Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

33; miracle aligner

 Seni toy, saf çocuk.

Ayaklarımın beni çukurun dışına sürüklemesine izin verdim, dışarıdaki yağmur fırtınası gün içindeki en korkunç halini almış gibiydi, yalnızca bir dakika önce dışarıda olduğum halde farkı hissedebiliyordum. Zihinsel fonksiyonlarım durmuşken biyolojik fonksiyonlarım beş katı bir güçle çalışmaya başlamıştı sanki, kaldırımda yürürken en ufak şeye tepki veriyor, sahip olduğum azıcık dikkatin de elimden kayıp gitmesine izin veriyordum. Başa çıkma mekanizmam böyle çalışıyor olmalıydı, neler olup bittiğini dikkatle izlemek ve gözlerimi kırptığım an her şeyi unutuvermek. Kaldırımın yanındaki binanın mavi olduğunu görmüştüm, ama köşeyi döndüğüm an yanından geçtiğim şeyin ne olduğunu unutmuştum.

Her şey üstüme geliyordu.

Telefonum yumruk yaptığım elimin içindeydi, adımlarım hızlıydı. Ne kadar sürdü yürüyüşüm bilmiyordum ama en sonunda vardığım yer deniz kenarı olmuştu, kıyıya çarpan dalgalar ruh halimi oldukça başarılı bir şekilde temsil ediyordu. Ağlamadım, sinirlenmedim, kıskanmadım. Ne hissettim bilmiyordum, hayatımda ilk defa böyle bir şey hissediyordum.

Tsuki'yle olan durumdan farklıydı bu seferki. O zaman Yoongi'ye hesap bile sormamıştım ama şimdi Yoongi beni bile isteye alevlerine kurban etmişti.

Denizi izlemek üzere olduğum yerde dikiliyordum, yağmurdan kaçan insanlar yanımdan hızlı bir şekilde geçerken ben öylece durmuş, bana laf anlatmaya çalışan dalgalara bakıyordum. İçimde bana ait olmayan o ses yine Yoongi'nin bir açıklaması vardır, diye teselli ediyordu beni ama onun bile fark etmediği şey şuydu; ben, Yoongi gidince ne yapacağım diye düşünürken Yoongi'nin açıklama yapmak zorunda kalacağı davranışlarda bulunmasından yorulmuştum.

O an denize düşsem sağ çıkmazdım ama ben çoktan Yoongi'nin yangınlarında boğulmuştum.

Telefonum çaldı, açmadım. Yine çaldı, yine cevaplamadım; elimi kaldırıp ekranda yazan isme bile bakmadım. Kalbim ağrıyordu, kalbimin duvarları sızlıyordu. Aklıma Lizzie geldi, burada ne kadar oyalanırsam oyalanayım en sonunda çukura geri dönüp ilacımı içmem gerekiyordu. Yoongi'nin Ida noona'yı götürdüğü odaya gidip, ilacımı içmem gerekiyordu.

Telefonum yeniden çaldığında iç geçirdim, tam o an bir kadın sesi "Seni merak edenler var." dedi hemen sağ tarafımdan. Bakışlarım yavaşça o yana döndü, üstünü kapattığı tezgahında kimsenin ilgilenmediği çiçeklerini satmaya çalışan bir kadın vardı. Üzgün bakışları üzerimdeydi, sanırım beni de tezgahında solmaya yüz tutmuş çiçeklerine benzetmişti. Bense özünü emmek için yapraklarından çekilen sarı bir hanımeli gibi hissediyordum, beni koparan kişi en sonunda kullanılmayacak olduğumu fark etmiş ve beni öylece yere atıp üstüme basmıştı sanki. "Açsana."

Yenilenen arama Taehyung'dan geliyordu, ıslandığı için bozulacağına emin olduğum telefonumu kulağıma yasladım. "Efendim?"

"Jimin!" dedi rahat bir nefes alarak. "Çok merak ettim, keşke inince arasaydın."

"Özür dilerim." diye karşılık verdim.

Birkaç saniye boyunca sessiz kaldı, benim tarafımdan gelen sesleri dinlediğini biliyordum. "Dışarıda mısın?" diye sordu yumuşak bir sesle, ruh halimi anında anlamış gibiydi. Japonya'da olduğumu biliyorken benimle böyle düşünceli bir ses tonuyla konuşmasının başka bir sebebi olamazdı. "Yoongi hyung nerede?"

"Dışarıdayım." diye onayladım. "Yoongi beni beklemedi."

Taehyung yine sessiz kalınca, duraksamadan devam ettim. "Ben beklemiştim." dedim. "Yoongi Hope'un hayatta olma umuduna tutunup beni Daegu sokaklarında yalnız bıraktığında, ben onu yağmurun altında saatlerce bekledim." Burnumu çektim, hissettiğim şeye en sonunda bir isim bulmuştum ve bu hissi en başında içime yerleştiren kişi Taehyung olduğu için onunla konuşmaya başladığım an gözyaşlarımın önüne geçememiştim. "Peki şimdi ben Namjoon-ie hyung'un hayatta olma umuduna tutununca, Yoongi beni neden beklemedi?"

Şu an yalnızca olasılıklar yüzünden ağlıyorsun. Ya farklı hissediyorsa? Ya karşılıksız değilse, Jimin?

"Karşılıksız, Taehyung." dedim ciğerlerim yırtılıyormuş gibi ağlarken. Hissin adı buydu işte. "Karşılık bulamadım."

Dakikalarca ağladım, Taehyung hattın diğer ucunda tatlı sözcükler kullanıp beni sakinleştirmeye çalışırken ben gökten yağan yağmurla yarıştım. En sonunda kapatmak istediğimi söylediğimde karşı gelmedi, sadece o gelene kadar dayanmamı söyledi. Gelme, bile diyemedim. Bitirmemiz gereken bir iş var, sakın gelme Taehyung, diyemedim çünkü bu yolculuk bitmeden bitmiştim ben, çöküp de soluklanabileceğim bir kaldırım taşına ihtiyacım vardı. Namjoon-ie hyung hakkında bir şey sormadı, yalnızca Japonya'da olduğum yeri sordu ve Yokohama dediğimde hayal kırıklığıyla dolu bir soluk almanın ötesine geçmedi. Azarlamadı, kötü bir şey söylemedi. "Geliyorum." dedi sadece. "Geliyorum, arkadaşım."

"Bu sana." Telefonu kapatıp elimi yine bedenimin yanında sallanmaya bıraktığımda, telefonu açmamı söyleyen çiçekçi kadın bana yeniden seslenmişti. Ağlamaktan şişen gözlerimi ona çevirdim, rengi solmuş kırmızı bir gülü bana uzatıyordu, eli tezgahın ufak çatısının dışında kaldığı için gül, yağan yağmurun altında ıslanmaya başlamıştı. "İstemiyorum." dedim kısık sesle, kaba duyulacak olmamı umursamadan.

"Ama sana lazım olacak." dedi kaşlarını hafifçe kaldırarak. "Suga'yı orada tek bıraktın, melekler bu anı kolluyordu."

Gözlerim irileşti, ağlamamın, sabahtan beri lens takıyor olmamın ve yağan yağmurun etkisiyle zaten acı içindelerdi ama farkındalığın getirdiği acı bunun yanında hiçbir şeydi. Artık hatırlıyordum, yanından geçtiğim binaları, şu an bulunduğum deniz kenarına gelmek için yürüdüğüm yolu ve tüm bu süre boyunca harcadığım yirmi dakikayı. Gülü kadının elinden aldığım gibi koşmaya başladım, kim bilir deniz kenarında ne kadar vakit harcamıştım... Döndüğüm köşeleri, karşıdan karşıya geçtiğim caddeleri, hepsini buraya gelirken yürüdüğümün üç belki de dört katı bir hızla koşarak aştım. Bacağım acıyordu ama umurumda değildi, Yoongi'yi orada tek bırakmıştım.

Çukurun olduğu sokağa girdiğim an o kadar güçlü bir şeye çarptım ki geriye savruldum, vücudumun her köşesi taş atılmış gibi sızlıyordu. Başım yere değdiği an gözlerimi acıyla yumdum ama sonraki saniye yağan yağmurda bile net bir şekilde duyulan tıslamayla göz kapaklarım sonuna kadar açılmıştı, uzandığım yerde dirseklerimin üzerinde yükselmeye çalıştım. Çarptığım şey, sokağı dolduran meleklerden yalnızca bir tanesiydi. Suratında kocaman, insanın kanını donduran bir gülümsemeyle bana yaklaşıyordu.

Ayaklanmaya çalıştım, bacağım bunca zaman dayanıp tam o anda beni dinlememeye karar verdi ama umursamadım. Tek bacağımın üzerinde doğruldum, melek bu sırada dibime girmiş, önümüzdeki birkaç ay kabuslarıma konu olacağını düşündüğüm manzarayı gözlerimin önüne sermişti. "Suga..." dedi o güzellikten beklenmeyecek kadar çirkin, kulak tırmalayan bir sesle.

"Suga yok," dedim. "Jimin var." Gülü yüzüne doğrulttum ve asıl amacım bu olmasa da renkli yaprakları meleğin cildine sürtündü. Bu sefer yanımda kulaklarımı kapatacak bir Yoongi olmadığı için de, melek yalnızca birkaç santim ötemde alevlere karışırken attığı çığlık yüzünden kavrulan et benimmiş gibi, acıyla yere yığıldım. Sokaktaki diğer bütün melekler bakışlarını bana çevirdi, hepsinin yüzünde avını yakalamak üzere olan büyük bir köpek balığının ifadesi vardı. Beklemediğim kadar hızlı davrandılar, ben ne olduğunu anlamadan dokuz tanesi tepemde bitmiş, üzerime eğilmişlerdi. Yok olan meleğin attığı çığlığın etkisi sürüyordu, düştüğüm yerde baştan aşağı titremeye devam ediyordum ve o koca ağızlarını açıp tıslamaları işime yaramıyordu.

Boştaki elimin titreyen parmakları gülün taç yapraklarının üzerine kapandı ve yaprakların hepsini tek seferde kopardım. Elimi havaya kaldırdığımda tıslayarak birkaç metre gerilemişlerdi, titreye titreye doğruldum yığıldığım yerden. Vücudum ağrıyordu, her bir hücrem acıyla sızlıyordu. Beni kendime getirip harekete geçiren şey hepsinin bir ağızdan "Suga." diye tıslamaları olmuştu.

Damarlarımda gezinen güç parmak uçlarıma kadar ulaştı, gözlerim kararırken yapraklar avuç içimden havaya savrulmuş ve hepsi birer yağmur damlasına tutunmuştu. İki yana açtım ellerimi, gül yapraklarının tutunduğu damlalar diğerlerinin aksine asfalta düşmüyordu, havada asılı kalmış birer yakuttu adeta hepsi. "Suga yok." diye tekrarladım az önce yok ettiğim arkadaşlarına söylediğim şeyi, sesim derinlerden geliyor, kalın bir tonla duyuluyordu. "Jimin var."

Havada hareketsizce duran yapraklar bir anda meleklere doğru uçmaya başladı, şimdi hepsi dehşete düşmüş bir halde, birbirlerini iterek kaçmaya çalışıyorlardı ama kurtulmaları imkansızdı. Yağmur damlalarına tutunan her gül yaprağı sokaktaki bir meleği hedef almış ve hepsi iki yanımda bir piyano çalıyormuşum gibi hareket eden parmaklarımın emriyle hedeflerine ulaşmıştı. Yaprakların dokunduğu melekler birer birer alev alırken çığlıklarının etkisine kapılmamaya çalışıyordum. Parmaklarım hareket etmeyi kestiği an uçan o kırmızı yapraklar yere düşecekti çünkü, garip bir şekilde bunun farkındaydım. Gücümü ilk defa bu kadar kontrollü ve bilinçli bir şekilde kullanabiliyordum ama bu güç bile o çığlıkların iç organlarıma kadar ulaştırdığı acıyı engelleyemiyordu. Son melek de yok oldu, benim dışımda kimsenin kalmadığı bu sokakta havai fişek gösterisi son buldu. Yere düştüm, yapraklarını kopardığım gülün geriye kalan koyu yeşil sapı yüzümün yalnızca birkaç santim ötesinde, asfaltı kaplayan ufak gölün içindeydi. Canım acıyordu, ciğerlerim yanmış gibi hissediyordum acıyı, tarif bile edemiyordum. Benim kulaklarımı kapatırken Yoongi'nin hissettiği acı da böyle miydi? O kadar acıyordu ki kollarımı etrafıma bile saramıyordum, üzerimdeki kumaş parçaları bile tenime yakıcı bir his veriyordu.

Sol elimi zorlukla kaldırdım, titriyordu ve yere geri düşmesi an meselesiydi. Yalnızca birkaç saniye dayanabildim ama yeterli olmuştu, işaret parmağımın ucunda etraftaki yağmur damlalarını oraya çeken ufak bir girdap oluşmuştu. Çektiğim yağmur parmağımdan başlayıp bütün vücuduma yayıldı, kıyafetlerimin altından sızmış ve yalnızca birkaç saniye içinde tüm vücudum ince bir su tabakasının altında kalmıştı. Nefessiz kalmadım, boğuluyormuş gibi hissetmedim. Son yarım saat içinde ilk defa böylesine huzurluydu bedenim, penceresi birkaç saattir açık olan soğuk bir odada, ipekten çarşaflara sarılmış gibi hissediyordum. Acı dindi, geriye yalnızca Yoongi yüzünden kırılan kalbimin sızısı kaldı. Yağmur gövdeme giremiyordu maalesef.

Gücümü ilk defa kendim için kullanmış olduğum gerçeği aklımın başköşesine kondu, şeffaf zırhım beni terk ederken yine sağanak yağışın altında kaldım. Daegu'dayken ziyaretini aldığımız iki meleği hatırladım, Voda ve Derevo. Ona olan sevgin gücünü açar sanmıştım. Sevgin yetersizse öfkeni kullanabiliriz...

Lizzie Yoongi için savaşırsam kendime zarar vermeye devam edeceğimi söylemişti.

Ve benim kalbim bu gece ilk defa Yoongi için değil, Yoongi'yle savaşmıştı.

Avuç içlerimi yere bastırarak yığıldığım yerde doğrulmaya çalıştım. Damlalar bacağımdaki ağrıyı da alıp götürmüşlerdi, yıllar sonra belki de dans edebilirim, diye düşündüm, dudaklarım acılı ve de buruk bir gülümsemeye kıvrıldı. Su balesi? Hm?

En sonunda öfkeleniyordum işte, en sonunda vermem gereken tepkiyi veriyordum. Ben bunları hak etmiyorum, diye bağırmak istedim. Ben onu böyle severken böyle sevilmemeyi hak etmiyorum!

Çukurun kapısındaki görevlilerin beni ilk defa ıslak görüşü değildi, bir saat önce de aynı şekilde içeriye girmeye çalışmıştım, bu yüzden yine yüzlerini buruşturmak dışında bir şey yapmadılar, ben de çığlıkları nasıl olup da duymadıklarını merak ederek üst kata çıkan merdivenlere yöneldim. Yoongi'nin Ida noona'yla beraber tırmandığı basamaklara, yani.

Odama gittim, kapının altından ışık gelmediği için bir an karanlıkta mı yapıyorlar diye düşünerek korkmuş ve ardından da toplayabildiğim tüm cesaretle indirmiştim kapı kolunu ama odanın içi boştu. Ida noona'nın odasında olmalılardı ve yalnızca bu kapıyı açarken bile öylesine gerilmiştim ki gidip orayı da kontrol etmeye halim yoktu. Kapıyı arkamdan kapatıp yatağıma oturdum, koşarken cebime tıktığım telefonu çıkarıp yorganın üstüne bıraktım ve ekranını açmaya çalıştım ama bozulmuştu. Sol elimin iki parmağının arasında havaya kaldırdım cihazı, başımı hafifçe eğmemle içine sızan bütün su yere akmış, ekran yalnızca birkaç saniyenin ardından Taehyung ve Jungkook'la olan fotoğrafımı aydınlatmıştı.

Harika, diye düşündüm. Yoongi gittikten sonra para kazanmanın bir yolunu buldum.

Hemen üzerimi değiştirip kat banyosunda saçlarımı kuruttum ve yorganımın altına girdim. Telefonumu da yastığımın yanına çekip yatağa en yakın prize şarja taktım. Taehyung'u geri arasa mıydım? Mantıklı tarafım Japonya'ya gelmesini engellememi söylüyordu ve içimde bana ait olmayan o ses de mantığımı destekliyordu ama ben bunca zaman Taehyung'un yanımda olmasına izin vermemiştim ve... hala benimleydi, hala en yakın arkadaşımdı. Ben bunları hak etmiyorum diye ağlarken en yakın arkadaşıma hak etmediği şekilde davranamazdım. İstediği tek şey yanımda olmaktı, benim de istediğim tek şey yalnızlığımı paylaşmaktı... Doğum gününü burada kutlardık, Taehyung'a bu sefer engel olmayacaktım.

Namjoon-ie hyung'u da arayamazdım, beni aradığı numarayı çoktan imha etmiş olmalıydı. Annemi mi arasaydım? Yoongi'nin nasıl olduğunu sorduğu an hıçkırmaya başlardım, annemi de eledim. Kimi arayacaktım? Ben derdimi kiminle paylaşacaktım?

Bana ait olmayan o ses sinir bozucu bir tonla gülmeye başladı zihnimde. Sen Yoongi'yi kimseyle paylaşmayacaksın.

Uyuyamadım, yatakta dönüp durmadım ama bir türlü uyuyamadım, taş gibi uzandım öylece. Göz kapaklarım zorlukla açılıyordu, gerçekten de yorgundum ama uyuyamıyordum. Derin bir nefes aldım, uyuyamıyordum, çünkü Yoongi yanımda değildi.

Tam o an, ben yatağa gireli neredeyse dört saat olmuşken, aklımdan geçtiğini biliyormuş gibi girdi odaya. Sırtım kapıya dönük olduğu için onu göremiyordum ama o olduğunu biliyordum. Bir şeyin çarpma sesi geldi, nefesinin altından küfrettiğinde sarhoş olduğunu anladım. Dili dolanıyordu, ayrıca ağzı hiç olmadığı kadar Daegu'ya kaymıştı, olduğundan daha peltek duyuluyordu. Kapı daha yavaş bir hareketle kapandı, ufak odada Yoongi yalnızca birkaç adımda yatağa ulaştı. Gözlerimi kapatıp uyuyormuş gibi yaptım, sarhoş olduğu için anlaması normalden daha zordu zaten. Yatağın kenarı hafifçe çöktü, oturduğunda bedeni hafifçe bedenime yaslanmıştı. Kalbimin hızlandığını hissettim ve ilacımı içmediğim de tam o an dank etti. Birkaç saniye tepkisiz kaldı Yoongi, en sonunda o uzun parmakları narin bir tavırla saçlarıma kondu. "Jimin'im..." dedi fısıltıyla, uyuyor olsaydım duymayacağıma emindim ve bu gerçek beni acaba daha önce ben uyurken beni sevmiş midir, diye düşünmeye itti. Sonra da kovdum o lanet umudu içimden, Yoongi beni ne zaman sevmişti ki?

"Ben sensiz ne yapacağım?" diye sordu, aynı kısık sesle konuşuyordu, nefesimi tutmamak için kendimle mücadele etmem gerekmişti. "Sen beni bırakınca ben sensiz nasıl nefes alacağım?"

İstesem de cevap veremezdim çünkü dudakları parmaklarının yerini almıştı, onun üzerini kaplayan alkol kokusu etrafımı sararken öpücüğünün altında elimden geldiğince tepkisiz durmaya çalıştım.

Yataktan kalktı, ufak odada kapıyla yatağın arasında kalan küçük boşluğa uzandı ve yalnızca birkaç saniye içinde nefesleri düzenli bir hal alıp uykuya daldığını bildirdi. Yanıma yatmadı, bensiz nefes alamayacağını söyleyip beni aldattı, ama Yoongi yanıma yatmadı.

**

Sabah uyandığımda deli gibi üşüyordum, Yoongi'nin üstünden geçip sırt çantama uzandım ve üstüme kalın bir şeyler geçirdim. Çıkardığım seslerle beraber uzandığı zeminde homurdanarak hareket etmiş ama uyanmamıştı, uyansaydı da umurumda değildi.

Dün gece içmeyi unutsam da bu sabah ilacımı içmeyi ihmal edemezdim. Mideme bir şeyler sokmak için alt kata inerken telefonumla oynuyordum, Jungkook bugün gün içinde geleceklerine dair bir mesaj atmıştı, cevapsız bıraktım. Zemin katta yalnızca çalışanlar vardı, çukur akşam saatlerinde açıldığı için gün içinde müşteri olmazdı. "Günaydın, Jimin." dedi bir tanesi ben görünce. "Günaydın," diye cevapladım bar taburelerinden birine otururken. "Yiyecek bir şeyler var mı?"

On beş dakika içinde önüme bir bardak kahve, birkaç dilim de tamagoyaki konmuştu. Ufak bir teşekkür mırıldanıp kahvemden bir yudum aldım, üşüyen bedenim aldığı ısıyla beraber baştan aşağı titremişti.

"Jimin-san!" Daha yumurtanın ilk dilimini yemiştim ki kapı tarafından birisi bana seslenip lokmamı boğazımda bırakmıştı. Dün geceki görevlilerden biriydi, sanırım gece boyunca kapıda dikildiği içindi ama fazlasıyla sinirli görünüyordu. "Seni görmek isteyen biri var!"

Kaşlarımı çatarak dudaklarımı büzdüm, gelen kişi her kimdiyse içeri alabilirlerdi ama beni kapıya çağırdıklarına göre misafirim çukura girmek istemiyordu. Taehyung? Hemen gelmiş olabilir miydi? Daha önce bu binaya girmişti, belki de bu sefer yanındaki Jungkook'u içeri sokmak istememiş ve-

Karşımda gördüğüm ufak bedenle beraber attığım adım havada kaldı, gözlerim şaşkınlıkla irileşmişti. "Derevo?"

"Jimin!" diye şakıdı trendeyken tanıştığım, aslında şimdiye kadar tanıştığım tek iyi melek. "Hatırlıyorsun!"

"Neden içeri girmedin?" diye sordum, yağmurun altında ıslanıyordu ve bilmiyorum, bir melek olarak benden üstün bir varlıktı belki de ama onu o halde görmek hoşuma gitmemişti. Etrafımı kontrol edip yalnız olduğumuzdan emin olunca elimi ufak bir hareketle savurdum ve yağmur damlaları Derevo'ya yaklaşınca açı değiştirip onu ıslatmamaya başladı. Gözleri hayranlıkla irileşti, dudaklarımın ufak bir gülümsemeye kıvrıldığını hissettim. "Gelsene."

"Çukurlara giremiyoruz." dedi üzgün bir sesle. "Ama, Jimin, beni hatırlıyorsun!"

"Unutmayacağımı söyledim." dedim gülümseyerek. "Bana yardım etmeye mi geldin? Çıkmaz sokaktayım çünkü."

Derin bir nefes alarak başını önüne eğdi ve o an iki elinin parmaklarının arasında sımsıkı tuttuğu katlanmış kağıdı gördüm. Ben neler olduğunu soramadan Derevo başını yeniden kaldırmış ve "Bir daha gelemeyeceğimi söylemiştim, hatırlıyor musun?" diye sormuştu.

Başımı sallayarak onayladım söylediğini.

"Annem burada." dedi Derevo. "Sana yardımcı olmak isterdim, küçüğüm, yemin ederim. Solntse bunu yolladı, elimden gelen tek şey bu." Katlı kağıdı iki eliyle bana uzattı, gözlerimi şaşkınlıkla kırpıştırırken kağıda uzandım. "Bu ne?" diye sormama kalmadan ortadan kaybolmuştu, yağmur yeniden düzgün bir şekilde yağmaya başladı.

Kağıtta yazan şeyi okuyamıyordum çünkü kanji kullanılmıştı, iç geçirerek kağıdı birkaç kere daha katladım ve pantolonumun arka cebine tıkıp içeriye geri döndüm. Bu sefer de bar tabureme yerleşirken telefonum çalmış ve bir türlü edemediğim kahvaltıma üzgün üzgün bakmama sebep olmuştu. Doğru düzgün aşk acısı çekemediğim yetmiyormuş gibi bir de-

Lizzie arıyordu.

"Lizzie?" diye açtım telefonu heyecanla, dirseklerimi bar tezgahına yaslarken. Boştaki elimin işaret parmağı soğumaya yüz tutmuş kahve kupamın ağzında daireler çiziyordu. "Bir şey mi oldu?"

"Dün geceki katliamın epey dikkat çekmiş." diyerek hemen konuya daldı, parmaklarım hareket etmeyi keserken oturduğum yerde buz kestim. "Osaka'da güvenli bir ev var, hemen oraya gidin."

"Ne?" diye sordum şaşkınlıkla. "Osaka buraya ne kadar uzak, biliyor musun sen-"

"Adresi mesaj atıyorum." diye kesti lafımı. "Minjae uçak biletlerinizi ayarladı, bir saat içinde Haneda'da olmanız lazım."

Ben bir şey diyemeden telefonu yüzüme kapattı. Dudaklarım aralanmış bir halde, öylece durdum. Neye elimi atsam bir terslik çıkıyordu. Dün gece istediğim tek şey Yoongi'yi korumaktı, onca çığlık işitmeye ben de meraklı değildim ki... Sevdiğim adam üst katta, dün gece bana ettiği ihaneti düşünmeden uyuyordu, ben burada iki lokma da olsa bir şey yemeye çalışıyordum ki kalp ilacımı içebileyim, Taehyung ve Jungkook yoldaydı... Her şey üstüme geliyordu, bu geniş salonda bile boğulacakmış gibi hissediyordum. Zorlukla da olsa, kahvemden bir yudum almaya çalıştım. Sol kolum uyuşuyordu, göğsümde işler yolunda gitmiyordu.

Tezgaha bıraktığım telefonum titredi, ekranda Lizzie'den mesaj geldiğine dair bir bildirim parladı. Kupayı bırakıp başımı avuçlarımın arasına aldım. Dayanamıyordum, hiçbir şeyin altından kalkamıyordum.

Parmaklar omzumu kavradı, Ida noona'nın ismimi söylediğini duydum. "Jimin," diyerek hemen yanımdaki tabureye çöktü ama ben kendimde dönüp onunla yüzleşecek gücü bulamıyordum. "Teşekkür ederim." dedi şimdiye kadar ondan duyduğum en içten sesle. Kaşlarım çatıldı, alnımın kırıştığını hissettim. "Yoongi için."

Nefesimi tutarak başımı zorla da olsa onun tarafına çevirdim. Nefesimi tutmuştum, çünkü konuşursam susmayacağımı ve bütün binayı yakacağımı biliyordum. Ama dolu gözlerini gördüğüm an bütün bu düşüncelerim buhar olmuş, şaşkınlık damarlarımda gezinmeye başlamıştı.

Taburesinin yanında, orta boylarda bir bavul vardı.

"Gidiyorum." dedi Ida noona birkaç damlayı yanaklarına serbest bırakırken. "Yoongi bütün gece konuşup bana aslında hak ettiğim hayatı hatırlattı. Onu neden bu kadar sahiplendiğini anlıyorum."

"Noona?" dedim şaşkınlıkla.

"Eve dönüyorum." dedi göz yaşlarının içinde gülümseyerek. "Hayallerimi gerçekleştireceğim. Kosta Rika'ya gitmek istiyordum, hatırlıyor musun? Hepsini yapacağım."

Dilim tutulmuş bir halde, irileşen gözlerimle ona bakıyordum. Ne diyeceğimi bilemiyordum, içimde korkunç bir his peydahlanmış, bana hayatımın hatasını yaptığımı söylüyordu. Yoongi beni aldatmamıştı. "Bana Suga'yı hatırlattı." diye mırıldandı başını önüne eğip kucağındaki parmaklarıyla oynarken. "Yara izleri aynı, bunu fark etmemek için aptal olmak lazım ama..." Derin bir nefes aldı. "Neredeyse on yıldır kitaplara el sürmedim. Tanrım, yeni kitabı çıkacak ama ben seriyi bitirmedim bile. Şimdiyse Suga kılıklı herifin teki çıkıp bana onun kelimelerini kullandı. Şaka gibi!" Gülerek iki yana salladı başını. "Saatlerce konuştu, epey de sarhoş oldu." Bakışları beni buldu, anlamlı anlamlı gülümsüyordu şimdi. "Seni çok seviyor. Onu sakın bırakma." Yanaklarını silerek taburesinden indi, karşımda o arsız kadından eser yoktu, hayatına yeni başlayacak olan heyecanlı, küçük bir kız çocuğunu hatırlatıyordu. "Sarılalım mı? Bir daha ne zaman görüşürüz, kim bilir..."

Taburemden zıplayarak inerken neredeyse düşüyordum, Ida noona ufak bir gülüşle beni kollarına alıp sımsıkı kucakladı ve telefon numaramı bile almadan, bavulunu sürükleye sürükleye binanın dışına yürüdü. Bir daha ne zaman görüşürdük, bilmiyorduk ama ikimizin de bununla ilgili bir kaygısı yoktu. O yeni hayatı için fazlasıyla heyecanlıydı, bense çok daha ciddi bir problemle yüz yüzeydim.

Yoongi'ye güvenmemiştim.

**

"Artık neler olduğunu söyleyecek misin?" Birkaç saat sonra Osaka'da, Lizzie'nin bahsettiği güvenli evin önündeydik. Yoongi sabahtan beri onunla bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kelime konuştuğum için hiç olmadığı kadar sinirliydi. "Kim aradı? Namjoon muydu?"

Yine cevapsız bıraktım sorularını, yüzüne bakacak yüzüm yoktu, kendimden nefret ediyordum. O beni böyle severken ben kendimden iğreniyordum, şimdi gözlerinde o sevgiyi görmeye dayanamazdım. Lizzie'nin adresi yazdığı mesajında bahsettiği kapı şifresini girdim ve ahşap evin ahşap kapısı ardına kadar açıldı. Başta bu tarz bir ev ne kadar güvenli olabilir ki, diye düşünmeden edememiştim ama Min Borin'in evindeki gibi, gül ağacından yapıldığını fark etmek zor olmamıştı.

"Jimin!" Eve girip kapıyı arkamızdan kapattığımız an kolumu sıkıca kavramış ve beni ona bakmam için zorlamıştı. Gözlerim doldu, dokunsalar ağlayacak dedikleri durumun içine sıkışıp kalmıştım ve beni bu durumdan kurtaran şey de çalan telefonum olmuştu. Yoongi küfrederek bıraktı kolumu, burnumu çekerken beni bıraktığı yerde baştan aşağı titredim.

Jungkook arıyordu, açmadan önce boştaki elimin tersiyle gözlerimi sildim. "Efendim?"

"Taehyung kafayı yemek üzere, o yüzden hemen konuya giriyorum." dedi küçüğüm. "Çukurda mısın, hyung?" Yokohama'dan ayrıldığımızı onlara söylemeyi tamamen unutmuştum. "Hala Haneda'dayız, Tae Yokohama'da olduğunu söyledi ama..."

"Jungkook, söylemeyi unuttum." dedim mahcup bir sesle. Yoongi kapının açıldığı salonda odun dolu şömineye ilerlerken ona sırtımı döndüm. "Bu sabah Yokohama'dan ayrıldık."

"Ne dedin?" diye aldı telefonu onun elinden Taehyung. "Jimin, neredesin sen?" diye sordu hemen ardından da. "Ben arkadaşıma kavuşamayacak mıyım ya?"

Böyle bir durumda bile burukça gülümsememe sebep olmuştu. "Osaka'ya geldik-"

"Yoongi hyung'dan önce seni döveceğim galiba."

Yutkundum. "Kimseyi dövmeyeceksin. Adresi şimdi mesaj olarak atarım, tamam mı?"

Birkaç saniye duraksasa da "Tamam." diyerek iç geçirmişti en sonunda. "At bakalım. Birkaç saat sonra görüşürüz."

"Görüşürüz." dedim ama ikimiz de kapatmadık.

"Jimin?" dedi Taehyung son kez.

"Hm?"

"Seni özledim."

Kendi kendime gülümsedim. "Ben de seni. Hadi, ilk uçağa binin."

Arama sonlanınca derin bir nefes alıp adresi yolladım, içimden ona kadar saydım ve en sonunda bedenimi Yoongi'ye doğru çevirdim. Az önce yanmadığına yemin edebileceğim şömine, şimdi saatlerdir yanıyormuş gibi alev alevdi. Yoongi önüne oturmuş, ateşi izliyordu. "Ne ara yaktın?" diye sordum şaşkınlıkla, soru dudaklarımdan istemsizce dökülmüştü.

Öfkeli bakışları aynı saniye içinde beni buldu, onu böyle görmeye dayanamıyordum. "Benimle konuşman için yangın mı çıkarmam lazım?!" diye kükredi, dayanma noktasını yerle bir ettiğimi fark edince sıkışan göğsümü rahatlatabilirmişim gibi çekiştirdim kazağımın yakasını. Yoongi oturduğu yerde donakaldı, bakışları kazağımın yakasına sabitlenmişti.

"Hyung?" dedim korkuyla.

"Buraya gel." dedi o derinden gelen pürüzlü sesiyle. Hipnoz olmuş gibi yanına gittim, yalnızca iki metre arkamızda dev bir koltuk vardı ama ikimiz de yere oturmayı seçmiştik. Yanına çöktüğüm an uzun parmakları kazağımın eteklerini tuttu ve ben karşı çıkmaya çalışırken de umursamadan gövdemi çıplak bıraktı. Kırmızı kazağım şimdi salonun köşelerinden birine fırlatılmıştı. "Ne oldu?" diye fısıldayarak sordu, dehşet içinde.

Dün gece çarptığım melek yüzünden vücudum morluklarla kaplıydı, yağmur damlaları beni rahatlattığı için farkına varmamıştım ve buraya gelmeden önce üzerimi değiştirirken görmüştüm. "Jimin?" diye tekrarladı Yoongi ısrarla, bakışları gövdemde geziniyordu.

Yutkundum. Meleklerle kavgaya tutuştuğumu söyleyecektim, ona neden haber vermediğimi soracaktı, Ida noona'yla sevişiyorsun sandım diyecektim. Tanrım, kafayı yemek üzereydim.

Sağ eli havalanıp sol göğsümdeki morluğa sürtündü, canım acımasa da dokunuşunun altında baştan aşağı titredim. Cevap vermeyeceğimi fark edince derin bir nefes almış ve bakışlarını pes edercesine gözlerime çevirmişti. "Sevgilim?"

Ve ben kırıldım.

Yoongi beni kollarına çekmeye çalıştı ama ben inatla ondan uzaklaşmaya çabaladım, bir yandan canımı yakmamak ama bir yandan da beni tutmak istediği için parmakları istemsizce kollarıma gömülmüştü. "Jimin," dedi yalvarırcasına, ben parçalara ayrılıyormuş gibi ağlarken. "Jimin, ne oldu?"

"Bırak beni." dedim hıçkırırken.

"Bırakamam," dedi, ağlayarak onu da üzüyordum ama elimden bir şey gelmiyordu. Ben çok kötü bir insandım, iğrenç biriydim ve Yoongi bunları bilmeden bana sevgilim diyordu. "Jimin-ah."

"Sana güvenmedim!" diye yırttım kendimi. "Beni aldattın sandım, tamam mı? Mutlu musun duyduğuna?"

Dudakları aralık kalırken parmaklarını kollarımdan çekmemişti. "Salona geri döndüğümde Ida noona'yla yukarı çıkarken gördüm seni. Beni beklememiştin."

"Aldatmadığımı nasıl öğrendin?" diye sordu sadece.

Ellerimle yüzümü örtüp başımı iki yana salladım. "Sabah noona söyledi."

Yeniden konuştuğunda sesinden şaşırdığı anlaşılıyordu. "Gece odadaydın..." Parmaklarımın arasından ona baktığımda açıklama ihtiyacıyla devam etmişti. "Saatler sonra geldim ben. Uyuyordun."

"Uyuyor rolü yaptım." diye itiraf ettim yediğim diğer haltı da. "Sen yokken uyuyamıyorum."

"Jimin, anlamıyorum..." diye mırıldandı, kollarımdaki parmakları bileklerime uzanmış ve ellerimi zorla da olsa yüzümden çekmişti. "Seni aldattım sandıysan neden gitmedin?"

"Nereye?"

Yüzünü hayatımda gördüğüm en acılı ifade kapladı. "Beni neden bırakmadın?"

Sen beni bırakınca ben sensiz nasıl nefes alacağım? Gece söylediği cümle aklıma düşünce yutkunarak iç içe geçirdim parmaklarımızı. "Başta gittim. Sinirlerim çok bozuktu, beni sevmiyorsun diye telefonda Taehyung'a epey ağladım. Japonya'ya geliyor şimdi."

"Neden geri döndün?" diye sordu bu sefer.

"Seni orada tek bıraktığımı fark edince kendime geldim, başta sadece duygularımla hareket etmiştim ama mantığım en sonunda devreye girebildi. Sen içerideydin ve dışarısı melek kaynıyordu." Bakışlarımı gövdeme kaydırıp yavaşça silktim omuzlarımı. "Bir tanesiyle çarpıştım, morluklar ondan kalma."

Ellerimden birini bırakıp iki parmağının arasına aldı çenemi, başımı kaldırıp bakışlarımızı buluşturdu. "Bir tanesiyle?" dedi soru sorar gibi bir sesle, başımı salladım. "Doğru mu anladım? İçeride Ida'yla sevişiyorum sandın ve dışarıda benim için meleklerle savaştın? Sabahtan beri benimle konuşmama sebebin de bana karşı kendini suçlu hissetmen?"

"Özür dilerim." dedim titreyen sesimle, cümlesi biter bitmez.

Birkaç saniye boyunca tepkisiz kalıp öylece gözlerime baktı, hemen ardından ben ne olduğunu anlamadan vücudumu kendine çekmiş, yere yatmamı sağlayıp üzerime eğilmişti. Bir kolu başımın altında yastık görevi görüyordu, bacaklarından birini bacaklarımın üstüne kapatıp beni kafeslemişti ve boştaki eli de yanağımı avuçlamıştı. "Park Jimin," dedi içimi titreten bir sesle mırıldanarak. "Seni hak etmek için önceki hayatımda ne yapmış olabilirim, günlerdir bunu düşünüyorum ama fark ettim ki seni hak etmek için çabalamaya devam etmem gerekiyor."

"Hayır, hyung-"

"Jimin, kalbini kırıyorsam beni bırak." dedi acımadan. "Dün dışarı çıktığında... dayanamadım, aç karna alkol almıştım, bahane değil, biliyorum ama... her seferinde Namjoon'u seçmene dayanamadım. Beklemem lazımdı. Özür dilerim."

Beni bırak. Asıl bu cümlenin kalbimi paramparça yaptığını bilmesi gerekiyordu. Ellerim havalanıp yanaklarını buldu, telaşsız, sakin bir şekilde kendiminkine çektim yüzünü. Gözlerimiz yarı yolda kapanmış, dudaklarımız buluştuğu an ölümsüzlük iksiri damarlarımızda akmaya başlamıştı. İkimizi de alarak konuşuyordum, çünkü artık ikimizin de aynı şeyleri hissettiğini biliyordum. "Sevgilim," diye fısıldadım onu öpüşlerimin arasında. Şöminenin ateşi çıplak tenimi kavuruyordu ama asıl yangın dudaklarımdaydı. Ona sevgilim demem için gerçekten de yangın çıkarması gerekmişti, gözlerim kapalıyken pembe teninin üzerinde tembel tembel gülümsedim. "Yoongi."

Bu sefer o beni öptü, acele etmeden, bir saniyeyi dakikalara yaya yaya. Bir saniye, bir saniye, binlerce öpücük, bir saniye. Yanaklarındaki ellerimi kaydırarak ensesinde çaprazladım, beni kafeslediği bacağının yardımıyla üzerime tamamen çıktı, bir kolu başımın altında kalmaya devam ederken diğeri yere yaslıydı. Kasıklarımızı birbirine sürttüğünde dayanamayıp yerlerimizi değiştirdim, fazlasıyla uzamış olan saçları başının etrafında dağılırken dudaklarında uyuşuk bir gülümseme vardı. Ağlamaktan yorulmuş, yanı başımızdaki ateşten mayışmıştık. Çok güzeldi. Kollarımın arasında, bedenimin altında, sıcaktan pembeleşen teni ve öpüşümle koyulaşan dudakları... Gözleri parlıyordu, yan tarafımdaki şömineden çok daha büyük bir ışık saçıyordu bakışları bana odaklıyken. Üzerinde hafifçe yükselip ağırlığımı vermeden oturdum kucağına, kasıklarımı hareket ettirip aramızdaki kumaş katmanlarına rağmen ikimizi de çıldırtacak bir hız yakaladım. Bu sefer beni durdurmaması için, içimden bildiğim bütün tanrılara yalvarmaya başladım ama asıl yalvarmam gereken tanrı hemen altımdaydı. Asıl çıldırtmam gereken tanrı yarı kapalı gözleriyle hareketlerimi izliyordu.

Kollarıma tutundu, hareketlerimi bir an için hızlandırıp huysuzlanacağını bildiğim bir anda durdum, bana inanamıyormuş gibi bakarken de umursamadan indim kucağımdan. "Jimin-" diye başlamıştı ki pantolonundaki şişliğe kapanan parmaklarımla nefesini tuttu, az önce yarı kapalı olan o gözleri şimdi irice açılmıştı. Beklemeden eğilip dudaklarımı dudaklarına yasladım, onu ikna edeyim derken kendimi kaybetmiştim. "Lütfen," diye mırıldandım dudaklarımı boynuna kaydırırken, başını geriye atıp tenini öpebilmem için bana yer açtı. "Yoongi..."

Parmakları saçlarıma karıştı, kumaşın üzerinden onu avuçladığımda sırtı zeminde bir yay gibi gerilmişti. "Lütfen..."

"Jimin, Jimin, dur," dedi hırıltılı sesiyle. Parmaklarım hareket etmeyi kesti ama yerlerinden ayrılmadı, başımı boynundan çekip gözlerine baktım. "Dur." diye tekrarladı, bu sefer tamamen uzaklaştım bedeninden. İstemiyordu, sebebini bilmiyordum ama ne olduysa olmuştu ve beş kitap boyunca aslında seks yaptığını bildiğim adam seks yapmaz olmuştu.

Dizlerimi kırarak oturmuş, öylece ateşi izliyordum, pantolonumun içinde durumlar hiç iyi değildi. Yoongi ben onu bırakır bırakmaz ayaklanmış, banyoya gideceğini düşündüğüm an onun tarafındaki elimi yakaladığı gibi onun peşinden ayağa kalkmamı sağlamıştı. Şaşkınlıkla ne yaptığını izledim, geriye doğru attığı birkaç adımda bahsettiğim dev koltuğa ulaşmış, sırt üstü uzanırken beni de kendine çekmişti. "Soru sormak yok." diye fısıldadı dudakları dudaklarımı bulurken ve o saniyeden sonra ikimizin de aklı bedenini terk etti. Yoongi'yi bunca yıl aklımla sevmiştim, hayatıma girmişti de kalbimle sevmiştim, ve şimdi de tenimle sevecektim.

Boynunda fazlasıyla vakit harcadım ama bundan ne o, ne de ben pişmandık. İnce tenini dudaklarımın arasına alıp emerken parmaklarım gömleğinin düğmeleriyle uğraşıyordu, göğsü en sonunda açığa çıkınca dudaklarımın yeni durağı belli olmuştu. Önce o yara izlerini tek tek öptüm, dilim hepsinde gezinip bunca yılının tadına baktı. Yoongi'nin parmakları saçlarımdaydı, dudaklarından dökülen o güzel mırıltılar içimde yankılanıyordu sanki. Göğüs uçlarıyla tek tek uğraştım, dudaklarım biriyle ilgilenirken diğeri parmaklarımın arasındaydı. En sonunda çıldırttığım tanrı pantolonumun belini o uzun parmaklarıyla yakalamış ve kasıklarımızı sertçe birbirine bastırmıştı, başımı geriye atarak önüne geçemediğim bir inlemeyi kaçırdım dudaklarımdan. "Hadi," dedi nefes nefese. "Dayanamıyorum."

Kalbinin üstünü öpüp kucağında doğruldum, elleri iki yanına düşerken yeniden hareketlerimi izlemeye başladı. Kemerini çözdüm yavaşça, parmaklarımı şişkinliğin üzerinde gezdirdim. Asıl olaya geçmeden, ön sevişmeyi elimden geldiğince uzun tutmaya ve tadını çıkarmaya çalışıyordum çünkü bu kadar güzel bir varlığın benimle kalma olasılığı yoktu, onu her öpüşümde bu gerçeğin bilincine varmış ama küçük bir çocukmuşum gibi zihnimin gerilerine itmiştim. Bu bir saniyenin büyük bir bölümünü onu izlemeye ayırmaya ihtiyacım vardı.

Ama Yoongi benim gibi düşünmüyordu, ben pantolonuyla uğraşırken dirseklerinin üzerinde doğrulmuş ve gövdesinin iki yanına açılan gömleği kollarından çıkarıp koltuktan aşağı atmıştı. Bu tek başıma yaşayabileceğim bir rüya değildi, o yüzden onu daha fazla bekletmeden pantolonun düğmesini açıp fermuarını indirdim. Dizlerine kadar sıyırmayı başardım, bana yardımcı olmak için kalçalarını hafifçe yükseltmişti. Dudaklarım kumaşın üzerinden aletini buldu, sıcaktı ve dokunuşumla beraber seğirmişti. Yoongi inleyerek geriye düştü, bileklerini alnına yaslamıştı. Dilimi baksırının lastiği boyunca gezdirdim, artık benim de dayanma gücüm kalmamıştı.

Baksırını indirmek istediğimi fark edince başını kaldırarak bakışlarımızı buluşturmuştu, kalçalarını yeniden yükseltti ve bu sefer pantolonunu da çıkararak altımda tamamen çıplak kalmasını sağladım.

Soru sormak yok.

Sormadım, ama kasıklarındaki yaraları gövdesindekilerden ayırmadım da. Dudaklarım her santimini öptü, bakışlarımız ayrılmadan onu ağzıma aldığımda yüzü kasılmış, dudakları aralanmıştı. O arsız gülüşünden eser yoktu, beni bunca zaman çıldırtan adam ona dokunuşumla çıldırıyordu şimdi. Dilimi tepesinde gezdirdim, çoktan ıslanmıştı.

Üzerinden kalktığımda merakla diğer hamlemi beklemeye başladı, bir elim kemerime giderken diğeri yüzüne uzandı, iki parmağımı dudaklarının arasına bıraktım. Gözlerime bakarak emmeye başlamış, hiçbir noktayı es geçmemişti. Onun gibi çıplak kaldığımda "Sen-" diyerek koltukta doğrulmaya çalışmıştı ama izin vermeden yeniden üzerine uzandım, dudaklarım dudaklarını, parmaklarım bacaklarının arasını buldu. Onu hazırlamak için bir tanesini içine yolladığımda öpücüğün içine şimdiye kadar duyduğum en günahkar inlemeyi bırakmıştı. Bacaklarını iyice aralayarak olayın hızlanmasına yardımcı oldu. Ben de ıslanmıştım, kasıklarımız sırılsıklamdı ve öpüşürken sürekli birbirimize sürtünüyor olmamız ikimize de yardımcı olmuyordu.

Hazır olduğundan tamamen emin olunca dudaklarımızı ayırıp parmaklarımı çektim ve kendimi hizaladım, uzun parmakları omuzlarıma sıkıca tutunuyordu. Dudaklarımızı son kez buluşturdum ve Yoongi bana sıkıca sarılırken de kendimi yavaşça ittim, öpüşmeyi istemsizce kestiğinde yeterince hazırlamadığım düşüncesiyle yüzümü yüzünden az da olsa uzaklaştırmıştım. "İyi misin?"

Başını sallayarak beni onayladığında yavaş da olsa hareket ettim, onun da tıpkı benim gibi, uzun süredir seks yapmadığı belliydi. Altta olan ben olsaydım ondan daha çok zorlanırdım. Başını hafifçe geriye atıp bakışlarımızı ayırdığında dudaklarımı çene çizgisi boyunca gezdirdim, kollarım etrafını sarıyordu şimdi.

Yoongi'nin gevşemesi birkaç saniye sürdü, içinde tamamen yer etmemin ardından hareketlerimi hızlandırmış, inlemelerimiz ahşap evin duvarlarında yankılanırken ikimizi de ulaşabildiğim en yüksek buluta taşımıştım. Beni öpüyor, asıl noktasına isabet ettiğim an inleyerek başını geriye atıyordu. Kollarımdan biri etrafını sarmaya devam ederken diğer elimi bedenlerimizin arasına sokup sertliğini parmaklarımın arasına aldım. İçindeki hareketlerime zıt bir tavırla onu çekmeye başladığımda gözleri geriye yuvarlanmış, omzumdaki kolları sıkılığını kaybetmişti. Titriyordu, teni tenimin altında titriyordu, onun alevi beni buhar ediyordu.

"Jimin, Jimin, Jimin..." Son vuruşumla beraber sırtı yay gibi gerindi altımda, gözleri geriye yuvarlandı, parmaklarımın arasında boşaldığı sırada dudaklarından o güzel inlemesi dökülmüştü. Benim de onun ardından gelmem uzun sürmedi, yüzümü boynuna gömerek, içinden çıkmadan, ikimizin de o buluttan düşmesini bekledim.

Bir kolu sırtımda tembel tembel dinlenirken diğer elinin parmakları ensemdeki saçlarla oynuyordu. Nefeslerimiz düzene girene kadar dakikalar harcadık öylece. "Yoongi," diyerek en sonunda konuşan ben oldum. "Hm?" diye karşılık verdi, kalbi kalbimin altında öyle güzel atıyordu ki.

"Bana üç soru hakkı vermiştin, son soru hala duruyor."

Bir an kasıklarındaki yaraları soracağımı düşünerek panikledi, kalbinin atışı değişince üzerinde hafifçe yükselip içinden çıktım, kendini tutamadan bir inleme kaçırdı dudaklarından ve sonra da bana yüzyılın konserini vermemiş gibi kıpkırmızı kesildi altımda. "Benimle kalır mısın?" diye sordum daha fazla gerilmesini önlemek için. "Bu yolculuk bittikten sonra? Benimle Seul'e döner misin?"

Birkaç saniye boyunca anlamadığını belli edercesine gözlerime baktı. Öz güvenimin beni yavaş yavaş da olsa terk ettiğini hissettim. İşsizdim, elimde ona verebileceğim fırsatlar da yoktu şimdi ama iş bulurdum, o benimle olduğu sürece benim yapamayacağım şey yoktu. "Benimle kalır mısın?" diye tekrarladım, bu sefer sesim titriyordu.

Gözleri normalden biraz daha fazla parlayınca fark ettim göz yaşlarını, ilk damla gözünün kenarından koltuğa damlarken dudaklarımla yakaladım. "Çok isterim." diye fısıldadı. "Çok isterim, Jimin-ah."

**

Kapı gürültüyle yumruklandığında Yoongi'nin altında korkuyla sıçradım, o da üstümde yükselerek çattığı kaşlarıyla kapıya bakıyordu. Altındaydım, çünkü tüm o benimle kalır mısın romantizminden sonra birkaç dakika boyunca ağlayan Yoongi en sonunda sıra bende, deyip beni altına almıştı.

"Park Jimin!" Taehyung'un çığlıklarıyla beraber Yoongi'yi üzerimden attım, koltuktan düştüğünde homurdanmaya başlamıştı bile. "Üstünü giyin, çabuk!" diye tısladım pantolonumu yerden alırken. Yoongi en sonunda neler olduğunu fark etmiş, bedeninin kirli olmasını umursamadan benim gibi hızlı hızlı giyinmeye başlamıştı.

Jungkook'un "Belki de yanlış gelmişizdir..." dediğini duydum ve onun cümlesi biter bitmez Taehyung kapıyı dövmeye başladı. "Park Jimin!"

"Geliyorum!" diye bağırdım, yumruklar kesilirken salonun içinde kazağımı arıyordum. Şömine bitmek üzereydi, ona da yeni odun bulmamız gerekiyordu. Dönüp son kez Yoongi'yi kontrol ettim, gömleğinin düğmelerini iliklemekle meşguldü.

Koltuk korkunç görünüyordu.

Yoongi bakışlarımı takip edip mobilyanın halini görünce, beklemeden kendini üzerine atıp manzarayı kapattı, gülüşümü bastırmak için alt dudağımı ısırırken adımlarımı kapıya çevirdim. Kilidi açtığım an Taehyung üzerime uçmuş, kollarını etrafıma sımsıkı sarıp beni birkaç santim de olsa havaya kaldırmıştı. Jungkook da evin içine onun ardından girip kapıyı arkasından kapattı ve sırt çantasını umursamadan yaslandı, Taehyung'un omzundaki suratımı görünce dudaklarına güzel bir gülümseme yayılmıştı. "Hyung!" dedi heyecanla.

"Nerede o Yoongi?" Taehyung sevgi gösterisini bitirip beni öylece bıraktığında düşmemek için geriye doğru sendelemek zorunda kalmıştım. Onunla en son Yoongi hakkında konuştuğumda ağlama krizine girmiştim ve buraya gelmeden önce onu döveceğini de söylemişti, sadece, ciddi olduğunu düşünmemiştim. "Taehyung!" diye koştum peşinden, Yoongi olay yerini korumayı bırakmadan uzandığı için kendini savunamamıştı, Taehyung'un yumruğunu havada yakaladım. "Sakin ol!"

"Kendine bir şey yapacaksın diye ödüm koptu, ne demek sakin ol?!" diye kükredi. Neyse ki Jungkook imdadıma yetişmiş, eşini, gövdesine sardığı kollarıyla geriye çekmeye çalışmıştı. "Bir de öylece uzanıyor, kalksana!"

Jungkook'un bakışları Yoongi'nin ve koltuğun üzerinde gezindi ve nasıl oldu bilmiyorum ama, anladı. Suratı kıpkırmızı kesilirken bakışlarımız buluşmuştu, yalnızca bir saniye sürmüştü ama şimdi benim de yüzüm yanıyordu. "Taehyung, gel biz mutfağa gidelim." Konuşurken bana bakmıyordu ama benimle konuştuğunu biliyordum. "Mutfak ne tarafta, hyung?" diye sordu.

"Bilmiyorum, şu kapılardan biri." dedim panik içinde. Taehyung duraksadı, bakışları eşiyle benim aramda gidip gelmiş ve en sonunda Jungkook'ta duraksamaya karar vermişti. "Sana ne oldu?" diye sordu ilgiyle, az önce cinayet işleyecek olan kişi kendisi değilmiş gibi.

Jungkook onu, cevap vermeden en yakındaki kapıya çekiştirdi, salonda ikimiz kaldığımız an Yoongi koltukta doğrularak oturmuş "Biz ne yapacağımızı bilmiyoruz, bunlar nereden çıktı?" diye sormuştu. Taehyung'un söylediği şeylerden rahatsız olduğunu biliyordum.

Ne yapacağımızı bilmiyoruz dediği an aklıma bugün Derevo'nun bana verdiği kağıt gelmişti, hala sabahki pantolonumu giyiyordum, arka cebimdeydi. Kağıdı çıkarıp Yoongi'ye uzattım, kaşlarını çatarak ne olduğuna bakmak için katları açmaya başladı. "Okuyamadım." dedim, onun okuyabileceğini biliyordum.

Beni yanıltmadı. "Misafir." dedi gözleri kısılırken. Bakışları yavaşça bana döndü. "Misafir?"

Ve tam o anda da kapı, az öncekinin aksine oldukça sakin bir şekilde çalındı. Yoongi'yle bakışlarımız anında o tarafa döndü, gittikleri yerde konuştuklarını duyduğum Taehyung ve Jungkook bile sessizliğe bürünmüşlerdi. "Başka birini bekliyor muyuz?" diye sordu Yoongi, kısık sesle.

Başımı yavaşça iki yana salladım, benim gibi ayaklanarak yanımda durdu, parmaklarımız iç içe geçti. Jungkook'un gittikleri yerden "Hyung?" diye seslendiğini duydum. Yoongi de ben de kapıya doğru bir hamlede bulunmadık.

"Jimin?" Taehyung bir anda yanımda belirdi, endişeli bakışları yüzümde dolaşıyordu. "Sorun ne?"

"Taehyung, arkama geç." dedim yavaşça. Normal zamanlarda böyle bir şey desem boyumla dalga geçip beni zorla arkasına alırdı ama nasıl bir ses tonu kullandıysam, söylediğim kelimeler istediğim etkiyi yaratarak Taehyung'un arkama geçmesine sebep olmuştu. Beni dinlemeyen kişi Jungkook'tu, kapı çalmaya devam edince hiçbirimizin gösteremediği cesareti sırtlanıp ona karşı çıktığımız halde kapının yan tarafında kalan, kalın perdelerle örtülü pencereye yaklaştı. O perdeyi araladığı an kapıdaki vuruşlar kesildi, gelen kişi, misafir, her kimdiyse Jungkook'la göz göze gelmiş olmalılardı çünkü küçüğüm olduğu yerde kaskatı kesilmişti.

"Jungkook," diyerek arkamdan çıkıp eşine doğru ilerledi Taehyung, Jungkook'u gerçekliğe getiren de onun endişeli sesi oldu. Kocaman açtığı gözleriyle bedenini bize çevirdi, dudakları titriyordu. "Hoseok-ie hyung." kelimeleri döküldü dudaklarından. "Hoseok-ie hyung burada."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro