32; 横浜市
bu kısmı okumadan geçmeyin lütfen :') öncelikle bu bölüm 7k kelime, ne zamandır şöyle uzun bir bölüm yazamıyordum o yüzden şu an içim çok rahat, yorumlarınızı eksik etmeyin :') onun dışında, finale çok az kaldı ve ben bu kurguyu bitirmeye hazır hissetmiyorum, o yüzden de her hafta bölüm yetiştirmem lazım telaşıyla, yazmayı böylesine sevdiğim bir hikaye güme gitsin istemiyorum. karakterlere ve size hak ettiğiniz son bölümleri yazabilmek için oturup güzel güzel vakit harcamak istiyorum ki bu da bir haftada olacak bir şey değil, bu sebeple de artık önümüzdeki birkaç bölüm her hafta gelmeyecek. sinirlenip hikayeyi okumayı bırakanlar elbette olacaktır ama ben size saygı duyup asla bölümsüz bırakmadım, şimdi aynı saygıyı sizden bekliyorum. son demleri güzel geçsin.
iyi okumalar, mika out
_________________________________
"Jimin, sakinleş."
Uçağa binmek üzere etrafımızda yolcu kafilesiyle beraber sırada beklerken Yoongi'nin kurabildiği tek cümle buydu: Jimin, sakinleş. Söylemesi kolaydı, cidden. Taehyung konu Japonya olduğunda hala geçmişte olanları aşabilmiş değildi. Oraya geldiğinde bize ayak bağı olmayacağının, belki de sonuna ulaşmayı başardığımız bu görevi mahvetmeyeceğinin garantisi yoktu. Taehyung kitapların hayranı değildi, ona Yoongi'nin asıl kimliğini, tüm bu zaman boyunca yaşadıklarımızı nasıl anlatır, nasıl açıklardım?
Yoongi kimliklerimizi ve biletlerimizi sıkıca tuttuğum elimden alıp görevliye uzattığında az da olsa kendime gelebilmiş, kapılardan geçtiğimiz an "Hyung," diye fısıldamıştım çaresizce. Boştaki eli kendi tarafındaki elimi sımsıkı tutmuştu. "Taehyung'a engel olmam lazım."
"Diğerini ara."
Gözlerim hafifçe irileşirken yürümeyi kesmiştim, arkamdan gelen yolcular onlara engel olduğum için rahatsızlıklarını dile getirirken Yoongi beni uçağa doğru çekiştirmeye başladı; boştaki elim telefonumun ekranıyla uğraşıyor, parmaklarım rehberde Jungkook'un adını arıyordu. Uçak kalkmadan bu işi halletmem gerekiyordu yoksa Tokyo'ya gidene kadar ikisine de ulaşamayacak ve Japonya'ya gelmelerini engelleyemeyecektim. Uçuşta geçecek olan iki saatte Taehyung çoktan bilet bulup hazırlanmaya başlamış olurdu.
"Hyung?" diye açtı Jungkook telefonu, sesine panik kırıntıları bulaşmıştı. "Hyung, Tae'yi zor tutuyorum."
Uçağa bindik, Yoongi koltuklarımıza ilerlerken de koridorda yürümeme yardımcı olmuştu. "Jungkook, onu dinleme. Kötü bir şey olmuyor, sakın gelmeyin."
"Japonya'ya gidiyorsun!" diye yükseltti sesini küçüğüm. "Ne demek kötü bir şey olmuyor?"
"Jungkook çukura gitmiyorum!" diye tısladım, uçağın koridoru kalabalık olduğu için bana yakın olan yolcular söylediklerimi duymuş, bazıları merakla ve bazıları da onaylamaz bakışlarla bana bakmıştı. Kendi koltuklarımızın olduğu sıraya geldiğimiz an Yoongi beni o daracık alanda cam kenarına doğru itti, ben yerime geçmeye çalışırken o da üçlünün orta koltuğuna oturmuştu. "Yanımda Yoongi var, saçmalamayın."
Jungkook bir şey diyemeden hattın diğer ucunda Taehyung belirmişti. "Yoongi hyung'u telefona ver.
"Bana inanmıyor musun?" diye sordum dehşet içinde. Yolcular yerlerine yerleşirken hostesler onlara yardımcı oluyordu ve tam o anda uçağın içinde bir anons yapıldı, kaderin en büyük cilvesi olacak şekilde de Taehyung bu anonsu duydu. "İnanmıyorum." dedi acımadan. "Geçen sefer giderken de iyiyim, demiştin. İyiyim, deyip uçağın kalkıyor diye kapatmıştın telefonu, sonra altı ay haber alamadım senden."
Gözlerimi sıkıca yumup derin bir nefes aldım, "Yoongi hyung'u ver." diye tekrarladı Taehyung.
Yoongi zaten beni izliyordu, telefonu yalvaran bakışlarımla ona uzattığımda sorgulamadan alıp kulağına yaslamış ve Taehyung'u karşılamıştı. Birkaç saniye boyunca sessiz kalıp Taehyung'un konuşmasını dinledi, en sonunda da "Böyle bir şey olmasına izin vereceğimi mi düşünüyorsun?" diye sordu. Sesi neredeyse tehditkar çıkıyordu ama Yoongi'nin bilmediği şey şuydu ki Taehyung onu tanımıyordu, bu soğuk tavırları konu ben olduğumda Taehyung'a sökmezdi. "Jimin gelmeni istemiyor." dedi Yoongi. "Ben de istemiyorum."
Taehyung bağırmaya başlamıştı, ne söylediğini seçemiyor olsam da sesini bu kalabalık, kalkışa hazırlanan uçağa rağmen duyuyordum. "Benimle." dedi Yoongi Taehyung'un çığlıklarına zıt, sakin bir sesle. "Bir şey olmayacak."
Taehyung yeniden konuştuğunda sesi duyulmuyordu ama her ne söylediyse Yoongi'nin bakışları bana dönmüştü, gözlerimin korkuyla irileştiğini hissettim; çukurda neler yaptığımı Yoongi'ye zaten anlatmıştım ama Taehyung'un benim gibi üstü kapalı anlatacağının garantisi yoktu. Şimdi bu adam benim ne haltlar yediğimi Taehyung'un kelimeleriyle öğrenirse ben onu yalnızca birkaç gün içinde benimle kalmaya nasıl ikna ederdim?
"Tamam." dedi Yoongi. Telefonu kulağından çekip ekranına bakmadan bana uzattı. Arama kapanmıştı. "Ne oldu?" diye sordum. "Ne dedi? İkna ettin mi?"
"Ettim." dedi Yoongi. Yanındaki boş koltuğun yolcusu geldi tam o anda, ben de doğal olarak Taehyung haftada dört farklı insanla beraber olduğumu sana söyledi mi, diye soramadım. Yoongi aynı ifadeyle bana bakıyordu, sinirli ya da tiksinti dolu değildi; aksine, oldukça korumacı ve sahiplenici görünüyordu. "Özür dilerim." diye mırıldandım yalnızca onun duyabileceği bir sesle, telefonumu kapatmak üzere bakışlarımı kaçırırken. "Seni uğraştırmak istemezdim ama konu Japonya olunca bana hala güvenmiyor..."
"Sana karşı fazla korumacı." dedi Yoongi. "Beni sevmiyor."
Eh, o da Taehyung'a pek insanca davranmamıştı ama bunu yüzüne vurmadım. Artık uzun süredir bu dünyada olduğu için insanlarına alışmıştı, Taehyung'un benim için ne kadar değerli olduğunu da öğrendikten sonra sırf eşi var diye ona sırt çevirecek biri değildi. "Seninle daha yakın olmamı kıskanıyor." diye mırıldandım. "Boş ver."
Bir süre boyunca sessiz kaldı, telefonumu fermuarlı cebine koyduğum montumu üzerimden çıkarmaya başladım. "Jimin?" diye seslendi Yoongi yavaşça. O an bize uçuş kurallarını anlatan hostesi dinlememiz gerekiyordu ama biz yalnızca birbirimize bakıyorduk. Yoongi bir şey sormak istiyordu, bense yüzündeki o saf şaşkınlığa iç geçirmemek için kendimi sıkıyordum. "Benimle daha mı yakınsın?"
Öylece bakakaldım suratına, böylesine şaşırdığı şey bu muydu? Montumun dizlerimin üzerinden kayıp önümdeki koltukla arama sıkışmasını umursamadan ona çevirdim bedenimi, elimden geldiğince. Parmaklarım yüzüne uzandı, çenesinin altına indirdiği maskenin el verdiği kadar avuçladım yanaklarını, başını kendiminkine doğru çektim. Yüz ifadesi yerini korusa da onu kendime çekmeme izin verdi, dudaklarını bulduğumda da insanlar beni okudu, diye ağlayan o adam onu insanların içinde öpüyor oluşumu terslemeden, bana sinirlenmeden içindeki ateşi serbest bıraktı ve tenim yandı; Yoongi beni öperken etim etinin altında kavruldu. Uzun parmakları benimkilerin üzerine kapanmıştı. Ateşini kana kana içtim, ben suydum ama ben onun ateşinden güç alıyordum, buna hiçbir zaman yeterince mantıklı bir açıklama getiremeyecektim; hayatımda ilk defa aşık olmuş olmanın deneyimiyle konuşabiliyordum yalnızca, Yoongi'ye olan sevgim hakkında hiçbir şey mantıklı değildi. Delirmiştim, aşkından delirmiştim. "Sen benim en yakınımsın." dedim dudaklarımız ayrılıp da buluşma işini alınlarımıza devredince. Gözleri kapalıydı, yaktığını biliyormuş gibi başparmağını dudaklarımda gezdiriyor, küllerini topluyordu.
Aynı karşılığı ondan beklemiyordum, ben en başından beri konu o olduğunda kalbimi oyun hamuru diye avuçlarının içine bıraktığımın farkındaydım. Elbette değer veriyordu, ne zaman yaralansam, zarar görsem üzülüyordu, ayrıca hastanedeykenki şu Jimin'im faciasını da unutmamak lazımdı ama ben Yoongi'nin Hope isimli arkadaşına verdiği değeri biliyordum. Kollarımda onun ölümüne ağlamıştı, kardeşi gibi büyüttüğü birinden bahsediyorduk burada. Yoongi benim en yakınım, bana benden daha yakınım diye onun hayatında aynı role bürünmeyi beklemiyordum; ben zaten Yoongi'yi karşılık bekleyerek sevmiyordum. Ama Yoongi "Sen de benim," diye fısıldadı dudaklarıma, nefes nefese. "Sen de benim en yakınımsın, Park Jimin."
**
Kimlik kontrolünün ardından diğer yolcularla beraber konveyörün önüne geçmiş, çantalarımızı bekliyorduk. Yoongi uçaktaki uykusu yarım kaldığı ve kimlik kontrolü sırasında evlilik cüzdanımızı kontrol eden görevli yüzüklerimizin yokluğunu sorguladığı için fazlasıyla huysuzdu; onun tarafındaki kolum beline sarılırken başını omzuma yaslamasını sağlamış ve az da olsa rahatlaması için çabalamıştım. İlk benim çantam göründü, Yoongi'yi aceleyle bıraktığımda havada boş boş sallanmış ve kaşlarını çatarak bana bakmıştı. "Bırakmasana." dedi dudakları öne çıkmış bir halde, gerçek anlamda ayakta uyuyordu.
Çantamı sırtıma takarken "Ha?" diye sordum saf saf.
"Bırakma beni." diyerek kollarını belime sardı ve başını az önceki yastığına, omzuma koydu. Bize yakın olan yolculardan birkaçı halimizi görmüş ve bana gülümsemişlerdi, bense daha bu şoku atlatamadan Yoongi'nin çantasını bantın üzerinde görmemle beraber onu ikinci defa bırakmaya yeltenmiştim ama benimle beraber adım atıp benimle beraber eğilmişti. "Çantanı al, ağır bu." diyerek ondan kurtulmaya çalıştım, en sonunda oflayarak geriye çekilip çantayı elimden aldı ve sırtına taktıktan sonra da zar zor açtığı gözlerini gözlerime dikti.
Tokyo'daydık, hava buz gibiydi ve Yoongi'nin Jeju'daki tahammülünden eser yoktu. Havaalanından dışarıya adım attığımız an titremeye başlamıştı, Korece olmadığına emin olduğum kelimeler kullanmaya başladı, bana Chimmy'nin mırıltılarını hatırlatmıştı ve dudaklarımın kıvrılmasına engel olamadım. Gülümsemem, bakışlarım Yoongi'den kayıp hemen arka tarafında, yaklaşık üç metrelik mesafesinde duran dört kişilik gruba takılınca silinmişti.
Melekler.
"Hadi, Yoongi." Onu yakalayıp en yakındaki taksiye sürüklemeye başladım, hyung demediğim için biraz daha yüksek sesli homurdanmaya başlamıştı ama onu koruma güdüm gün yüzüne çıkınca onun küçüğü gibi hissetmiyordum; o an için aklımda olan tek şey onun güvende olduğundan emin olmaktı, sırf bu yüzden saygısız olarak anılacak olmam umurumda değildi.
"Kashimada istasyonuna gidiyoruz." Haneda'dan Kashimada'ya taksiyle gitmek akıl işi değildi, hele ki artık işsiz olduğumu düşünürsek ama Yokohama dışında Haneda'dan en fazla uzaklaştığım yer orasıydı ve Yoongi'yi yabancısı olduğum bir bölgede koruyamazdım. "Biraz hızlı olursak sevinirim."
Nasıl olmuştu bilmiyordum ama Yoongi taksiciyle Japonca konuştuğum halde ne söylediğimi anlamış, öfkesini bir kenara bırakıp irice açtığı gözlerini üzerimde gezdirmişti. "Sorun ne?"
"Sorun yok." dedim gülümseyerek.
Bakışları gülümsememe takıldı. "Neden hızlı gidiyoruz?"
Uçaktayken Tokyo'ya inince herhangi bir araca binersek sürücüden yavaş kullanmasını rica ederiz, demişti. Korktuğumu biliyordu, biz öpüştükten sonra bu işin bitmek üzere olduğunu hatırlamış gibiydi ve kalan zamanımızı en iyi şekilde değerlendirmek istiyordu. Ben de yanından geçtiğimiz yerleri sana anlatırım, diye karşılık vermiştim söylediğine, Tokya kendi memleketimmiş gibi. Şimdiyse son sürat ilerleyen arabanın içinde, yağmur camları döverken turistçilik oynamaya fırsatımız yoktu.
"Uykun var." diye cevapladım ve yüzüne bakarak yalan söylemeye devam edemeyeceğim için başımı pencereye çevirdim. "Hemen bir otele yerleşelim de uyu. Yıllar önce geldiğimde, ilk gün Kashimada'da bir otelde kalmıştım, hala orada mı bilmiyorum tabi ama-"
Kaldığım yer dünyanın en rezil yeriydi, çukurdan daha rezildi hem de ama dilini zor konuşup ilk defa ayak bastığım bir ülkede daha iyi bir seçenek bulamamıştım. Üzerimde fazla bir para yoktu, internette oteli Korelilerin işlettiğini okuyup da kalmaya karar vermiştim. Şu an tek isteğim havaalanından uzaklaşmaktı, otel eski yerinde değildiyse de bir yer mutlaka ayarlardım.
Yoongi'nin uzun parmakları çenemi tutup başımı kendine çevirdiğinde yutkunmam gerekmişti. Birkaç saniye boyunca gözlerime baktı. "Korkmuşsun."
Yine biz bizeydik işte, günler sonra yine sadece ikimizdik. Sona yaklaştıkça başı tekrarlıyorduk resmen, Jeju zirve noktasıysa öncesi ve sonrası paraleldi, ben yine onun için asla yapmam dediğim şeyleri yapıyordum ve o yine benim korktuğumu sadece bana bakarak anlıyordu. Finalde ne olacaktı? Kapımı nasıl çalıp girdiyse evime, kapıyı öyle çarpıp gidecek miydi benden?
"Gel buraya." Yoongi'nin aksine ben çantamı çıkarmamıştım, beni kollarına almadan önce omuzlarımdaki askıları indirerek vücudumu adrenalinin etkisindeyken fark etmediğim ağırlıktan kurtarmıştı. İki yapboz parçası gibi uyduk yine birbirimize, Yoongi "Hyung burada." dedi ve ağlamayacağım vardıysa da gözlerim doldu. Koruyacaktım, hayır, ona hiçbir şey olmayacaktı. Bu gücün bana verilme sebebi Yoongi'ydi ve bu gücü bana verenler kullanmaya ihtiyaç duyacağımı biliyormuş gibi Tokyo'ya bu sağanak yağmuru yollamışlardı. O sikik şeytanların Yoongi'yi benden almasına asla izin vermeyecektim.
"Ben buradayım." dedi Yoongi parmakları saçlarıma karışırken. "Evdesin."
Yabancı bir ülkede, yabancı bir arabada ama Yoongi'nin kollarındaydım yani evet, evdeydim.
İstasyona varınca taksiciye parasını verip arabadan indim, inmek için beni bekleyen Yoongi de peşimden geldi. O, yağmura karşı korunmak amacıyla montunun şapkasını başına geçirirken ben etrafıma bakarak yıllar öncesini hatırlamaya çalışıyordum. "Şu taraftan."
El ele tutuşup geçtik karşıya, Yoongi tek kelime etmeden adımlarımı takip ediyor olsa da aklında dönen çarkları ona bakmadığım halde görebiliyordum; onu neden böyle ücra bir yere getirdiğimi merak ediyordu. Kashimada Tokyo'nun en mükemmel semti sayılmazdı; hele ki Japonya'ya ilk defa geliyorsanız sizin için kesinlikle turistik bir değeri yoktu ama bu onu tüm hayatını geride bırakıp kaçmış bir lise mezunu için fazlasıyla ucuz kılıyordu. Ara sokaklara dalıp en sonunda ana caddeden uzak, işlek bir sokağa çıktık. Hemen bir sonraki yol otobüslerin geçtiği ufak bir caddeydi.
Otel hala hatırladığım gibiydi, dışarıdan bakılınca oldukça eski görünüyordu ama işletenler Koreli olduğu için o zamanki en iyi seçeneğimdi. Onu götürdüğüm otellerden sonra Yoongi'nin böyle bir yer seçmiş olmama şaşırdığını görebiliyordum, yine de tepki vermeden benimle beraber içeri girmiş, resepsiyona yürümüştü.
Bizimle ilgilenecek olan görevli kıyafetlerimize bakarak kaşlarını kaldırdı, yalnızca üzerimdeki mont buranın bir haftalığından pahalıydı çünkü. Kaydımızı yapıp çift kişilik bir oda tuttuk ve asansörü olmayan bu binada üçüncü kata çıktık. Kimse çantalarımızı taşımayı teklif etmedi.
"Jimin, sorun ne?" Odaya girer girmez Yoongi'nin dudaklarından taşan ilk cümle bu olmuştu, çantayı sırtımdan çıkarıp duvarın kenarına bırakırken bakışlarımı kaçırdım. "Bir şeyler olduğu belli, beni salak yerine koyma."
Saat daha öğleni bulmamıştı, ikimiz de acıkmış ve yorgun düşmüştük; o an için kavga etmek yapmamız gereken son şeydi ama ben yine de Yoongi'ye cevap vermeyip telefonumu açmakla uğraştım. Sanki cevap vermesem sorduğu soruyu unutacaktı, sanki ondan bir şeyler saklasam öğrenmeye çalışmayacaktı... Uzun parmakları bileğime sarıldı, sinirli olduğu için canımı yakar sanmıştım ama bakışlarımı yüzüne kaldırdığımda oldukça endişeli olduğunu gördüm, belki de bileğimi dokunmaya kıyamıyormuş gibi tutması da bu yüzdendi. "Yah."
"Bir şey olmadı." dedim ve taksideki gülümsememi tekrarladım ama Yoongi'nin benim hakkımda en iyi bildiği şey gülüşlerimdi, gerçekten gülümsüyor olsam beni mutlaka gülüşümden öperdi. "Uykun yok mu senin?" dedim çenemle çift kişilik yatağı işaret ederken. Evli olduğumuz için iki yataklı bir oda tutamamıştık ama bu, hayatta şikayet edeceğim son şey falan olurdu.
"Montunu çıkar." Bileğimi bırakıp önümde öylece durduğunda yutkunarak söylediğini yaptım, içimde kendimle neden saklıyorum ki, neden söylemiyorum ki, diye kavga ediyordum. En büyük korkumun onu koruyamamak olduğunu fark ettiğim an, montumun yerle buluştuğu saniyeydi. Yoongi'ye onu koruyacağımı söyleyemiyordum çünkü Japonya'daydık, hayatımın en güçsüz batağındaydık, kendime hayrımın olmadığı bir yerde ben Yoongi'yi nasıl korurdum?
Maskeyi yüzünden çıkarıp yere attı, hemen ardından onun montu da benimkiyle aynı kaderi paylaşmıştı. Siyah kotlarımız, benim kazağım ve onun gömleği; Yoongi ve Jimin en basit halleriyle karşı karşıyaydı işte. Bana doğru bir adım atıp aramızdaki mesafeyi sıfırladı, tatlı nefesleri dudaklarımı okşarken en sonunda gözlerine bakabilmiş ve içini kavuran merak, endişe, korku alevleriyle yüzleşmiştim. Bana güçlü olmayı öğreten adamın önünde nasıl güçsüzlüğümden korkabilirdim? "Havaalanındayken birkaç tane melek gördüm." diye fısıldadım, Yoongi'nin kolları belime sarılınca ben de ellerimi omuzlarının biraz aşağısına yerleştirmiştim. "Şimdi güvendeyiz."
"Jimin, ben seninleyken asla tehlikede hissetmedim." dedi Yoongi, gerçekten de üzgün görünüyordu. Üzgün görünüyordu çünkü o benimleyken tehlikede hissetmeyip ben varken yapamayacağı hiçbir şey olmadığını söylerken; ben ona o geldiğinden beri tehlikenin hayatımdan eksik olmadığını söylemiştim. "Bir daha benden bir şeyler saklama. Nasıl da korkmuşsun, bunlar senin tek başına sırtlanacağın şeyler değil." dedi ve düşüncelerimi doğru çıkararak, trendeki konuşmamızı unutmadığını haykırırcasına devam etti: "Bunları sana ben getirdim."
"Sana söyledim, sana defalarca söyledim." dedim alınlarımız birbirine yaslanırken. "Seninle olmayı, seninle bu yola çıkmayı ben seçtim. Söz verdim."
"Hiç pişman hissetmiyor musun?" Kendini hafifçe geriye çekti ama sarılmamızı bozmadı. Gerçekten merak ederek sormuştu ve bu sefer yalan söylersem asla toparlanamayacakmış gibi duruyordu; yalan söylemeyecektim ama onu gerçekleri söylediğime nasıl ikna edecektim ki? İçindeki acı bakışlarından damlıyordu adeta, çıktığımız bu yolculuğun beni nasıl da zorladığını biliyor ama elinden bir şey gelmediği için katlanılmayacak derecede suçlu hissediyordu. "Hayatın mahvoldu. Şu an hastanede, hastalarınla ilgileniyor olman lazımdı ama gelmemen gereken bir ülkede, bakıcılığını yapmaman gereken bir adamla-"
"Sen kendi dünyanı özlemiyor musun?" diye, meydan okurcasına karşılık verdim. Kalbimi nasıl kırardı böyle? Kendini onunla olmak istemediğime o kadar inandırmıştı ki, ona kendi seçimim olduğunu defalarca söylememe rağmen bana inanmıyordu. Kelimelerim bir kulağından giriyor ve yalnızca diğer kulağına ulaşıp dışarı taşana kadarki süre boyunca onu mutlu ediyordu, sonrasında Yoongi yine onu istemediğimi düşünüp kendini bitiriyordu.
"Jimin," İsmim yine onun dudaklarından bir dua niteliğinde dökülürken aynı dudaklara buruk bir gülümseme yayılmıştı. Başını hafifçe iki yana salladı, nasıl olup da bu soruyu sorabildiğimi sorguluyor gibiydi. "Benim daha önce özlediğim bir yer olmadı." Kollarının arasında olduğum halde bana, beni özlüyormuş gibi baktı ve derin bir iç geçirdi. "Olmamıştı." diye düzeltti kendini.
Kalbim göğsümün duvarını dövmeye başladı, Lizzie'nin verdiği ilaçları kullanmaya devam ettiğim halde canım acımıştı ama o an için bu acıyı dışarıya vurmamak adına elimden geleni yaptım. Onun için atan kalbi yalnızca Min Yoongi böyle tatlı bir acıyla cezalandırabilirdi herhalde. Jimin'im. "Olmamıştı?" dedim soru sorarcasına, bileklerime kızgın zincirler vuran umudun kırıntılarıyla.
"Olmamıştı." diye onayladı. "Artık kollarımın arasındayken bile özlediğim biri var." Yüzü yine yaklaştı yüzüme, burnu burnuma sürtünürken benim dudaklarımdan kaçan nefes onun dudaklarının arasından evini buldu. Alt dudağı üst dudağıma dokundu, "Bir saniye," diye fısıldadığında titrediğini fark etmiştim. Biliyordum, kastettiği şeyi biliyordum. Beni sıkıştırdığını düşündüğüm o bir saniyeye aslında ikimizin de sıkıştığını söylüyordu, ben ona seni seviyorum dememiştim, o da bana seni seviyorum demiyordu. Bir saniyede sonsuzluğu veriyordu ama bu onun kendine has sevmeseydi; evren ve kainat, tanrılar, uçan sineğin kanadı ve yılın iki haftasına hükmeden kiraz çiçekleri. Min Yoongi beni seviyordu, Min Yoongi benim onu sevdiğim gibi seviyordu beni. Hayatı boyunca tanımadığı birini özlememişti belki ama Min Yoongi alt dudağımı iki dudağının arasına alırken beni özlüyordu.
Oda zaten küçüktü, yatak yalnızca birkaç adım uzağımızdaydı ve o adımları başlatan ben oldum. Bileklerim Yoongi'nin ensesinde çaprazlanırken öpüşmemizi bozmadan yatağa doğru bir adım attım, kollarından çıkmayayım diye adımımı tekrarladı; dizlerinin arkası yatakla buluşunca dengesini sağlayamadan geriye düşmüştü, dudaklarımız ayrıldığı an nefessiz kalmışım gibi üzerine uzandım. Dirseklerini yatağa bastırarak altımda yastıklara kadar geriledi, o kendi yerini bulduğu an elleri de belimdeki yerlerini bulmuştu. Öptüm, belki de ilk aşık öpüşmemizdi ama ben sonmuş gibi öptüm onu. Oda alev almıştı sanki, Yoongi her yerdeydi, dört bir yanımı sarıyordu ve ben onun ötesine geçemiyordum. Başımı hafifçe yana eğip öpücüğü derinleştirmek için iznini istedim, bedenlerimizin alt kısmını buluşturduğumda dudaklarımın arasına ölene kadar zihnimden silinmeyeceğine emin olduğum bir inleme bırakmıştı. Belimdeki elleri saçlarıma uzandı, ben onun başının iki yanında yastığın yüzünü sıkıca kavramışken Yoongi saçlarımı avuçluyor, parmaklarının arasına sıkıştırdığı tutamları çekiştirerek derinleştirmeme izin verdiği öpücükte ruhumu sarıyordu. Yavaş hareketlerle kasıklarımızı birbirine sürtmeye başladım, Yoongi'nin bedeni altımda yay gibi gerinmiş, iniltisi bu sefer oldukça kısık bir tonla kendini yinelemişti. Pantolonumun içinde patlayacakmışım gibi hissediyordum ve temas anlarımızdan çıkardığım kadarıyla onun da benden bir farklı yoktu.
Dudaklarım boynuna kaydı, saçlarımdaki elleriyle beni kendine biraz daha bastırmaya çalışıyordu, bir yandansa boynunu öptüğüm için açıkta duran çene kemiğimde gezdiriyordu dudaklarını. "Jimin, Jimin," dedi hırıltılı sesiyle, nefes alamıyormuş gibiydi. Dudaklarımı teninden çekmeden "Hmm?" demeye çalıştım, sesimin titreşimleriyle beraber bedeni de istemsizce titremişti. "Duralım," dedi önüne geçemediği Daegu ağzı konuşmasını ele geçirirken, kontrolü kaybetmek üzereydi. "Duralım, Jimin."
Boynundan uzaklaşıp üzerinde hafifçe yükseldim ve göz göze gelmemizi sağladım. Göz kapakları yarı kapalıydı, teni pembeleşmişti. Kızarıp şişmiş olan o güzel, aralık dudaklarından kaçıp tenimi yalayan nefesleri ateş gibi sıcaktı. Diyorum ya, kontrolü kaybetmek üzereydi. Yoongi'nin beni kabul etmesi yalnızca bir öpücüğüme bakardı, bana ölümsüzlüğü veren o ölümcül öpücüklerinde saklıydı bu yatakta işleyeceğimiz bütün günahlar. Bunu o da biliyordu, altımda yükselip kasıklarıma sürtünmemek için kıvranışından biliyordum, Yoongi her şeyin ama her şeyin farkındaydı. Benim gibi kaybetmemişti aklını, bilincinin son kırıntılarına tutunmuştu.
"Duralım," diye onayladım nefes nefese. Birlikte olmak istemediğini biliyorken onu nasıl bedenimle kandırırdım?
Yanına uzandım, bir süre boyunca ikimiz de bakışlarımızı alt bedenlerimizden kaçırıp tavana diktik. Odanın içinde yalnızca düzene sokmaya çalıştığımız nefeslerimiz, dışarıdaki sağanak yağmur ve sokaktan ara sıra geçen arabalar duyuluyordu. Benim tarafımdaki eli onun tarafındaki elimi tuttu ve parmaklarımız iç içe geçti, o an anladım ki nabızlarımız beraber atıyordu. "Özür dilerim." diye mırıldandı.
Başımı yavaşça ona çevirdim ama o bana bakmıyor, tavanı izlemeye devam ediyordu. Uzun uzun süzdüm profilini; alnına dökülen koyu kahve tutamları, kusursuz burnunu, kiraz çiçeği rengindeki yanaklarını, o yanaklara taht kurmuş yara izlerini ve üzüldüğünde dışarı taşan dudaklarını. "Yoongi," diye kısık bir tonla seslendim, bana bakmadı ama kirpikleri titredi, her ne düşünüyorduysa ara vermiş ve ilgisini bana yöneltmişti. "Özür dilenecek bir şey yok." Elini bıraktığımda bir an için panik olmuştu ama kollarımı etrafına sarıp onu kendime çektiğimde rahatlayarak bedenini dokunuşlarıma bıraktı, bunca insanı iyileştirebilmişken onun yaralarını asla kapatamıyor olmak beni mahvediyordu. Kim bilir aklına ne gelmişti de durmak istemişti... Beni istediği çok belliydi, sesindeki pürüz bana karşı duyduğu arzuyu haykırıyordu adeta, Yoongi beni istemiyor, diye düşünüp kendimi bitirmeme gerek yoktu. Yüzünü boynuma gömdü, sımsıkı kucakladım ilk aşkımı. Yoongi beni istiyordu, Yoongi kendini istemiyordu. "Rahatla," diye mırıldandım. "Sorun yok."
"Özür dilerim." diye tekrarladı, yüzünü boynuma gömdüğü için sesi boğuk duyuluyordu. Ne olduğunu merak ediyordum, meraktan ölecektim ama tuzlu severim ben, deyip akıl sağlığımı yok eden adamın öyle güzel bir anda durmasına sebep olduysa gerçekten de büyük ve onu üzen bir şey olmalıydı; sormaya cesaretim yoktu.
Verdiği cevaptan koruyamazdım onu, sormaya cesaretim yoktu.
Birkaç saniye boyunca yalnızca sarıldık, benim uykum geldiği için onun da uyuyacağını düşünüyordum ama bir anda "Keşke fırsatım olsa da seni kendi dünyama götürebilsem." demişti. Neden böyle bir şey söylediğini anlamasam da "O zaman neden özlemediğimi anlardın." diye devam ettiğinde yaklaşık yarım saat önceki muhabbetimizden bahsettiğini anlamıştım. Beş kitap boyunca onun o dünyadaki maceralarını okumuş olsam da aslında orası hakkında hiçbir şey bilmediğimi çok önceden fark etmiştim. Orta çağdan fırlamış yaratıklarla savaşırken Jungkook'un bilgisayarını kolaylıkla kullanması, Min Borin Suga'nın sabahladığı hanlara yüzlerce sayfa ayırırken Yoongi'nin bana biz kapitalizmi on dokuzuncu yüzyılda bıraktık demesi. Zombiler! Yalnızca bir kitap olduğu için distopyaları çok da sorgulamıyorduk okurken ama şimdi biliyordum ki o dünya gerçekti, zombilerin olduğu bir dünyada insanlık nasıl hayatta kalmıştı? Cevabını bilmediğim daha nice soru...
Yoongi bu dünyaya düşüşünün ikinci gününde cennete vardım, dediğine göre; geldiği yer cehennemden farksızdı.
"Keşke fırsatım olsa da sana hayatımın, yokluğunda ne halde olduğunu gösterebilsem." diye karşılık verdim. Tenime çarpan nefesleri bir an için kesildi. "O zaman mahvolmadığı anlardın." Sensiz olamayacağımı da anla. Ne olursun benimle kal, sen gidince ben mahvolurum, Yoongi.
Boynumu, nabzımın tam üstünü öpüp geriye çekildi ve göz göze geldik. Uykulu gözlerime burukça gülümsedi. "Ben artık duşa gireyim," diye fısıldadı dudaklarıma, son kez öpmeden önce. Yavaşça kalktı üzerimden. "Sen de rahat bir şeyler giyin, duştan çıkınca yanına gelirim."
"Ryan?" diye sordum uykulu sesimle, Yoongi banyoya yürürken.
"Ryan." diye onayladı bana bakmadan, sesinden gülümsediği anlaşılıyordu.
Banyonun kapısı kapanınca gücümü zar zor da olsa toparlayıp yataktan kalktım, daha doğrusu oturur pozisyona geçip ayaklarımı yere bastım ve bir süre boyunca saf saf gülümseyerek odayı izledim. Sırt çantamı önüme çekip fermuarı açtım, dün gece toparlarken pijamalarım üzerimdeydi bu yüzden onları sabah koymuştum çantaya, en üsttelerdi. Beklemediğim için beni şaşırtan şeyse, pijamalarımın üzerindeki kırışmış zarf ve üzerindeki Suga yanında değilken oku, yazısıydı.
Banyodan suyun sesi gelince kendime gelip zarfı parmaklarımın arasına aldım ve Yoongi'nin yokluğundan faydalanarak yırttım. Kimin, hangi ara koyduğunu bilmiyordum ama uykumu dağıtmayı başarmıştı.
Jimin, bilmen gereken şeyler var ve bu senaryoda bunları bilmeyen tek kişi sensin. Suga arkadaşım olsa da bunları senden saklamaya dayanamadım, küçüğümsün ama örnek aldığım birisin; sana azıcık da olsa yardımım dokunursa mutlu olacağım.
Öncelikle, bu söyleyeceğimden Suga'nın da haberi yok. Nasıl olduğunu bilmiyorum, Min Borin tüm bunları nasıl yaptı bilmiyorum. Jimin, Suga'nın bildiği tek dil Korece değil ve işin garip yanı, Suga bile bunun farkında değil. Senin de fark ettiğine eminim, Agust D hayranı olunca onun yaptığı en ufak şeye bile dikkat etmeden duramıyor insan. Tomotsu bir seferinde Suga yanımızdayken benimle Japonca konuştu ve o yanımızdan ayrıldığında, Suga beni teselli etmeye çalıştı. Japonca bilip bilmediğini sordum ve saf saf baktı bana, Japonca'yı anladığının farkında değil. Annemle telefonda İngilizce konuşuyordum ve Suga her kelimemi anladı, ona İngilizce bir şekilde dilimi bilip bilmediğini sordum ve bana İngilizce bir şekilde hayır, bilmiyorum, dedi. Tüm vaktini Tsuki'yle geçirdi sanıyorsun ama hayır, çoğu zaman benimleydi, bir seferinde meleklerden konuşuyorduk ve meleklere Korece ağaç ya da su olarak hitap etmeye başladı. Meleklerin isimleri Slavik kökenlidir, Suga Rusça biliyor! Kitapların çevrildiği bütün dilleri biliyor ama bunun farkında değil, kendi dünyasındayken bu dilleri konuşamadığına eminim. Min Borin'i bulmaya gidiyorsunuz ve Suga'yı istemediği şeylere zorlamalarından korkuyorum, o gerçekten de bir kahraman ve kurtaracağı insanlarla iletişim kurabilmesi için ona bu dünyada böyle bir yetenek verilmiş.
Suga'ya verilen tek yetenek bu değil, ama bunu sana söylememi isteyeceğinden şüpheliyim.
Bunlar dışında, Japonya geçmişini az çok biliyorum, bu dünya Suga'yı nasıl böyle biliyorsa bu yoldaşlık da seni öyle biliyor, tahmin ettiğinden daha ünlüsün. Kendini kötü hissetme, Japonya'yı biliyor olman iyi bir şey çünkü Suga'yı öylesine tehlikeli bir yerde başka türlü koruyamazdın. Halkının pilheu kesimine yatırım yapan ülkelerde karşı tarafa geçmiş olan meleklerin sayısı tahmin edemeyeceğin kadar çoktur, Japonya sokaklarında karşılaştığın her üç kişiden biri melek desem abartmış olmam. İyi bildiğin yerlere götür onu, onu koruyamazsan üzülecek tek kişi sen olmayacaksın. Tanıdığın herhangi biri varsa yanlarına gitmekten çekinme, eğer bildiğin tek yer çukursa onu çukura götür Jimin, Suga seni bu konuda yargılayacak olan son insan bile değil. Oyunun sonuna yaklaştığımızın herkes farkında, onlar da farkında Jimin, yolunuza çıkıp sizi yok etmekten çekinmezler.
Kendine ve Suga'ya dikkat et, o benim arkadaşımsa sen arkadaşımın aşkısın, ikiniz için de en iyisini istiyorum.
Dikkat et.
Lizzie
Kağıt parmaklarımın arasındayken bakışlarım istemsiz bir şekilde banyo kapısına çevrilmişti. "Hyung?" diye seslendim ama duymadı, biraz daha yüksek bir sesle tekrarladığımda suyun sesi kesilmiş ve birkaç saniyelik de olsa bir sessizlik çökmüştü ortama. Doğru duyup duymadığını sorguladığını fark edince "Yoongi hyung!" diye bağırdım.
"Ne oldu?" diye karşılık verdi, banyoda olduğu için sesi yankı yapmıştı.
"Ne zaman çıkarsın?" diye sordum mektubu çantanın içine tıkıp alt kısımlara iteklerken. Fermuarı çektim.
Yoongi bir süre cevap vermedi, yarım dakika sonra banyonun kapısı az da olsa açılmıştı, yalnızca başı görünüyordu. "Çok uykun varsa beni bekleme, daha yeni girdim-"
"Ryan'ı iptal etmek zorundayız." dedim ayaklanarak, çantayı kapıya doğru götürüp duvarın dibine bıraktım. Yoongi'nin soru işaretleriyle dolu bakışlarını sırtımda hissedebiliyordum. "Gitmemiz lazım."
**
"Tren yalnızca kırk iki dakika sürüyor." diye açıkladım sırtımızda çantalarla istasyonda beklerken. İkimiz de açlıktan öldüğümüz için Yoongi'ye trende yiyebileceğimiz bir şeyler almayı teklif etmiştim ama bakışlarını kaçırıp somurtmak dışında hiçbir şey yapmıyordu. Gitmemiz gerektiğini söylememin ardından duştan aceleyle çıkmış, sorularına cevap vermeyişimin onuncu dakikasında pes etmişti. Son saatler hiç yaşanmamış gibi, aramızda yine aşılması imkansız duvarlar vardı şimdi.
Trende, kollarını göğsünde kavuşturup başını pencereye yasladı ve uyumaya başladı, gözleri kapalı olsa da yüz ifadesi nasıl da huzursuz olduğunu belli ediyordu. Aklımda ona yapabileceğim bir açıklama olsaydı elbette onu yanıtsız bırakmazdım ama sürekli başımı çevirip bizi izleyen, takip eden birilerinin varlığını sorguladığım için ilgimin tamamını Yoongi'ye vermem mümkün değildi.
Nereye gittiğimizi bilmeyi hak ediyordu, Lizzie beni yargılamayacağını söylese de – ki Yoongi'nin geçmişimi bildiği halde hala yanımda olması bunun en büyük kanıtlarından biriydi – trenden inip çukurla karşılaştığında şimdiki tavırlarını bir kenara bırakıp neler olduğunu sorgulamaya devam edecekti. Tren bir an için sarsılınca başı pencereden ayrılıp omzuma düştü, uyandığını fark ettim ama geriye çekilmeden bana yaslanarak yeniden uykuya daldı. Sonrası göz açıp kapayıncaya kadardı zaten, tren kısa sürede Yokohama'ya varmıştı; Yoongi'yi uyandırıp geldiğimizi söylemiştim, bana tek kelime etmeden ayaklanıp montunu giyinmiş, trenden inebilmek için koridor tarafında oturan benim kalkmamı beklemişti. Çantalarımızı üst raflardan alıp istasyona indik ve yalnızca birkaç yüz metre ilerimizde olan denizden gelen rüzgar bizi dondururken yürümeye başladık.
"Jimin," dedi Yoongi, uyandığından beri konuşmadığı için sesi az da olsa pürüzlüydü. "Neden buradayız?"
Ona daha önce Japonya'da olduğumu söylemiştim ama spesifik olarak Yokohama diye belirtmiş miydim, hatırlamıyordum. Yoongi'nin yüz ifadesine bakılırsa burada neler olduğunu biliyordu. Japonya'daki bütün çukurlar benim çalıştığım şube gibi değildi, buradaki şubede çalışanlar genelde yabancı olduğu için gecelik ilişkiler kurulurdu ve Yokohama'nın yabancı halk oranı çok fazlaydı. Benim gibi hayattan umudunu kesen insanlar ömürlerinin bir noktasında buraya gelirlerdi. Yıllar önce buradayken en iyi anlaştığım kişi olan Ida noona, tıpkı Lizzie gibi bir İngilizdi mesela.
"Seni bilmediğim bir yerde koruyamam." dedim. Lizzie'nin mektubundan bahsetmeye gerek yoktu. "Tek çarem burasıydı. Min Borin'i nasıl bulacağız, hiçbir fikrim yok, bir şeyler düşünene kadar-"
"Jimin beni korumana ihtiyacım yok!" diye kükredi kaldırımın ortasında, gözlerim irileşirken ses tonunun yüksekliğinden çekinerek gerilemiştim ve o da bunu umursamadan üzerime yürümeye devam etmişti. İnsanlar yanımızdan geçiyor ama yüzümüze bile bakmıyorlardı, Yoongi de belki bundan güç alıyordu. Zaten Korece konuştuğumuz için kimsenin durup dinlemeye sebebi yoktu. "Yıllar önce benim sayemde kaçtığın yere şimdi benim yüzümden mi dönüyorsun?"
Geriye doğru adımlamayı kestim, Yoongi ağzından çıkanları henüz duymuş ve söylediklerinin ağırlığını fark ettiği an irileşen gözleriyle bana öylece bakakalmıştı. Taehyung gibiydi, Namjoon-ie hyung gibiydi. Jimin'i seviyordu ama Jimin'in geçmişini istemiyordu. O gün mutfakta Namjoon-ie hyung üzerime geldiğinde Yoongi beni korumuştu, şimdiyse aynı şeyi kendisi yapıyordu. Sorsam kimse beni yargılamıyordu, ama aslında hepsi on yedi yaşında ölmüş bir çocuğun mezarına basıyordu.
"Şu taraftan." Bakışmamızı kesip düz bir sesle konuşarak arkamı döndüm ve yürümeye devam ettim, Yoongi arkamdan "Jimin!" diye atılarak kolumu yakalamaya çalıştıysa da insanların içinde ondan sıyrılmam çok kolay olmuştu. Peşime takıldı, birkaç kez daha çabalamış ama konuşmak istemediğimi anlayınca pes etmişti. Bu sefer kendi hatasını bildiği için surat asmıyordu ama.
Neredeyse yirmi dakika boyunca yürüdük, Yoongi ses çıkarmadan yanımda duruyor, karşıdan karşıya geçmemiz gerektiğindeyse montumun kol kısmını parmak uçlarıyla tutup yolu geçene kadar bırakmıyordu. Çukura yaklaştıkça semt değişmeye başladı, şimdi çok daha canlı, hayat dolu bir kasabadaydık resmen. İşlerin başlamasına daha dört saat vardı, o zamana kadar içeride tanıdığım birini bulup bana yardımcı olması için ikna etmeye çalışırım diyordum ki, binanın hemen önünde sigara içmeye çıkmış olan Ida noona'yla göz göze geldik.
"Jimin?" dedi dehşet içinde, henüz yarısını içtiği sigarası parmaklarının arasından kayıp yere düşerken. Karşısındaki adama inanamıyormuş gibiydi, beni en son gördüğünde şimdikine kıyasla oldukça sağlıksızdım, ayrıca yüzüm on sekizinci yaşımın misafirliğini ağırlıyordu. "Jimin." dedi yeniden, bana doğru bir adım atarak. "Senin burada ne işin var?"
**
"Baştan anlatsana."
Şans eseri, eski odam o gün için boştu, oldukça küçük olsa da Yoongi'yi müşterilerin kaldığı odalara götüremezdim. Odaya çıktığımız an benimle konuşmaya çalışmıştı ama benim tek söylediğim şey uykunu al, olmuştu. Her şeye hazırlıklı olmalıyız.
Son birkaç saattirse aşağıda, binayı akşama hazırlamalarını izliyor, bir yandan da Ida noona'nın önüme koyduğu kahveyi içerken olup bitenleri ona açıklamaya çalışıyordum. Gezmeye geldik, demiştim. Arkadaşlarımızın bizimle iletişime geçmesini bekliyoruz.
Ida noona elbette bunları yutmamıştı. Yıllardır buradaydı, bin çeşit insan tanıyordu ve yalanlarını çok kolay ayırt edebiliyordu. "Jimin!" diye ısrar etti sorusunu uzun süre cevapsız bıraktığımda. "Gezmeye geldik-" diye tekrarlamaya başladım saatlerdir söylediğim şeyi ama sinirli bakışlarını üzerime diktiğinde lafımı kesip sesli bir şekilde yutkunmam gerekmişti.
"Neler yaptın?" diye sordu bakışları yumuşarken. Gerçekleri söylemeyeceğimi kabullenmiş olmalıydı. "Kore'ye döndükten sonra?"
Bakışlarım avuçlarımın arasındaki kahve kupasına kaydı. "Üniversiteyi kazandım."
"Aferin sana." dedi, ses tonundan benimle gerçekten de gurur duyduğunu anlamıştım. "Ne okudun? Şimdi ne iş yapıyorsun?"
Ben de anlatmaya başladım. En yakın arkadaşımla beraber tıp fakültesine gidişimizi, Seul'ün en iyi doktorlarından biri olduğumu ve daha nicelerini. Ailemle aramın düzeldiğini söylemedim ama, zaten oldukça taze bir olaydı; ayrıca Ida noona'nın hala burada oluşuna bakarsam onun ailesiyle arası hala yoktu. Yıllar onu olduğundan fazla yaşlandırmıştı, burada kalmaya devam etseydim ben bu kadar yıl yaşamazdım belki de. "Bir kedim var," dedim kızımın görüntüsü zihnimin içinde belirirken. İçim sımsıcak olmuştu. "İsmi Chimmy. Benim prensesim."
İnce bir ses çıkardı, o da benim gibi gülümsüyordu. "Her şey yolunda mı peki? Seul'de, yani? Neden Japonya'yı gezmeye geldiniz ki?"
Ben şu son sekiz yılda hayatımda olup bitenleri ona anlatırken neredeyse bir saat geçmişti, müşteriler binanın içini doldurmaya başlamıştı ve Ida noona buranın gözdelerindendi, dans odasına geçmesi gerektiğini biliyordum. Yine de benimle oturuyor ve kör randevuya gelmiş olan pilheu'lar salonun bar kısmını doldururken beni dinlemeye devam ediyordu. "Yolunda," dedim güven vermek istercesine. Japonya'ya neden geldiğimizi açıklamadım.
"Yanındaki kim?" diye sordu, sebepsiz bir şekilde beni rahatsız eden bir ilgiyle. Gözlerimin kısılmasına engel olamadım, kıskançlık çoktan damarlarımda gezinmeye başlamıştı. "Senden küçük." diye cevapladım hızla.
"Ona söyle, sakın bana noona falan demesin." dedi saçlarını omuzlarından geriye atarak. İşi gereği, odanın içinde ona bakan müşterilerle elinden geldiğince göz göze gelmeye çalışıyordu. "Kaç yaş var ki aramızda hem?" diye sordu bana bakmadan, uzaktaki birine el sallıyordu. "Epey yakışıklıymış."
"Sevgilisi var." dedim panik içinde. Odanın havası bir anda değişmişti, kalbim biraz daha hızlı atmaya başladı ve biliyordum ki Yoongi gelmişti. Ida noona'nın bakışları arkamda kalan merdivenlere sabitlenmişti çünkü Yoongi o merdivenlerden iniyordu şimdi, bakmadığım halde görebiliyordum sanki. "Sorun değil," dedi Ida noona yüzünü sinsi bir gülümseme kaplarken. Yoongi'ye öyle bakmaya devam ederse birazdan onu boğazlayacaktım. "Ayırırım."
Etrafımızdaki kalabalık hareketlenmişti, herkes kendisine verilen numaraya göre masalara yerleşip kör randevusuyla tanışırken doğruluk ya da içki oyununun başlamasına yalnızca birkaç dakika kalmıştı. Burada çalıştığım altı ay boyunca zevk aldığım tek şeydi, gecelik zevktense karşısındaki insanı tanımak isteyen pilheu'lar bazen beni de bu oyunlara davet eder ve moralimi az da olsa düzeltirlerdi. Tabi ertesi gece benimle birlikte olmaya gelmeleri ayrı bir konuydu.
"Bırakmam." dedim söylediği şeye karşılık olarak. Yoongi'nin üzerindeki bakışları anlık bir duraksama yaşamış ve yavaşça bana çevrilmişti. "Jimin?" dedi soru sorarcasına, dehşet içinde bir fısıltıyla. "Siz sevgili misiniz?"
"Ne?" diye sordum şaşkınlıkla, yalnızca birkaç dakika önce Yoongi'nin sevgilisi olduğunu söylememişim gibi. "Hayır!"
"Birbirinizi tanıma aşamasında mısınız daha?" diye sordu lise yıllarındaki oğlunun ilk aşkını dinleyen bir anne edasıyla. "Aman tanrım, ne kadar da tatlı!"
"Jimin?" Yoongi'nin derinden gelen pürüzlü sesiyle beraber derin bir nefes alıp bar taburemde arkama döndüm ve duvara çarpmışım gibi, öylece kalıverdim. Hanımeli. Hanımeli desenli, siyah gömleği. Benim hediye ettiğim gömlek. Üzerindeydi, ilk iki düğmesi açıktı, altına da siyah bir kot giyip gömleğin eteklerini içine tıkıştırmıştı, kemerinin tokası odanın loş ışığının altında parlıyordu. Koyu kahve saçları hafif nemli duruyordu, parmaklarıyla geriye doğru taranmıştı.
"Bu akşamki oyuna siz de katılın!" diye bağırdı Ida noona bir anda ve Yoongi de ben de ne olduğunu anlamadan ikimizi de kollarımızdan yakalayıp boş bir randevu masasına sürükledi. "Noona-" diye karşı çıkmaya çalıştım, o kadar vahşi davranıyordu ki neredeyse ellerimin arasındaki kahve bardağını düşürecektim. Yoongi'yle masaya karşılıklı oturduk. "Ben bu gece dans odasında çalışıyorum." dedi Ida noona üzgün bir sesle. "Siz keyfinize bakın. Görüşürüz!"
Ida noona'nın masamızdan ayrılmasıyla beraber salonda geri sayım başlamıştı. "Ne oluyor?" diye sordu Yoongi yüzündeki şaşkın ifadeyle. Ida noona sevgili olduğumuzu ve ilişkimizin daha başlarında, birbirimizi tanıma aşamasında olduğunu sanıp böyle bir işe kalkışmıştı ama bu oyunda karşınıza çıkan sorular her zaman masum olmuyordu. Geri sayım bitti, bütün masalardaki randevular oyuna başladı.
Önce masamızın ortasındaki ters dönmüş kart destesini, ardından da masanın kenarındaki içki şişelerini işaret ettim. "Kör randevuların doğruluk ya da içki oyunu. Kartlardaki soruyu karşındaki kişiye okuyorsun, cevaplamak istemeyen bir bardak içkiyi tek seferde içmek zorunda."
Yüzüne eğlendiğini belli eden bir ifade yayılmıştı, dudakları kıvrıldı. "Hadi oynayalım o zaman."
Derin bir nefes alıp birkaç saniye de olsa bekledim ve ardından en üstteki kartı almak üzere masanın ortasına uzandım. "Ne zamandır bekarsın?" diye okudum ilk soruyu.
"Bekar olduğum ne malum?" diye sordu arsız arsız. Onun aksine ben eğlenmiyordum çünkü bu oyunu daha önce oynamıştım, o destenin içinde gerçekten de tüyler ürpertici sorular vardı. Ida noona birbirimizi yeni yeni tanıyoruz diye bize yardımcı olmak istemişti ama yaptığı şeyin bununla uzaktan yakından alakası yoktu. "Bekar değilsen çukurda ne işin var?" diye sordum bıkkın bir ses tonuyla. "Bu oyunun amacı kör randevuların arasını yapmak ve pilheu kesime-"
"İki yıldır." dedi susmamı dilercesine. Yüzündeki arsız gülüş silinmişti ama gözlerindeki eğlence parıltıları hala yerlerini koruyordu.
Gözlerimin hafifçe irileşmesine engel olamadım. "Ne?"
"Benim sıram!" diye şakıdı ikinci karta uzanırken. Elimdeki kartı masaya bırakırken yutkundum, kitapların hemen öncesinde Yoongi'nin bir ilişkisi mi vardı? Tüm o maceralara atılmak için mi ayrılmıştı sevgilisinden? Yoongi daha önce aşık olmuş muydu yani? "Son sevgilinle neden ayrıldınız?" diye okuduğu soruyla beni düşüncelerimden sıyırıp olduğumuz ana çağırdı. Gözlerimi kırpıştırırken kendime gelmeye çalıştım. Parmaklarım bir an için içki şişelerinin yanındaki iki shot bardağından birine uzandı ama sonra vazgeçip sandalyemde arkama yaslandım. "Eşini buldu." dedim basit bir şekilde. "Üniversitenin son yılıydı."
Söylediğim şeyi anlamadığını görebiliyordum ama daha fazla sorgulamasına engel olmak için yeni karta uzandım. Soruyu görür görmez nefesimi tutmuştum, bahsettiğim sorulara başlıyorduk işte. "Sence ben çekici miyim?"
Yoongi'nin gırtlağından komik bir ses çıktı ve beklemeden kendi bardağına uzanıp önüne çekti, parmakları tekila şişesini sarıyordu. "Yah!" dedim gıcık olduğumu belli eden bir sesle ama arsız arsız gülüp içkisini kafaya dikti ve yeni karta uzandı. "Karakterinin kötü olduğunu düşündüğün yanları var mı?"
Seni kendimden çok sevmem. Bardağımı önüme çekip içki seçimimi onun gibi tekiladan yana kullandım. "Şimdiye kadar yaptığın en yasa dışı şey?" diye okudum yeni karttaki soruyu.
"Hm..." Dirseklerini masaya yaslayıp öne doğru eğildi, hareketiyle beraber gömleğinin açık olan iki düğmesi işlevlerini yerine getirmiş ve bana evrenin en leziz manzarasını sunmuşlardı ki bu, göğsündeki yara izini görene kadar sürmüştü. "Bir düşünelim. Hırsızlık desem... Epey de melek öldürdüm, hm..." Bir süre dudaklarını büzüp düşündü. "Buldum." dedi bana yandan bir bakış atarak ve sonra da tekila şişesine uzandı.
"Yah, ama hyung!" diye mızmızlandım bardağını gülümseyen dudaklarına yasladığı sırada. Ağzından, tıslayarak bir nefes aldı yeni karta uzanmadan önce. "Herhangi bir dövmen ya da piercing'in var mı?"
"Yok."
Okuduğu kartı diğer okunmuşların üzerine bırakırken omuz silkmişti. "Göğüs ucu piercing'i sana yakışırdı." diye mırıldandı, yüzümü ateş basarken onu duymazdan gelip yeni karta uzandım. "Dindar mısın?"
Yarım dakika süren kahkahasının ardından bir bardak daha içmişti. "Şimdiye kadar kaç kişiyle beraber oldun..." diye okudu yeni soruyu, gülümsemesi cümlenin sonuna doğru silinmiş, sesiyse kısık bir hal almıştı.
"Bilmiyorum." diye cevapladım dürüstçe. Birkaç saniye boyunca gözlerime baktı, gerilim daha da uzamasın diye "Sen?" diye sordum.
"Karttakini oku, Jimin." diye karşılık verdi buruk bir gülümsemeyle. Sıra bendeydi, karta uzandım. "Bu odada arzuladığın birini seç ve bir dakika boyunca kucağına otur. Kabul etmiyorsan iki shot."
Soruyu henüz bitirmiştim ki sandalyesini geriye çekerek ayaklandı, bana yaklaşırken gülümsüyordu. "İznim var mı?"
Onun gibi gülerken ben de sandalyemi geriye çekip kucağımı kullanıma açtım, bacaklarını iki yanıma koyarak üzerime oturmuş ve kollarını omuzlarıma sarmıştı. "Kim zaman tutacak?"
Ellerimden birini beline koyarken diğerini cebime atıp telefonumu aldım ve kronometreyi açtım. "Başladık-" dememe kalmadan Yoongi'nin dudakları dudaklarımı bulmuş, onun ağzında benimkine kıyasla daha yoğun olan alkol tadını dilime sunmuştu. Kolay kolay sarhoş olmadığını bilsem de onu içkiliyken öpmek istemiyordum, en azından bu kadar derin bir şekilde. Kendimi hafifçe geriye çektiğimde mesajı alıp yüzünü benimkinden birkaç santim de olsa uzaklaştırmıştı. Yaşadığımız bunca şeyin ardından o an ilk defa fark ettiğim şeyi, gözlerim dehşet içinde irileşirken sordum: "Hyung, bizim bu öpüşmelerimiz de altıncı kitapta olacak, değil mi?" Ve benim annem Agust D'nin yeni kitabı çıkınca önceki geceden kitapçının önünde kamp kuran biriydi, tüylerimin ürpermesine engel olamadım.
"Olmaz." dedi kendinden emin bir sesle. Gözünü bile kırpmamıştı, bakışları elimdeki telefona kaydı, saniyelere bakıyordu. On saniye kalmıştı. "Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?" diye sordum.
Sürenin dolmasıyla beraber kucağımdan kalkarken bana can yakan bir gülümseme bahşetmişti. "Çünkü beş kitap boyunca boşalmadığımı söyledin."
"Ne?" Yoongi sandalyesine oturup bana bakmadan yerine yerleşirken yüzündeki gülümsemeyi koruyordu. "Ne diyorsun sen?" diye sormaya devam ettim kaşlarımı çatarken.
Umursamadan sıradaki karta uzandı. "Daha önce hiç aşık oldun mu?"
Bütün öfkem, kıskançlığım buhar olup uçtu; odanın içinde ikimiz dışında herkes silindi ve zihnim dört duvar içinde sessizliğe gömüldü. Daha önce aşık olmamıştım, ama Yoongi bana bu soruyu sorarken aşıktım. Onu o yapan her şeye aşıktım, sabah pencereden süzülüp de yara izlerine düşen güneş ışığına bile aşıktım. Parmaklarım tekila şişesine uzandı, Yoongi elindeki kartı diğerlerinin üzerine bıraktı.
"Hogwarts binan?" diye okudum yeni soruyu, sonra da Harry Potter'ın ne olduğunu açıklamak üzere dudaklarımı araladım ama Yoongi kullanacağım bütün kelimeleri "Slytherin." diyerek gırtlağımdan geriye yuvarladı, kocaman açtığım gözlerimle yüzüne öylece bakakaldım, dudaklarının sol köşesi kancayla çekilmiş gibi yukarı kıvrıldı. "Ben de." diyebildim sadece.
"Biliyorum." dedi kısık sesle gülerken. "Neyse, sıra bende." Kartını çekti. Sorunun üzerine düşen bakışlarından sebebini anlayamadığım bir parıltı geçmişti, başını kaldırmadan, kirpiklerinin altından bana baktı yavaşça. "Kendini bir ilişkiye adamaya hazır mısın?"
"Herhangi bir ilişkiye değil." diye cevapladım, evet hayır sorusu olduğu için verdiğim cevabı ilgiyle dinlemişti, devam etmemi istediğini görebiliyordum. "Soohyun'dan ayrıldığımdan beri bir ilişkim olmadı, dürüst olmak gerekirse bu saatten sonra olacağını da düşünmüyordum."
Kartı yerine bırakırken tekila şişesini eline almış ve kapağını açıp ikimizin de bardağını doldurmuştu. "Yani?" dedi cevabımın bir sonuca varmasını istediğini talep edercesine.
"Aklımda biri var." dedim dürüstçe. Yüzünü dünyanın en yumuşak ifadesi kapladı, içmemiz gerekmediği halde bardaklarımızı alıp havada tokuşturduk ve içkinin bir kısmı masaya saçılsa da umursamadan tek seferde içtik. Sıra bende olduğu için yeni bir kart çektim. "Jimin, okusana." dedi Yoongi gülerek.
Yutkundum. "En son ne zaman, kimi düşünerek mastürbasyon yaptın?"
Yüzündeki yumuşak ifade silindi, o güzel gülüşü kalp sağlığım için oldukça tehlikeli sayılacak bir hal aldı. Bakışlarının altında baştan aşağı titredim, soru ona sorulmuştu ama ben bana sorulmuş gibi gerilmiştim. Aklıma Daegu'daki o kafenin tuvaleti gelmişti, yüzümün kıpkırmızı olduğuna emindim şimdi. Lizzie olsaydı yükselen vücut ısımı hissedip kahkahalarla gülerdi. Tekila şişesine uzandım ve Yoongi'nin bardağını doldurdum, bu tarz bir soruyu cevaplayacağını düşünmüyordum. Bakışlarımı kaçırdığım an "Bugün." dedi hayatımda duyduğum en çekici ses tonuyla, bu sabah oteldeyken dudaklarımın arasına bıraktığı inleme zihnime düşünce bacaklarımın arasına giden sinyallerin önüne geçemedim ve oturduğum yerde umutsuz bir şekilde kıpırdandım. Dilini dudaklarının üzerinde gezdirdi, bakışları masadan görebildiği kadarıyla süzdü bedenimi. "Birkaç saat önce."
Nefeslerim sesli bir hal almıştı, bana dokunsun diye dizlerimin üzerine çöküp yalvarmama ramak kalmıştı. Nasıl oluyordu da tek bakışıyla beni bu hale sokabiliyordu? Nasıl oluyordu da bana böyle kıyabiliyordu, ben bugün onu zorlamamıştım! İnsan içinde bana yaptığı bu şey eziyet değildi de neydi?! "Sorunun devamı neydi?" diye sordu başını hafifçe yana eğerek, arsız!
"Kimi düşünerek..." diye fısıldadım.
Bardağını kafaya dikti.
Ve tam o an telefonum çalarak beni yıldız tozlarına sarıldığım rüyadan çekip çıkardı. Kronometreyi kullandıktan sonra cihazı masanın üzerine bırakmıştım, parlayan ekranda bilinmeyen bir numara yazıyordu ve bunun ne anlama geldiğini idrak etmem birkaç saniyemi almıştı. "Namjoon-ie hyung!" diye fırladım ayağa, sandalyem geriye düşerken yan masalardan birkaç kişi dönüp bize bakmıştı ama umursamadım, telefonu parmaklarımın arasına alırken bakışlarım Yoongi'yi bulmuştu. "Ben hemen konuşup geliyorum!"
"Gitme." dedi Yoongi, yüzümdeki heyecanlı ifadenin donduğunu hissettim. "Gitme, Jimin."
Arama sonlandı, Yoongi bakışlarını yüzümden kaçırmıyordu. Yeniden çalmaya başladığında yüzümü acılı bir ifade kaplarken geriye doğru bir adım attım. "Açmam lazım. Hemen döneceğim."
"Jimin, Namjoon öldü." dedi Yoongi. Başımı iki yana sallayarak ona arkamı döndüm ve binanın dışına rüzgar gibi koştum. "Alo?" dedim yağmurun altına çıkar çıkmaz, sesime bulaşan umudun önüne geçemeyerek. "Hyung?"
Namjoon-ie hyung hattın diğer ucunda kıkırdadı. "Anlamıştın, değil mi?"
"Ah, hyung-nim!" Mutluluk gözyaşları yanaklarımı ıslatan yağmura ortak olurken kendimi tutamadan yere çöktüm ve asfaltın göl olmasını umursamadan oturdum, dizlerimi yanıma almıştım. "Neredesin? Nasılsın?"
"Sen beni düşünme, ben çok iyiyim." dedi Namjoon-ie hyung. Boştaki elimi de yere yasladım, hıçkırdığımda Namjoon-ie hyung ağladığımı anlamış ve "Jimin-ie?" demişti endişeyle. "Jimin, ağlama."
"Seni çok özledim." dedim hıçkırıklarımın arasından. "Ölmediğini biliyordum ama buna sadece ben inanıyordum, o kadar zordu ki." Kelimelerim kesik kesik duyuluyordu, sağanak yağmurun da hattın diğer ucundan duyulduğuna emindim ama Namjoon-ie hyung kendimi tekrarlamamı asla istemedi. "Tae ve Jungkook içindi, değil mi?"
"Evet." dedi iç geçirerek. "Sen bu haldeysen onlar nasıldır..."
"Hyung, kendine dikkat et." dedim. "Benim yüzümden ne hallere düştün, lütfen-"
"Yah, ağla diye mi aradım ben seni?" diye sesini yükselterek kızdı, burnumu çektim. "Şimdi kapatıyorum, yalnızca sesini duymak istemiştim. Kendine iyi bak, tamam mı?"
"Tamam." dedim dudaklarım büzülürken. "Hoşça kal."
Arama sonlandı ama ben birkaç dakika daha yağmurun altında kalıp ağlamaya devam ettim. Mutluluk, günlerdir üzerimde taşıdığım gerginlik ve ya Yoongi haklıysa, korkusu; hepsini yağmurla beraber atıyordum şimdi bünyemden. En sonunda ayaklanıp binaya geri döndüm, kapının önünde kendimi toparlamaya çalıştım ve kapıdaki görevliler ıslak halime yüzlerini buruşturup beni içeri aldılar.
Keşke almasalardı.
Keşke kör randevu salonuna döndüğümde Yoongi'yi masamızda bulamayınca bakışlarımı merdivene çevirmeseydim de Yoongi'yi Ida noona'nın yalnızca birkaç basamak yukarısında, elinden tutup üst kata çıkarırken görmeseydim.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro