle sandalyeme oturmama yardımcı oldu. "Kitabı okumadığın için bunu sana sormam lazım, lütfen dürüst ol. Yoongi hyung adını ilk defa telaffuz ettiğinde, ne hissettin?"

Büyük ellerinden biri göğsüme kaymış, ağrının çıkış noktasını ovalarken dürüst olmam için yalvarırcasına gözlerime bakıyordu. Bahsettiği şeyleri bir anda duymamla altında kaldığımı fark etmişti ve daha fazla zorlanmamı istemediğini görebiliyordum ama aklındaki bütün şüphelerin bir cevaba ulaşması için konuşmama ihtiyacı vardı. "Öpmek istedim." dedim fısıltıyla. "Onu öpmek istedim."

"Jungkook o gece ilk defa bana adımla hitap etti, Jimin." dedi Taehyung. "Onu öpme isteğimi bastırmak için o gece soğuk suyla doldurduğum küvette uyumuştum."

Kapı tıklandığında Taehyung'un bakışları o yöne döndü ama ben tepki veremiyordum. Dışarıdaki her kimse içeri gelmesini söyledi, çalışanlardan birisi benim adıma bir kargo geldiğini söyleyerek büyük bir zarfı masaya bırakmış ve halimi gördüğü için daha büyük bir rahatsızlık vermeme adına odadan aceleyle çıkmıştı. Taehyung kahverengi zarfı uzun parmaklarıyla kavrayıp önümüze çekti, "Elizabeth Clifton." diye okudu zarfın üzerindeki ismi. "Tezi yayımlayan doktor! Jeju'daki arkadaşın!"

"Sen aç," diye mırıldandım, bayılacakmış gibi hissediyordum.

Bakışları birkaç saniye için üzerimde gezinmiş, ardından ilgisinin tamamını elindeki zarfa vermişti. Hızlı ama narin hareketlerle yırttı kenarını, yana doğru eğip içindekilerin dökülmesini sağladı ama düşen tek şey ufak bir not kağıdı olmuştu.

"Suga'ya hangi isimle hitap ettiğini duymuştum." diye okudu ufak kağıtta yazan notu. Sonra da başka bir şey olup olmadığını anlamak için elini zarfın içine soktu, büyük boyutlarda, katlanmış bir kağıt çıkardı. Bana göstermeden önce açıp neler yazdığını kendisi kontrol etmiş, beyaz zeminin üzerinde hangi kelimeleri gördüyse irileşen gözleri yavaşça bana dönmüştü. "Ne oldu?" diye sordum korkuyla. "Onun yanındayken birkaç defa Yoongi demiştim, ne önemi var ki?"

Taehyung ağır hareketlerle kağıdı önüme koyup avuç içleriyle katlanma izini düzeltti ve hiçbir şey söylemeden kenara çekildi.

1993 – Mart

Yollanan: BEBEKLER

"Bu ne?" Parmaklarım kağıdı iki yanından kavrarken kesilen nefesimle, zorlukla da olsa öne doğru eğilmiştim. Kağıtta birçok tarih ve isim vardı, bunlardan yalnızca biri, 14 Mart 1993 tarihindeki isim fosforlu bir kalemle işaretlenmişti. Lizzie'nin, bu kağıdı bana yollamasına sebep olan isim.

14 Mart: Min, Yoon Gi
03/09, Daegu, Keimyung Üniversitesi Hastanesi

"Ayın dokuzunda doğmuş..." dedi Taehyung, ses tonunda gizleyemediği bir dehşet ifadesi vardı. "Yollandığında sadece beş günlük- Jimin!" Sandalyeden kayıp yere yığıldığım sırada beni yakalamış, yere çarpmamam için kendini alta alıp üzerine düşmeme izin vermişti. "Jimin, Jimin!"

"Başım dönüyor..."

"Tamam, tamam, sakin ol." Bana sakin olmamı söylüyordu ama panik olan kendisiydi; bir doktor olduğunu unutmuş ve çocuk gibi ağlamaya başlamıştı.

"Taehyung?"

"Efendim?"

Yutkunmaya çalıştım. "Sen kitabı bitirdin mi?"

Başını salladı.

"Taehyung, Yoongi neden gitti?"

"Bilmiyorum," dedi ağlamaya devam ederken. "Kitap Japonya'da bitiyor, Min Borin her şeyin bittiğini söylediği an bitiyor. Sonrası yok. Gitmek istemiyordu ama. Seninle kalacağı için çok mutluydu. Jimin-ah, keşke bilsem..." Bedenimi kucaklayıp çirkin bir pozisyonda düştüğü için zorlukla da olsa ayaklandı, beni odamdaki muayene sedyesine yatırdı. Burnunu çekiyordu. "Tansiyonunu ölçelim."

"Yoongi biliyor muydu?"

Tansiyon ölçme aletini almak için sedyenin yanından ayrıldığı sırada sorduğum soruyla beraber attığı adımı havada kalmış, bakışları omzunun üzerinden ağır ağır da olsa beni bulmuştu. Neyden bahsettiğimi biliyordu. Başını iki yana salladı. Yoongi eş olduğumuzu bilmiyordu, Yoongi'nin o dünyaya bir bebekken yollandığını bildiğinden bile şüpheliydim. Her ne olduysa o lanet Kim Seokjin zihninin içinde ona bir şeyler gösterdikten sonra olmuştu. Jimin, ben tüm hayatım boyunca seni özledim. Benim laflarımı bana satmıştı, Yoongi eş olduğumuzu o gün, Kim Seokjin onun zihniyle oynadıktan sonra anlamıştı. Eş olduğumuz için gitmişti, çünkü Kim Seokjin ona gitmesi için bir sebep vermişti.

Konu dünyalar değil. Konu biziz.

**

Ailem hapisten kurtulmuş, evlerine dönmüşlerdi. Annem yarın sabah ilk trenle Seul'e, beni görmeye geliyordu. Taehyung beni kendi arabasıyla eve bırakırken Hoseok-ie hyung'u aramış ve Kim Seokjin'i bulmadan eve gelmemesini söylemiştim. Diğerleri yasağın bitmesiyle kendi evlerine geçmiş olsa da hyung benimle kalmaya devam ediyordu.

"Seni tek bırakmak içime sinmiyor." diye mırıldandı Taehyung arabayı evin önüne çekerken. Trafikte hız yaptığı halde ağzımı açıp tek kelime etmemiştim ve tüm bu sükunetimi kendi kendini patlatacak bir bomba oluşuma yoruyordu. "Bize gidelim işte."

"Yalnız kalmak istiyorum." dedim kemerimi açıp arabadan inmeden önce ona sarılmak için uzanırken. "Yarın görüşürüz."

Arabadan inip yavaş adımlarla bahçe kapısına yürüdüm, Taehyung hala bekliyordu, büyük ihtimalle içeri girdiğimi görene kadar da gitmeyecekti. Basamakları zorlukla tırmanıp zili çaldım ama ne kadar beklersem bekleyeyim açan olmadı.

Hoseok-ie hyung tehdidimi ciddiye almış ve Kim Seokjin'e ulaşamadığı için de eve gelmemiş olmalıydı.

Kilidi açıp Chimmy bacaklarıma dolanırken içeriye girdim, benim dışımda sevdiği tek insanın Yoongi olması hakkında bir cevabım vardı artık. Yoongi benim eşimdi. Min Yoongi, Park Jimin'in eşiydi.

Montumu asıp üzerimi değiştirmek üzere odama yürüdüm, Chimmy garip bir şekilde peşimden gelmeyi kesmişti ama bu gece onunla bile ilgilenecek halim yoktu. Vücudum artık başıma gelen şeyleri kaldıramıyordu, kendim uyuyamıyordum ama bu gece gerekirse uyku ilacı alıp uyumaya çalışmayı denemem gerekiyordu. Yoksa Yoongi'ye kavuşamadan ölüp gidecektim.

Odanın içindeki figürle göz göze geldiğimiz an çığlık attım, sırtım kapıya o kadar sert bir şekilde çarpmıştı ki bir an için nefesim kesildi. Kim Seokjin sadece gülmekle yetindi, yamuk parmaklarıyla duvardaki posterleri işaret ederken kaşlarını oynatıyordu. "Seni zevkli şey." Diğer elindeki kitabı havaya kaldırıp salladı, altıncı kitap olduğunu görünce gözlerimin irileşmesine engel olamadım. "Ufak bir hediye," diyerek kitaplığımda, diğer Agust D kitaplarımın olduğu rafa bıraktı. "Hadi şu işi halledelim."

"Yoongi neden gitti?" diye sordum sırtımı kapıdan çekerken, sinirli bir sesle. "Ona ne yaptın?"

"İşte ben de tam olarak o işten bahsediyorum." dedi sinir bozucu gülüşünü kulaklarıma taşırken. "Yatağa geç, yere yığılırsan seni kaldırmam."

Beklemeden söylediğini yapıp dağınık yatağıma oturdum. Yoongi'nin alnına dokunduğunda Yoongi bayılmış ve Hoseok-ie hyung onunla ilgilenene kadar da kendine gelememişti. Şimdi yere yığılacağımı ima ettiğine göre, Yoongi'ye yaptığı şeyin aynısını bana da yapmayı planlıyordu. "Uyarayım," dedi yavaşça, az önceki sinir bozucu tavrından eser yoktu, şimdi son derece ilgili ve endişeli görünüyordu. "Şimdi sana göstereceğim şeyler yaşandı; ama aynı zamanda yaşanmadı."

Kaşlarımı çattım, alnımın buruştuğunu hissedebiliyordum. "Ne?"

"Anlayacaksın." dedi ve elini kaldırdı, gözlerime izin istercesine baktığında beklemeden başımı sallayarak devam etmesini söyledim. Parmakları alnıma uzandı ve... ve bir an sonra odamda değildim.

Şimdi olduğum mekanda zamanında popüler olduğunu hatırladığım bir hip hop şarkısı çalıyordu, odanın içinde güzel bir koku vardı. Çok büyük sayılmazdı, kendi yatağımda değil de bir ranzanın alt yatağında oturuyordum. Karşımdaki duvara yaslanmış iki basit çalışma masası, ve bu masalardan birine kurulmuş, sırtı bana dönük bir genç vardı. Yeşil saçlı, önündeki bilgisayarın ekranına burnunu sokacak kadar yakın duran bir genç.

Yoongi.

Bütün vücudum titrerken, ranzaya tutunarak, zorlukla kalktım yataktan. "Yoongi?" diye seslendim ama sesim bir fısıltının ötesine geçememişti. Boğazımı temizleyip bu sefer biraz daha yüksek ve kendinden emin bir ses tonu kullandım ama yine tepki vermedi. Dayanamayıp masaya doğru hızlı adımlar attım, "Hyung!" diye bağırarak, elimi omzuna koyduğum gibi döner sandalyesinde onu kendime çevirmeye çalıştım ama uyguladığım kuvvet bir insana değil de duvara uygulamışım gibi başarısız olmuştu. Bedenini bir türlü hareket ettiremedim. Başımı bilgisayarla arasına sokmaya çalıştım ama orada olduğumu görmedi bile; ağlayacakmış gibi hissederken ona biraz daha dikkatli baktım ve aslında ne kadar genç olduğunu fark ettim. Beni şaşkınlığa uğratan bir diğer şeyse, teninin görünen hiçbir köşesinde, bir tane bile yara izi bulunmuyor oluşuydu.

Karşımdaki adam benim Yoongi'm değil, onun gençliğiydi.

Başımı geriye çekip neye bu kadar dikkatli baktığını görmek için bakışlarımı bilgisayarın ekranına çevirdim. İlk gözyaşım da yanağıma tam o an damladı. Ekranda Yoongi'nin haritası açıktı. Listesinde yalnızca bir isim görünüyordu.

P/J/M – Su/Çarşamba – Busan

"Neredesin?" diye sordu kendi kendine iç geçirerek. "Reşit olalı neredeyse iki ay olacak, neredesin sen?"

Yoongi oflayarak geriye çekilip sırtını sandalyesine yaslarken bakışlarımı ekranın sağ alt köşesine kaydırıp tarihi kontrol etmiştim. 11 Aralık 2015. Ben reşit olalı neredeyse iki ay oluyordu, Yoongi değil. Doğum günümü biliyor muydu? Eş adaylarının başharfleri kişi reşit olana kadar diğer eşin haritasında görünmezdi; Jungkook'un isminin başharfleri Taehyung'un haritasında Tae yirmi ikisini bitirmeye yakınken görünmüştü, Jungkook'un yirminci doğum gününde. Doğum günümü bulmak için her gün girip haritasını kontrol mü etmişti? Bu nasıl bir gerçeklikti böyle? Yaşandı, ama aynı zamanda yaşanmadı.

"Buradayım." dedim Yoongi'ye dönerek ama bana değil, öfkeli bir ifadeyle ekrana bakıyordu. Yumruğunu sert bir şekilde masaya indirip "Umurumda değil." diye mırıldandı, onun yumruğuyla beraber masanın altından bir miyavlama duyulmuş; ben Yoongi'nin söylediği şeyle beraber geriye doğru birkaç adım atarken Yoongi panik içinde masanın altına eğilip miyavlayan kediyi kucağına almıştı.

"Chimmy?!" diye bağırdım şok içinde. Gecenin bir yarısı tavanda olmayan şeylere miyavlayıp beni uykumdan eden hayvan, bu sefer babasını bile görmedi. "Özür dilerim aşkım." dedi Yoongi dudaklarını Chimmy'nin başının üzerine bastırırken. "Ne işin vardı senin orada bakayım?"

Kucağında Chimmy'yle beraber odanın diğer tarafındaki kıyafet dolabına doğru yürümeye başladı, yürürken bir yandan da Chimmy'yi sallayarak kısık sesli bir şarkı mırıldanıyordu. "Taehyung-ie telefonumu açmadı," diye hayıflandı bakışlarını dolabın içinde gezdirirken. Duyduğum isimle beraber olduğum yerde donakaldım, Yoongi'yse kedisiyle konuşmaya devam ediyordu. "Hoseok-ie de gecikti."

Tam o sırada, kendisinden bahsedildiğini duymuş gibi, kapı açılmış ve Hoseok-ie hyung çökük omuzlarıyla beraber odaya girmişti. "Sonunda," dedi Yoongi ona bakmadan. Chimmy'yi yere bırakıp dolabın içine eğildi, seçtiği kıyafetleri alıp diğer kolunun altına sıkıştırıyordu. "Konsere geç kalacağız."

Hoseok-ie hyung bir şey söylemeden ranzaya doğru yürümeye başladı. Yoongi'yse bu sırada hiç kıyafeti olmadığından, bütün o güzel kıyafetlerinin nereye kaybolduğunu bilmediğinden bahsediyordu. "Taehyung-ie'yi aradım ama açmadı, gelip acilen elimi tutması gereki-" Cümlesinin ortasında bedenini Hoseok-ie hyung'a doğru çevirmiş, ne halde olduğunu görünce lafını tamamlayamadan donuvermişti. "Hoseok-ie?" diye sordu endişeli bir sesle. "Neyin var?"

"Taehyung konsere gelmiyor, hyung." diye mırıldandı Hoseok-ie hyung. "Benim de pek keyfim yok. Konser peşinde koşuyoruz zaten, bu akşam bana izin ver."

"Jung Hoseok." dedi Yoongi kıyafetlerinin kolunun altından düşmesini umursamadan, ağır adımlarla yatağa yaklaşırken. "Konsere gelip gelmediğinizi sormadım."

Hoseok-ie hyung'un bakışları Yoongi'yi buldu, Yoongi de ellerini beline koymuş ona bakıyordu. Beklemeden aralarından geçip bir tepki vermelerini bekledim ama beni yine görmemişlerdi. Bakışlarımı etrafta gezdirmeye, bir damla da olsa herhangi bir su veya ürünü bulmaya çalıştım. Havada uçuşan su damlalarını görünce de tepki vermeyecek değillerdi herhalde!

"Jimin'in ölüm yıl dönümü yaklaşıyor."

Duyduğum şeyle beraber başım o kadar keskin bir şekilde dönmüştü ki sesin kaynağına neredeyse boynum kırılacaktı. "Hangi Jimin?" diye sordum panik içinde, ikisi de duymadı.

"Lisedeki arkadaşın, değil mi?" diye sordu Yoongi üzgün bir sesle. "Taehyung-ie'nin en yakın arkadaşı?"

Hoseok-ie hyung başını öne eğerken Yoongi'nin söylediklerini onaylamış ve bir daha da ses çıkarmamıştı. Beklemeden Yoongi'nin hüzün çökmüş yüzünü avuçlarımın arasına aldım ama aramızda birkaç santim olduğu halde beni görmüyordu. Sanki saydamdım, benim içimden bakmaya devam ediyordu. "Hyung," dedim yalvarırcasına, yanaklarını okşarken. Dudaklarının kenarını öptüm ve tenim tenine gömülmedi bile, yaptığım hiçbir şeyin etkisi yoktu. Benim Yoongi'm olmadığını bir an önce kabullenmem gerekiyordu ama onu böylesine özlemişken yapamıyordum. Karşımdaki Min Yoongi benden küçük olduğu halde ona hyung demeden edemiyordum. "Ben buradayım."

"Yarın Busan'a gideceğiz." dedi Hoseok-ie hyung. "Mezarını ziyaret etmeye. Jungkook ısrar etti, normalde Taehyung cenazesine bile gidememişti."

"Kaç yıl oluyor?"

"İki gün sonra üç yıl olacak."

Ellerim Yoongi'nin yanaklarında buz kesti, bilgisayarda gördüğüm tarihi hatırladığımda nefes almayı unutmuştum resmen. İki gün sonra üç yıl olacak. 11 Aralık 2015. 13 Aralık 2012. Trafik kazasını geçirdiğim, arkadaşlarımı kaybederken harabeye dönen araçtan tek başıma sağ çıktığım gün.

Ellerimi iki yanıma indirip geriye doğru bir adım atarak Yoongi'den uzaklaştım. Ben ölmemiştim ki! Böyle bir şey, şu an içinde olduğum sahne gerçek olamazdı! Yaşanmamıştı!

Yaşandı, ama aynı zamanda yaşanmadı.

"Ben de gelebilir miyim?"

Yoongi'nin dudakları kıpırdayınca bir an için hayal gördüğümü sanıp gözlerimi kırpıştırdım. Benimle konuşuyormuş gibiydi, halbuki hemen arkamda kalan Hoseok-ie hyung'la konuşuyordu. "Diğerleri de kabul ederse, yani- Hoseok?" Ses tonu bir anda endişeye bulanıp Yoongi öne doğru bir adım attığında panik içinde çekildim aralarından. Bakışlarım Hoseok-ie hyung'u bulduğunda gözlerinin dolu dolu olduğunu görmüştüm. "Tabi ki gelebilirsin," diye cevapladı Yoongi'nin sorusunu, Yoongi onun önünde diz çökerken. Burnunu çekti. "Jimin seni çok severdi."

Sahne bir anda değişti, Yoongi diz çöktüğü yerde üzerinde taşıdığı renklerde duman bulutlarına dönüşürken umutsuz bir çabayla onu yakalamaya çalıştım ama yeşil duman parmaklarımın arasından geçmekle yetindi. Hemen ardından bütün o renkler yeniden hacim kazanmış, bu sefer önüme bir mezarlık sahnesini sunmuştu. Karşımda aşina olduğum dört adam vardı, Taehyung ağlıyordu. Elindeki bir gül buketini önünde durdukları mezara bıraktı ve ardından Yoongi dışında diğer üçü yavaşça benim olduğum yöne döndü. "Jungkook!" dedim dehşet içinde, o kadar küçüktü ki! Yalnızca on sekiz yaşındaydı; Taehyung'sa yirminci yaşını bitirmeye hazırlanıyordu, şu an sahip olduğu o omuzlardan eser yoktu. İncecikti, sanki o yaşını hatırladığımdan da zayıf duruyordu.

"Siz gidin," diye mırıldandı Yoongi hyung. "Annem bu mezarlıkta yatan bir akrabamız olduğunu söyledi, ziyaret etmeden ayrılmayayım."

Hoseok-ie hyung sorun olmayacağını söylerken ben yanlarından geçip mezarın diğer tarafına yürüdüm ve Yoongi'nin tam karşısında durdum. Yanımızdan ayrılan arkadaşlarımızdan çektiği bakışları yavaşça önüne dönmüş, saatlerdir tutuyormuş gibi çöktüğü nefesini uzun uzun dışarı vermişti. Gözleri dolmaya başladı, mezar taşıyla aynı boya gelecek şekilde dizlerini kırıp çöktü. "Merhaba," diye mırıldandı alt dudağını ısırarak. Alt dudağını ısırıyordu, çünkü dudaklarındaki titremeyi kontrol altına almaya çalışıyordu. Uzun sürmedi, yalnızca birkaç saniye dayanabilmişti. Dizleri yere çarptı, avuç içleri gözlerine kapanırken hıçkırarak ağlamaya başlamıştı. "Hoseok Busan'a gideceklerini söylediğinde, onlara destek olmaya gelmişken seni de ararım, diyordum." dedi bedeni hıçkırıklarıyla sallanırken, zorlukla. "Seni burada bulacağımı hiç tahmin etmezdim."

En sonunda kaçındığımı fark etmediğim gerçekle yüzleşmek adına derin bir nefes aldım ve bakışlarımı mezar taşına çevirdim.

Park Ji Min

1995.10.13 – 2012.12.13

"Özür dilerim." dedi Yoongi ağlamaya devam ederken. "İlk günden beri haritamda Busan'da görünüyorsun, iki aydır başharflerini yazıp da seni sordurmadığım eş platformu kalmadı. Ve ben tüm bu zaman boyunca beni bulmaya çalışmadığın için beni hak etmediğini düşündüm."

Yere çöküp onun gibi dizlerimin üzerine oturdum. Vakit öğleden sonraydı, hava bulutlu olduğu için ortam olması gerektiğinden daha karanlık görünüyordu. Yoongi bir süre daha kendini yırtarcasına ağlamış, en sonunda mezarın kenarına oturup sırtını mermere yaslamıştı. "Bir dahaki sefere ben de çiçek getireceğim." dedi, benimle konuşuyordu, yaşamayan benliğimle. "Hanımeli, benim en sevdiğim çiçek. Bence sen de seviyorsundur." Başını çevirip mezarın etrafına şöyle bir göz attı. "Şu baş tarafına bir tane dikeyim en iyisi."

Yoongi bir süre daha konuştu, ben onu bir süre daha dinledim. Aklına gelen her şeyden bahsetti, benimle konuşmayı sevdiğini söyledi. Beni o kazayı geçirmeden önce bulamadığı için özür diledi. Bir ara gözyaşlarının arasında deli gibi gülmeye başladı: "Başharflerini ilk gördüğümde isminin pijama olmasından korkmuştum!"

Dudaklarımın buruk bir gülümsemeye kıvrıldığını hissettim, onun gibi olmasa da ben de ağlıyordum. Onu bu kadar özlediğime, ölmüş de olsam, şimdiki gibi hayatta da olsam, Yoongi'nin her hayatta, her gerçeklikte böyle acı çekmesine. Küçücüktü, kalbinin böylesine kırılması için çok gençti.

"Kar yağıyor." dedi bir anda. Göğe çıkmış bakışlarını, havalanmış çenesini, kusursuz profilini izlemeye öylesine dalmıştım ki, yavaş yavaş süzülen kar tanelerini o söyleyene kadar fark etmemiştim. "Daha erken, değil mi?" diye sordu. Mezardaki Jimin elbette bir cevap vermedi. "Çocukken hep bir gün eşimle kar topu oynamanın hayallerini kurardım. Çabucak hasta olurdum, annem kar yağdığında beni dışarı çıkarmazdı. Bir defasında eve bir tane kar topu getirmesi için abime yalvardım, annem görmesin diye sakladım, eriyeceğini hiç düşünmemiştim. Yerler su içinde kalınca annem ikimizi de terlikle dövmüştü." Kendi kendine kıkırdadı, başını iki yana sallıyordu. "Korkunç bir çocukluk geçirdim anlayacağın."

Japonya'ya gideceğimiz sırada bana bu yüzden kar yağıp yağmadığını sormuştu. Ne bu dünyada, ne de diğerinde, çocukluğunda karda yuvarlanma şansı olmamıştı çünkü. Belki de birlikte kar topu oynadığı ilk insan bendim, diye düşünüyordum ki, Hoseok-ie hyung'un bahsettiği prenses aklıma gelmiş, bana yerimi hatırlatmıştı. Ben Yoongi'ye hiçbir hayatta kavuşamamıştım.

"Artık gideyim." Yüzünü ellerinin tersiyle silerken burnunu çekerek ayaklanmıştı. Arkasını dönmeden önce mezar taşının üzerindeki isimde gezdirdi parmaklarını. "Geri döneceğim. Söz."

Söylediği şeyle beraber gözlerim irileşti. Geri döneceğim. Söz.

"Neden gidiyorsun ki?" diye bağırdım kendimi tutamadan. "Neden gittin?" Ağlayarak ayaklandım oturduğum yerden, Yoongi bu sırada mezara arkasını dönerek yürümeye başlamış ama her ne gördüyse olduğu yerde durup kalmıştı. Yanına yürüyüp neye bu kadar şaşırdığına baktım, karşımdaki adam Kim Seokjin'den başkası değildi.

"Sana bir teklifim var." dedi Yoongi'ye.

Yoongi hareket etmedi. Kaçması gerekiyordu, hava kararmak üzereyken mezarlığın ortasında tanımadığı bir adam onunla konuşuyordu ama Yoongi hareket etmiyordu. Zombi kelimesini duyunca korkudan bayılma kıvamına gelen, Yoongi.

"Bunu onlarca insana sordum." dedi Kim Seokjin bulunduğumuz yere yaklaşırken. "Hepsinin yanıtı olumsuz oldu."

"Hah, asıl gitmen gereken zamanda heykele döndün." diyerek itmeye çalıştım Yoongi'yi ama çabalarım boşunaydı.

"Toplumda bir hata var." diye devam etti Kim Seokjin. "Artık olaya el atmamızı gerektirecek kadar büyük bir hata. İnsanları kurtarmak ister misin?"

"Teklifin ne?" diye sordu Yoongi buz gibi bir sesle. Modu bir anda nasıl böylesine değişmişti, aklım almıyordu. Az önce benimle konuşurken dünyanın en yumuşak kalpli adamı gibiydi halbuki.

"Jimin."

Bir an için bana seslendiğini sanıp başımı hızla Kim Seokjin'e doğru çevirdim ama o yalnızca Yoongi'nin sorusunu cevaplıyordu. "Teklifim Jimin." diye devam etti. "Kabul edersen kurtulacak."

Yoongi cevap vermeden önce yalnızca bir saniye sessiz kalabilmişti. Bizim saniyemiz. "Tamam."

Kim Seokjin'in kaşları havalandı. "Hayatın mahvolacak."

"Tamam."

"Azmin göz yaşartıcı, ama her şeyi ayrıntılarıyla duyana kadar bekle." dedi gülümseyerek. "Daha önce sorduğum insanlar işin ucunda eşlerini kurtarmak olsa bile teklifimi kabul etmediler çünkü sahip oldukları hayat hiç yaşanmamış olacaktı."

Yoongi'nin şaşırdığını hissedebiliyordum, parmaklarım bileğini sararken bakışlarımı yüzünden ayırmıyor, ifadesinden bir şeyler çıkarmaya çalışıyordum. Karşısındaki adamın kim olduğunu bilmiyordu ama bulabildiği en ufak umut kırıntısına tutunuyordu. "Eğer kabul edersen, şimdiye kadar yaşadığın hayat silinecek. Zamanı geriye alacağım, doğduğun gün ailenden alınıp eş enerjisinin aktifleşmediği bir yere yollanacaksın. Birkaç günlükken. İyi bir hayat yaşayacağının sözünü veremem, aslına bakarsan tahmin bile edemeyeceğin acılar çekeceğine neredeyse eminim. Enerjiniz aktifleşmediği için Jimin o kazayı geçirdiği gün tedaviye yanıt verecek."

"Toplumdaki hata bu mu?" diye fısıldadı Yoongi. "Bebekler..."

Kim Seokjin başını sallayarak onayladı söylediğini, sonra da bulunduğumuz yere doğru yaklaşmaya başladı. "Tekrar söylüyorum, senin için her şey acıdan ibaret olabilir. Hiçbir şeyin sözünü veremem."

"Jimin'in kurtulacağı sözünü verebilir misin?"

"Evet."

Yoongi birkaç adım geriledi, parmaklarımdan kurtulan bileği yanında sallanıyordu; beni göremediğini bildiğim halde başımı iki yana sallayarak kabul etmemesini söylüyordum. "Değmez," dedim önünde diz çökerken, parmakları mezar taşını sımsıkı kavramıştı şimdi. "Yemin ederim değmez!" diye bağırdım kendimi yırtarcasına. "Sana kavuşamadıktan sonra kurtulmamın ne anlamı var ki? O ömre değmez, o yetimhanede geçirdiğin bir güne bile değmez!"

Bana arkasını dönüp taşa doğru eğildi. "Değer." diye fısıldadı sadece benim duyabileceğim bir sesle. "Sen kurtulacaksan ben bu hayatı baştan yaşarım." Dudaklarını hafif karda ıslanmış olan mermere bastırıp taşı son kez okşadı ve arkasını dönüp Kim Seokjin'e doğru yürümeye başladı. "Geçmişe gidelim o zaman." dedi alaylı çıkması için uğraştığı bir sesle. "Ne derler bilirsin, ne varsa eskide var."

"Jimin?" Annemin sesi beni Kim Seokjin'in büyüsünden çekip çıkarırken gerçek hayatta da ağlamaya başladığımı hissedebiliyordum. "Hoseok, sanırım uyanıyor."

"Günlerdir uyumuyor, istersen biraz daha bırakalım-"

"Anne?" Gözlerimi yavaşça araladığımda yatakta yanıma oturmuş olan annem görüş alanımı kaplayan ilk şey olmuştu. Onun arkasında ayaktan dikilen Hoseok-ie hyung, her şeyi öğrenmiş olduğumun bilinciyle geriledi, annem yanağımı avuçlamıştı. "Kabus mu gördün, kuşum?" diye sordu endişeyle. "Nasıl zayıflamışsın..."

Ağlayarak kaldırdım kollarımı, ona sarılmak istediğimi fark ettiğinde beklemeden kucaklamama karşılık vermişti. Gövdemi hafifçe kaldırarak ona tutunmamı sağladı, bir kolu sırtımı sımsıkı kavramışken boştaki eli saçlarımı okşuyordu. "Yoongi gitti." dedim hıçkırarak. "Yoongi bir daha asla geri gelmeyecek."

"Jimin, geri döneceğine eminim." diyerek teselli etmeye çalıştı ama onun da sesi titriyordu.

Konu dünyalar değil. Konu biziz.

"Benim için yaptı, her şeyi benim için yaptı." Hoseok-ie hyung daha fazla dayanamıyormuş gibi çıkmıştı odadan, onun da ağlamaya başladığını görmüştüm. Eş meleğimizdi. Önceki seferinde de, tıpkı bu hayatta olduğu gibi, başarısız olmuştu. Bu yüzden sorularımı cevaplayamıyordu çünkü sorduğum her sorunun cevabı Yoongi'nin eşim olduğu gerçeğine çıkıyordu. Derevo onun bizimle konuşmasının yasak olduğunu söylemişti, Namjoon-ie hyung bu yüzden Hoseok-ie hyung ne zaman canını riske atıp eş olduğumuzu söyleyecek olsa ortama dalıp konuya müdahale etmişti.

"Aynı dünyada olduğumuz sürece ölebileceğimi biliyor." dedim ciğerlerim yırtılırken. "Anne, Yoongi dönmeyecek!"

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro