Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

30; kaşıktaki yağ


 Odama geri döndüm.

Sırtım kapıya yaslanırken başımı ellerimin arasına almıştım. Derin nefesler alıp sakinleşmeye çalışıyordum, şu kıskançlık işine acilen bir çözüm bulmam gerekiyordu. Yoongi kahramanım olduğunu biliyordu; Yoongi'ye milyonlarca hayranı olduğunu söylemiştim ve Yoongi sadece ben ona hayran olduğum için güçlü hissettiğini söylemişti. Derin nefes, derin nefes. Kıskançlığa gerek yok. Yoongi söz verdi. Bir açıklaması vardır. Derin nefes.

Orada ne kadar vakit harcadım bilmiyordum ama ne yapıp edip kendime geldiğimde deli gibi titriyordum, odanın içi buz gibiydi. Yoongi'nin yanına gitmeden önce son kez banyoya girmiş ve lenslerimi de çıkarıp derin bir nefes eşliğinde, telefonum pijamamın cebine tıkılı bir halde odadan çıkmıştım. Koridor boştu, yemek saatleri dışında bu koridor zaten hep boştu.

Daha önce yapacağım aklımın ucundan bile geçmeyecek bir şekilde, odaya, kapıyı çalmadan girdim.

Yoongi'nin odasına ilk defa giriyordum, ben genelde sinirli ve kıskanç taraf olduğum için orta yolu bulmaya gelen hep o oluyordu, daha önce odasına davet de edilmemiştim. Bana verdikleri odaya kıyasla oldukça lükstü, benimkinden büyüktü ve bir de şöminesi vardı; üşüyen bünyem içeri girdiğim anda yüzleştiği ısıyla beraber baştan aşağı titremişti. Hafif bir müzik sesi duyuluyordu. Yoongi yerde, yatağının ucunda oturuyordu. Şömineyle arasında neredeyse bir metre vardı, ayaklarını ateşe doğru uzatmıştı. Bacakları siyah bir eşofman altıyla sarılmış olsa da, gövdesi çıplaktı. Gövdesi çıplaktı.

Odasına birinin girmesi umurunda değilmiş gibi bir tavırla şöminenin önünde oturmaya, ona verdiğim çakmağı yakıp yakıp söndürmeye devam etti. Bakışları ateşten ayrılmamıştı. "Ben geldim." diye mırıldandım.

Son kez sönen çakmağı avucunun içine alıp parmaklarını etrafına sardı. Başı yavaşça bana dönmüştü, ufak gözleri kanlanarak iyice ufalmış ve Yoongi'ye ağlamış gibi bir imaj vermişti ama ağlamadığını biliyordum. Bu ifadesi genelde ağlamak isteyip de ağlayamadığında yerleşiyordu yüzüne. Hızlı adımlarla yanına yaklaşıp yere çöktüm, ben yanına varır varmaz etrafa bakınıp bir şey aramaya girişmişti; tişört olduğunu tahmin ediyordum. Saçları nemli görünüyordu, üzerinden de tatlı bir koku yükseliyordu, duşa girmiş olmalıydı. Etrafa bakıyor olmasını umursamadan parmaklarımı saçlarına uzattım, eskiden saçlarına dokunmadan önce saatlerce düşünmem gerekirdi. "Nemli kalmasın, kurutalım mı?" diye sordum yavaşça.

"Oda sıcak zaten, kurur." diye karşılık verdi, hala bana bakmıyordu. Telefonumun cebimden kayıp yere düştüğünü hissederken oturduğumuz yerde ona yaklaşıp ensesine kayan parmaklarımın yardımıyla başını kendime çevirdim ve Yoongi ne olduğunu sorgulayamadan ona sarıldım. Üzerimdeki pijamaya rağmen çıplak teninden yükselen ateşle yanıyordum, Yoongi kollarını etrafıma sarıp yüzünü boynuma gömerken yavaşça yumdum gözlerimi. "İstemediğin hiçbir şeyi yapmak zorunda değilsin." diye fısıldadım.

"Zorundayım." diye karşılık verdi, dudakları tenime yaslı olduğu için sesi boğuk çıkıyordu.

Kendimi hafifçe geriye çekip yüz yüze gelmemizi sağladım ama Yoongi bakışlarını burnuma indirip kaçmıştı. "Hyung," Ellerim yanaklarını buldu, onu bana bakmaya zorlayamazdım ama konuşurken ciddi olduğumu bilsin istiyordum. "Zorunda falan değilsin."

"Jimin, milyonlarca insandan bahsediyoruz." Bakışları en sonunda gözlerime tırmanmıştı. "Buraya kadar geldim, bunca şey yaşadım..."

Haklıydı, ama bunca şeyi insanlara bağlı olarak yaşamamıştı ki. İnsanların onu bu kadar sevme sebebi zaten onun gibi özgür olmak istemelerinden kaynaklanıyordu, Yoongi şimdi başkalarının rızasıyla bir işe kalkışırsa bu hiçbirimize aynı hissi vermeyecekti. "Aklıma oturmayan şeyler var," diye devam etti ben sessiz kaldığımda. "Cevaplara ihtiyacım var, bir anda her şeyin üstüme gelmesine dayanamıyorum."

Kollarından çıkıp ayaklandım, Yoongi başını kaldırıp yaşlı gözlerle beni izlerken de ellerini tutup onu da peşimden sürükledim. Ne yaptığımı anlamamış bir şekilde, ilgiyle sonraki hamlemi bekliyordu. Parmaklarımız kenetlenirken onu kıyafet dolabını kaplayan boy aynasına doğru çekiştirdim ve sırtı göğsüme yaslanacak şekilde aynayla arama aldım. Yansımasıyla yüzleştiği an baştan aşağı titremişti. Bakışları ağır ağır, önce yüzündeki, sonra da gövdesindeki yara izlerinde gezindi.

Çenemi omzuna yaslayıp yansımasına dahil olduğumda bakışlarımız buluşmuştu, ellerim göbek deliğinin hemen altında kavuştu. "Şu gördüğün adam var ya," diye fısıldadım. "Yıllarca, aynaya her bakışımda görmeyi dilediğim adam."

Odanın içinde çok güzel bir şarkı duyuluyordu, nereden geldiğini bilmiyordum ama aramızdaki muhabbete çok güzel uyuyordu. Yoongi kendine bakıyordu, gözlerini kendinden ayırmıyordu ve ben de onun dışında hiçbir şeyi görmüyordum. "Seni ilk defa ne zaman okudum, biliyor musun?" diye sordum. "Sana ilk defa ne zaman kavuştum, biliyor musun, hyung?"

Cevap vermedi ama kendini yavaş yavaş bana bıraktığını hissediyordum. Yan yana duran başlarımız birbirine yaslanmıştı, nefesleri gittikçe düzenli bir hal alıyordu. Neden bu kadar gerildiğini tahmin etmek zor değildi; insanların onu okuyup bilmesinden rahatsız olan adam şimdi aynı insanlara yüzünü göstermek zorundaydı ve tüm bunların omuzlarına yüklediği ağırlık onu Atlas'tan daha çaresiz kılıyordu. "İhtiyacım olduğunda." dedim. "Sana verebileceğim tek cevap bu, Min Yoongi. Ben ne zaman bir şeye ihtiyaç duysam satırların parmaklarımın ucundaydı." Kulağının arkasındaki yumuşak noktayı nazikçe öptüm, karnındaki parmaklarım tenini okşuyordu. "Ben seninle nefesimi paylaştım, attığım adımları, rüyalarımı paylaştım." Kulak memesini hafifçe dişlediğimde sesli bir nefes almıştı, bakışlarımız yansımamızda buluştu; ben hayatımda ilk defa, aynaya baktığımda böyle güzel bir manzarayla karşılaşıyordum. Bakışlarımızı ayırmadan, dudaklarımı yavaşça boynuna kaydırdım. "Beni kurtarmak zorunda değildin, ama kurtardın."

"Korkuyorum." diye karşılık verdi.

"Kim olsa korkar, ama senin yerinde başka kimse olamaz." Karnındaki ellerimle bedenini tek seferde kendime çevirdim, ufak gözleri şaşkınlıkla irileşirken çıplak sırtını aynaya yaslamasını sağlamıştım. Teninin soğuk yüzeye dokunmasıyla baştan aşağı titremişti. "O videoyu çekmek zorunda değilsin."

"Çekeceğim." diye karşılık verdi, ona doğru bir adım atıp aramızdaki mesafeyi en aza indirdim. "İnsanlara yardım etmek istiyorum, Jimin. Eğer yaptıklarım bir kişiyi bile kurtaracaksa, değer." Duraksadı, bakışları birkaç saniyeliğine de olsa dudaklarıma kaymıştı. "Sen kurtulacaksan ben bu hayatı baştan yaşarım."

"O zaman korkma," diye mırıldandım kollarımı beline sararken. Alınlarımız buluştu. "Cevapları beraber bulacağız. Sana söz veriyorum, hyung. Biz bu sefer kazanacağız."

Aramıza birkaç saniyelik de olsa bir sessizlik çöktü, yalnızca o kısık sesli şarkı ve şöminedeki odunların çıtırtısı duyuluyordu. Yoongi bu uzun saniyelerin sonunda beni hafifçe iterek kendinden uzaklaştırmış ve temasımız kesildiği an da hiçbir şey olmamış, hiçbir şey konuşulmamış gibi yanaklarını silmişti, saçlarını dağıtarak kendini toparladı. Kahramancılık oyunum da böylece son bulmuş oldu. O bana bakmıyorken burukça gülümsedim, sonra da ellerini tutup onu az önce oturduğumuz yere çekiştirdim. Müzik yatağın dibindeki ufak bir radyodan yükseliyordu, Yoongi yatağın üzerindeki tişörtünü alırken şarkı sonlanarak yayın reklam arasına girmiş ve spiker de radyosunu yeni açanlara Radio March'ı dinlediklerini bildirmişti. "Bu nereden çıktı?" diye sordum gülümseyerek, Yoongi tişörtünü giyinirken. Yeniden yanıma çökerken ufak cihazı uzun parmaklarının arasına aldı. "Lizzie verdi," diye mırıldandı. "Sadece bu frekans çalışıyor..."

"Senin radyon bu," dedim radyoyu parmağımla işaret ederken. "Hayranların sana adadıkları şarkıları çalıyor hep. Eskiden haftalık yarışmalara katılırdım, üniversitenin ilk yılında birkaç kere kazanmıştım."

"Ödül neydi?" diye sordu dudakları hafifçe kıvrılırken.

Omuz silktim. "Benim şarkım saat başı çalıyordu ve her seferinde de spiker şarkıyı Jimin'den Suga'ya diye anons ediyordu. Sayende epey ünlü olmuştum, okuldaki ilk sevgilimi o şarkılarla tavladım."

"Neden March?" diye sordu bu sefer. Bakışları elindeki cihaza düşmüştü, okul hayatım ilgisini çekmemiş olmalıydı. "İlk kitap mart ayında çıkmıştı, yani çıkmış; ben daha yoktum." diye açıklamaya çalıştım.

Birkaç saniye boyunca sessiz kaldı, kafasında dönen çarkları oturduğum yerden bile duyabiliyordum. "Yirmi sekiz yıl önce çıkmış bir kitap benim son iki yılımı nasıl anlatabilir ki?"

Gözlerim irileşti, Yoongi'nin bakışları yavaşça ben bulurken parmakları radyoyu eski yerine koymuştu. "Aklıma oturmayan şeyler var." diye tekrarladı yarım saat önceki cümlesini.

**

Her zaman kitap okumayı seven bir çocuk olmuştum, babamın ya da öğretmenlerimin Agust D okumamdan bıkması sonucu bana zorla okuttukları kitaplara bile büyük hayranlık duyardım. Edebiyat bana sihir gibi gelirdi, insanlar nasıl olurdu da koskoca dünyaları sayfalara, satırlara, kelimelere sığdırabilirdi? O kurgusal karakterler nasıl benim gibi kanlı canlı insanları kurtarabilir, en karanlık zamanlarında yüzlerini ışığa çevirebilirdi? Edebiyatın gücünü asla tam anlamıyla anlayamamış ama asla hafife almamıştım. Yaşadığım her şeyde okuduğum satırlardan ilham almış, başı Suga çekmiş olsa da, parmak uçlarımın gezindiği sayfalardan ders çıkarmaya çalışmıştım.

Kaşıktaki yağ. Bu bir buçuk ayda yaptığım tek şey etrafa bakmaktı, kaşıktaki yağı dökmüştüm.

"Hyung!" Yoongi'yi omzundan sarsarak uyandırmaya çalıştım, onu yatağına yatırıp kendi odama geçeli yalnızca birkaç saat oluyordu ama uyanması gerekiyordu. Ona cevaplarım vardı. Bu sefer dikkatimi kaşıktaki iki damla yağa vermiş, bu sefer satırların hikayemi döşemesine izin vermiştim.

"Jimin?" Gözlerini zorlukla aralayıp beni görmeye çalıştı, nasıl da yorgun olduğunu görebiliyordum ama ona aradığı cevapları getirmiştim. Yoongi uyuduktan sonra ilk amacım kütüphaneye gitmekti ama adımlarım beni kendi odama götürmüştü. Haftalar sonra, ihtiyacım olan cevapların hep yanımda olan çantama tıkılı olduğunu fark etmiştim. Hyuk bana dünyadaki bütün kütüphaneleri bahşetse de benim sorularımın cevapları Min Borin'deydi; ve Min Borin bana kendi notlarıyla beraber tam dokuz tane kitap bırakmıştı. Bunca zaman o kitapları tembel tembel okumuş, belki de asıl ihtiyaç duyduğum ayrıntıları gözden kaçırmıştım. "Ne oldu?" diye sordu Yoongi uykulu sesiyle.

"Buldum." dedim. "Hyung, buldum!"

Gözlerini tamamen açıp uzandığı yerde istemsizce gerindi, sonra da yatakta aniden doğrularak aynı hizaya gelmemizi sağladı. "Neyi buldun?"

"Sana Kaahujangi tanrılarından bahsetmiştim, hatırlıyor musun?" Yoongi'yi uyandırırken dizlerime bıraktığım kitabı yeniden ellerimin arasına aldım, kaldığım sayfayı bulmak amacıyla yaprakları hızlı hızlı çevirirken kağıt sesleri odada yankılanıyordu. "Dokuz tanrı ve tanrıça varmış ama bir tanesi diyardan ayrılmış, demiştim?"

"Ben de benim için geri döndü, demiştim?" diye sordu yeni uyandığı için derinden gelen sesiyle.

Başımı hevesle salladım, bakışlarım kucağımdaki kitaptaydı. "Haklıydın. Senin için geri döndü."

"Ne?" Sesi şaşkınlığa bulanmış bir şekilde odanın duvarlarına çarptığında sayfaları biraz daha hızlı çevirmeye başlamıştım. "O lafı söyleme sebebin yağmurun bizi takip etmesiydi, değil mi? Çünkü dokuzuncu tanrı hava olaylarını kontrol ediyordu?" diye sordum en sonunda aradığım sayfayı bulduğumda. Sağ elimin işaret parmağını sert bir şekilde kitaba bastırdım. "Hyung, sana o tanrının aynı zamanda gizli gerçeklerin tanrısı olduğunu söylemiştim."

"Ne demek istiyorsun?"

Kitabı ona doğru çevirdim, parmağımla göstermek istediğim şeyi işaret ederken başımı öne doğru eğmiştim. "Siktiğim herifin sembolü ne, biliyor musun? Gül!"

"Gül Naamkahu'nun sembolü değil mi?" diye sordu şaşkınlıkla.

"Bu kitaba göre değil," dedim Yoongi'nin gül desenini gördüğünden emin olduktan sonra kitabı yeniden kendime çevirerek. "Saatlerdir düşünüyorum, gizli gerçeklerden kastı ne diye... Hyung, meleklerin en büyük korkusu gül, değil mi? Özellikle de Orakumi'nin tarafına geçen güçsüz melekler... Min Borin'in evinde, zeminin altındaki gül yapraklarını görünce yazarın olup bitenlerden habersiz olmadığını söylemiştin. Min Borin yazdığı şeyin gerçek olduğunu, ya da şu yirmi sekiz yıl önce muhabbetini dikkate alırsam, yazdığı şeyin gerçek olacağını biliyordu."

"Jimin, anlamıyorum." dedi Yoongi, yüzünde acı çekiyormuş gibi bir ifade vardı.

"Kader!" dedim heyecanla, nefesimin altından. "Orakumi'nin rahatsızlık duyduğu şey bizim irade sahibi olmamızdı, kaderse bizim seçimlerimizin yazılı bir kanıtı. Yeryüzündeki gelmiş geçmiş her inanış sistemi bunu savunur. Kişi kaderini bilemez, ama kaderi onun iradesinin sonucudur. Kader gerçeklerdir, ama henüz yaşanmamış bir kader..." Soru sorarcasına ona diktim bakışlarımı, kaşlarım havalanmıştı, cümlemi tamamlamasını bekliyordum. Belki de yanlış bir teoriydi, belki de bulduğum şeyin doğrularla uzaktan yakından alakası yoktu, her şey şimdi Yoongi'nin dudaklarından dökülecek olan kelimelere bağlıydı.

"...gizlidir." diye tamamladı Yoongi cümlemi, irislerine bulaşan heyecan kırıntıları içimi sımsıcak yaparken parmakları hevesle elimde tuttuğum kitaba uzanmıştı. "Gizli gerçekler."

Sesli bir şekilde gülmeye başladım. "Min Borin senin seçimlerini biliyordu, sen henüz doğmuşken kitapları yazabilme sebebi de bu. Ama bu seçimlerin diğer dünyada yaptığın seçimlerindi, bu dünyada ne yapacağın tamamen gizliydi, altıncı kitap bu yüzden gecikti!"

"İnsanları asıl doğrulara götürecek olan şey altıncı kitap..." diye mırıldandı, bakışları kitaptan ayrılıp beni bulmuştu. "Şimdi bu dünyada, bu zamanda yaşadığım için kitabı bitirmedi. Min Borin gerçekten de dokuzuncu tanrıysa, altıncı kitabı bu yolculuk bitene kadar çıkarmayacak."

"Çünkü kitabı hala yazıyorsun." diye onayladım. "Tüm bu düzeni tek elinin hareketiyle yıkmak Min Borin için zor olmasa gerek, hele ki bir tanrı- daha doğrusu, tanrıça olduğunu göz önüne alırsak. Ama bunu kitaplar üzerinden, insanlara sindire sindire, öğrete öğrete yapmayı seçti. Şimdi de biz cevap buldukça, bu satırları okuyan insanlar o cevaplara kavuşacak."

"Jimin, sen-" Dudaklarını sıkıca birbirine bastırıp söylemek istediği kelimeleri toparlamaya çalıştı ve başarısız olunca da kitabı aramıza düşürüp yanaklarımı avuçladı, sonraki saniye dudakları dudaklarımı bulmuştu. "Sen harikasın. Sen- sen cidden-"

Gülüşümü bastırmak için alt dudağımı ısırdım, Yoongi hayranlıkla, benim ona baktığım gibi bir hayranlıkla bana bakmaya devam ediyordu. "Sen yanımda olduğun sürece yapamayacağım şey yok benim." dedi kısık ama duygu yüklü bir sesle. Az önce yüksek olan sesinin aksine, şimdi duvarların bile bizi duymasından çekiniyormuş gibiydi. "Sen olduğun sürece başka hiçbir cevaba ihtiyacım yok."

"Kitapları düzgün okusaydım, çok daha önce-"

Dudaklarımı yeniden öpüp cümlemi yarıda kesmiş, susmamı sağlamıştı. "Sen olduğun sürece hiçbir şey için geç değil." dedi bu sefer. Dokunuşlarının altında gittikçe kızarıyor, söylediklerine aşık olurken bir yandan da susması için içimden yalvarıyordum. Onun dudaklarından dökülen her güzel kelimenin arsız bir kölesiydim, onun dudaklarına yayılan her gülümsemenin devamlılığı için dua eden kuluydum. "Teşekkür ederim."

"Sen biraz daha uyu, ben de okumaya-"

"Sen hiç uyumadın, değil mi?" Yüz ifadesi bir anda ciddiyete bürününce yüzümün buruşmasına engel olamadım. "Hyung, bir aydır ayakta uyuyormuşum zaten. Sorun değil-"

Kitabı aramızdan alıp yatağın yanındaki komodine bırakmış ve itirazlarımı umursamadan beni yanına, yorganın altına çekmişti. Omuzlarından kalkan yükü, bedeninin her köşesine yayılan rahatlamayı hissedebiliyordum. "Hyuk çağırana kadar yanımda kal," diye mırıldandı. "Artık çok önemli bir bilgiye sahibiz, bundan sonrası daha kolay olacaktır."

**

"Ne renk yapacaksın?"

"Sürpriz, dedim, eğ başını."

Yoongi'nin mızmızlanmaları dudaklarımı kıvırsa da bakışlarımı önümdeki kitaptan ayırmamıştım. O günün sabahında Hyuk'un istediği gibi bir video çekmiş olsak da, çektiğimiz video Hyuk'un aklındakinden oldukça uzaktı. Yoongi kameranın karşısına geçmiş, yüzündeki yaraları gizlemeden, Akio'nun saçının iki renk olmasıyla dalga geçmesi sonucu başına geçirdiği bir bereyle konuşmuştu. Buraya kadar her şey iyiydi, kameranın arkasındaki Lizzie, ben ve ismini bilmediğim birkaç kişiyle beraber Yoongi'ye gülümsüyor, elimizden geldiği kadar destekleyici olmaya çalışıyorduk. Ama Yoongi Hyuk'un yazdığı metni değil; kendi aklından geçen şeyleri söylemişti. Hyuk'un geçirdiği sinir krizini hatırlayınca kendi kendime kıkırdadım, benim gibi kitap okumaya dalmış olan Lizzie bakışlarını önündeki sayfadan ayırıp bana dönmüştü. "Ne oldu?"

O gece bulduğum şeyi Hyuk'tan önce Lizzie'yle paylaşmıştım. Hyuk'u sevmiyor ya da güvenmiyor değildim, kendi çapında iyi bir lider olduğunu ancak bir aptal inkar edebilirdi ama Hyuk bizim gibi değildi. Biz bu maceraya Suga'ya olan hayranlığımızdan, ondan aldığımız ilhamla atılmıştık ama bu yolculuk Hyuk'un kendi davasıydı. Yoongi'nin değiştirdiği kelimeler o gün o odada yalnızca Hyuk'u rahatsız etmişti; bizse kahramanımızın tam karşımızda oturuyor olduğu gerçeğiyle mest olmuştuk. Tsuki gibi yırtınmıyor, benim gibi bulduğu her fırsatta kollarını etrafına sarmıyordu ama Lizzie'nin de bir Suga hayranı olduğu yüzünden okunuyordu. İngiltere'deki hayatını bırakıp buraya gelmesi, Akio'nun flörtöz tavırlarını karşılıksız bırakıp kendini tamamen işine vermesi, gerçekten tehlikeli olduğunu bile bile bu örgütün içinde bulunmaya devam etmesi ama bu sırada o radyoyu dinlemekten vazgeçmemesi. Lizzie bana Seul'deki Jimin'i hatırlatıyordu, belki de bu yüzden aklımdaki fikirleri onunla paylaşmadan önce ikinci defa düşünmemiştim. Ve Lizzie de böyle bir fikirle çıkageldiğim için beni tebrik etmiş, cevap arayışımda, hastaneden vakit ayırabildiği kadar bana yardımcı olmak istemişti.

"Jimin, senin de saçını boyayalım mı?" Lizzie'nin sorusuna cevap vermeden bakışlarımı Yoongi'nin saçlarını boyarken benimle konuşan Akio'ya çevirdim. Onun odasındaydık, ortamın en küçüğü olduğunu bağırırcasına düzenlenmiş olan odası son birkaç gündür bizi ağırlıyordu. "Japonya'da renkli saçlar çok moda."

Ben bir şey diyemeden "Renkliden kastın ne?" diye sordu Yoongi incelen sesiyle. Boyanın kutusunu görmüştüm, Akio'nun seçimi koyu kahveden yana olmuştu ama Yoongi'nin yüzünde neon kırmızısından korkmuş bir ifade vardı. "Akio, cidden-"

"Gri sana çok yakışırdı." Lizzie konuşunca hepimizin bakışları ona döndü, Akio bile eldivenli parmakları Yoongi'nin başındayken durup ona bakmıştı. Bakışları saçlarımda gezinirken gözlerinde düşünceli bir ifade vardı. "Tsuki'ninki gibi çok açık bir tonu değil ama. Kül sarısına yakın bir gri."

"Üniversitedeyken pembe yapmıştım, saçlarım çok çabuk yıpranıyor." diye mırıldandım. "Şimdi önümüzde ne olduğu da belli değil, yeniden boyamaya fırsatım olmazsa iki renk gezmek istemiyorum."

"Ben de istemiyorum Akio, lütfen." diye yalvardı Yoongi. Dudakları öne doğru büzülmüştü ve farkında değildi ama bu halinden üçümüz de zevk alıyorduk.

"Bu akşam dışarı çıkalım mı?" diye sordu Lizzie, bakışları Yoongi'yle aramda gidip geldi. "İki gün sonra gidiyorsunuz, tüm o hengameye atılmadan önce dinlenmeniz için bir fırsat olur. Buraya geldiğinizden beri tek yaptığınız ölümden dönüp sinir krizi geçirmek."

Son kurduğu cümleyle beraber Yoongi'nin büzülen o pembe dudakları düz bir çizgi halini almıştı. Yutkunarak bakışlarımı önümdeki kitaba çevirdim. "Bu bölüm çok uzun," diye mırıldandım. "Bitirirsem çıkarız." Panik olarak Yoongi'ye döndüm. "Benim için uygun, en azından."

"Bana da uyar." diye karşılık verdi umursamaz bir tavırla.

"Ben Hyuk'tan para aşırırım." dedi Akio kıkırdayarak. Hafifçe gülümsedim, göz ucuyla baktığımda onunla ilgilenmiyormuş rolü yapan Lizzie'nin bile dudaklarının kıvrıldığını görmüştüm. "Çifte randevu!"

Akio ve Yoongi kendi aralarındaki tartışmaya devam etti, en son duyduğum renk gül kurusuydu ve Yoongi ağlayacakmış gibi bir ses çıkarmıştı. Kitaba yalnızca birkaç dakika odaklanabildim ama bu birkaç dakikada bile beş sayfa okumuştum. Kütüphanedeki kitaplar genel olarak efsane ve destanlar üzerinden anlatıldığı için asıl bilgileri yakalamak adına okumamı hızlı tutmam gerekiyordu. Geçen gün okumaya başladığım, eşlerle ilgili olan kitaptı. Kaldığım bölüm, Kan, Ter ve Gözyaşı kitabın en uzun bölümüydü ve eşlerin iyileşme sürecinden bahsediyordu. "Jimin, o kitabı okumak için Hyuk'tan izin aldın mı?" diye sordu Lizzie bir anda. Sadece benim duyabileceğim bir ses tonu kullanmıştı, o yüzden Yoongi ve Akio kendi aralarındaki kavgaya devam ederken bakışlarımı şüpheyle ona çevirmeme engel olamamıştım. "Kütüphanedeki her şeyi okuyabileceğimi söyledi?" dedim soru sorarcasına. "Neden?"

"Elindeki kitap tarihi tıp kitaplarından biri, benim okumamı yasaklamıştı." dedi Lizzie şaşkınlıkla. "Ne yazıyor?"

"İlk bölümde anne sütünden bahsediyordu." dedim bağdaş kurduğum yerde bedenimi ona çevirerek. "Bebeğin eşi bulunana kadar anne üç yıl emziriyor, bunu zaten biliyoruz. O zamana kadar eşler arasındaki en büyük yaş farkı üç yıl ve dört aymış; bu açıdan düşününce bebeğin üç yıl süt emmesi çok normal."

"Bizim zamanımıza kadar da üç yıl ve sekiz ayı geçen yok, en azından kayıtlara göre." dedi Lizzie. Uzun zaman sonra kendi alanımda bilgili biriyle oturup tartışmak harika hissettiriyordu, Lizzie'yi, başımı hevesle sallayarak onayladım. "İnsanı iyileştiren şey eşinin kanı; burada yazana göre de bebeği üreten şey anne bedeni olduğu ve anne sütü de bebeğin doğumundan kaynaklandığı için, eşinin kanıyla aynı değerde iyileştirme gücüne sahip. Hatta bu yüzden anneler çocuklarının eşlerine karşı derin bir bağlılık hissedermiş."

"Annem abimin eşini çok sever." Dudaklarına buruk bir gülümseme yayıldı, bakışları hülyalı bir hal almıştı. Jihyun kendi eşini hala bulamadığı için bu konuda Lizzie'yle paylaşabileceğim bir hikayem olmadığını düşünüyordum – ta ki Jungkook'un annesinin Taehyung'a nasıl da aşık olduğunu hatırlayana kadar. Aynı durum Taehyung'un annesi ve Jungkook için de geçerliydi. "İkinci bölümde kardeşleri ele almışlar; bu zaten bildiğimiz bir şey. Üç yıl içinde doğan kardeşler aynı memeyi emmiyor, modern tıpın sahip olduğu sayılı bilgilerden biri bu. Jihyun'la aramda iki yaş var, o doğduktan sonra annem sol göğsüne küstüğümü söyler."

Söylediğim şeyle beraber Lizzie kıkırdamaya başlamıştı. "Abimle aramda sekiz yaş var benim, zaten pilheu olduğum için çok da etkileyeceğini sanmıyorum."

"Bilmiyorum." dedim omuz silkerek. "Ben de pilheu'yım ama bizim durumu etkilemiş. Her neyse."

"Diğer bölüm?"

"Diğer bölümü şimdi okuyorum." Bakışlarımı kucağımdaki kitaba çevirip önceki sayfaları çevirmeye başladım. "Eşlilik sürecinin üç evreden oluştuğunu söylüyor: kan, ter ve gözyaşı. Kan bildiğimiz gibi, eşlenme töreni. Eşler sol ellerinin dördüncü parmaklarında açtıkları yarıkla kanlarını birleştiriyor ve eş dövmelerine sahip oluyorlar. Ter kısmını okuyorum, anladığım kadarıyla bu da birbirleri için verdikleri mücadeleler, ya da öyle bir şey." Elimi umursamaz bir tavırla salladım havada, Lizzie aslında nasıl da üzüldüğümü anlıyormuş gibi tek kelime etmemişti. "Gözyaşının da ayrılık olduğunu tahmin ediyorum. Ölüm."

"Senin de dikkatini çekti mi?" Sorusuyla beraber başımı kaldırıp şüpheyle kısılmış olan gözlerine baktım, alt dudağını ısırıyordu. "Ne?" diye sordum kaşlarım çatılırken.

"Anlattığın her şey insan vücudundaki sıvılarla alakalı."

Bakışlarımız kilitlendi, ikimiz de gözlerimizi kırpmadan, dehşet içinde birbirimize bakıyorduk. "Hayır, hayır," dedim karşı çıkmak istercesine. "Sadece eşinin kanıyla iyileşebilirsin."

"O bölümü bitir, Jimin." dedi Lizzie kesin bir sesle. "Çünkü içimden bir ses, Hyuk bana ona nasıl da sinirleneceğimi bildiği için okumamı yasakladığını söylüyor."

"Bitti!" Akio neşeyle şakıyınca Lizzie'yle bulunduğumuz dünyaya dönerek kendimize gelmiştik. Akio'nun başına poşet geçirdiği Yoongi, kıstığı gözleriyle bize bakıyordu. "Suga'nın gözlüğünü almayı unutmadın, değil mi?" diye sordum Lizzie'ye.

"Yarın alacağım, endişelenme." diye karşılık verdi. "Hadi, sen okumaya devam et."

Bölüm zaten iki yüz sayfaydı ve bunun yarısından fazlası Ter başlığına aitti. Ter kelimesininse yalnızca bildiğimiz boşaltım sıvısını değil de diğer birçok şeyi kapsadığını fark etmem neredeyse yetmiş sayfamı almıştı. "Lizzie," dedim korkuyla. Bakışları anında bana döndü. Tükürük, idrar ve hatta cinsel sıvılar. "Lizzie, haklısın."

"Sen ciddi misin?" diye sordu dehşet içinde. Tam o an Akio "Vakit geldi," diyerek Yoongi'yi oturttuğu sandalyeden kaldırmış ve saçlarını yıkamak üzere banyoya doğru çekiştirmeye başlamıştı.

"Burada bir öykü var, hastalanan bir çocukla ilgili." dedim, yutkunamıyordum. "Çocuğun haritasını çıkarıyorlar, haritasında üç kişi var. Ne yapıp edip buluyorlar bu diğer üç çocuğu, biliyorsun, eşler her zaman nokta atışıyla bulunamıyor; en yakın arkadaşımın haritasında da birkaç kişi vardı. Hatta ikisiyle görüşmeyi başarmıştı ama eş olmadıklarını fark etmeleri uzun sürmedi."

"Ben haritalardan anlamam." dedi Lizzie. "Yalnızca doktor olduğum için gereken kadarını biliyorum, o kişiler içinde hangisi eş hangisi değil, bilmiyorum."

"Doğum müfettişleri bebeklerden aldıkları kan örneğiyle doğum saatindeki yıldız haritasını birleştirip potansiyel adaylardan bir liste yapar." diye açıkladım, bu zaten tıp fakültesinde bir yıl geçirmiş olan herkesin bildiği bir şeydi, Lizzie de başını sallayarak bildiğini belli etmişti. "Listedeki herkes senin eşin değildir, bir tanesi eşindir ve diğerleri de eşine benzer yapıda insanlardır. Bazen öyle müfettişler oluyor ki, insanlar haritalarında kesinlikle bulunmayan kişilerle eşleniyor. Dediğim gibi, konu eş bilimi olduğunda insanlığın elinde yeterli bir bilgi yok."

"Hikayeye devam et." diye rica etti.

"Diğer üç çocuğu buluyorlar, bu kısım kesinlikle bizim toplumumuzda olmayan bir şey çünkü reşit olmadan haritanın verilmesi imkansız. Zaten eşler arasında yaş farkı olabildiği için müfettişler bilgileri sisteme kaydedip haritayı çıkarmak için kişinin reşit olmasını beklerler. Her neyse, hasta olan çocuğu iyileştirebilmek için bu üç çocuktan hangisinin eş olduğunu bulmaları lazım."

Ben konuştukça geriliyordu, beklemeden devam ettim. "Ama çocukların kanını akıtmıyorlar."

"Vücut sıvısı." dedi kırık bir fısıltıyla, yüzünde çığlık atarak ağlamak istiyormuş gibi bir ifade vardı.

İç geçirdim. "İdrar örneği alıyorlar ve eşi buluyorlar."

Aramıza asırlar gibi hissettiren bir sessizlik çöktü, odanın içinde yalnızca açık olan banyo kapısından süzülen Yoongi'nin ciyaklamaları ve Akio'nun gülüşleri duyuluyordu. Gözleri önce dolan Lizzie oldu, suratı sinirle kızarmaya başlamıştı, ellerini öyle sıkı iki yumruğa çevirmişti ki parmak boğumları beyazlamıştı. "Anne sütünün, ya da bebekken alınan kanın çoğaltılıp uzun yıllar saklanmasıyla ilgili çalışmalar var." dedi kendi kendine, olup bitenleri anlamak istercesine. Bu kadar büyük ve belki de bu kadar ağır bir bilgiyi, daha otuzlarına gelmemiş iki genç doktorun bu dünyadan bile olmayan bir kitaptan öğrenmesi... "Her gün, onlarca insan ölüyor." diye fısıldadı. "Başkalarını da kanatmayı göze alamadığımız için, her gün onlarca insan ölüyor."

Taehyung'un kaybettiği çocuklar, benim kanamalarını durduramadığım hastalarım... "Eş enerjisi yalnızca kanda değil, bütün vücut sıvılarında bulunuyor yani, öyle mi?" diye sordu.

"Kimlikleriniz çıktı." Hyuk kapıyı çalmadan odaya girdiğinde Lizzie'yle aynı anda ona bakmıştık, ikimizin de nefret fışkıran gözlerinden korkarak duraksayan Hyuk bir elinde kimlikler, diğeri kapı kolunu kavramış bir halde olduğu yerde kalakalmıştı. "Ne oldu?"

Lizzie ağır ağır ayaklanırken Yoongi ve Akio odaya geri dönmüştü, Yoongi başına konmuş bir havlu yardımıyla saçlarını sert bir şekilde kurularken Akio Lizzie'yi görür görmez endişeli bir ifadeye bürünmüştü. "Liz?" dedi soru sorarcasına.

"Sen bunu biliyor muydun?" dedi Lizzie hayatımda duyduğum en tehditkar fısıldamayla. Hyuk'un bakışları önce bana, ardından da kucağımdaki kitaba kaymıştı. Lizzie gibi ağlamıyordum ama gözlerim birazdan akacaklarını bildiren gözyaşlarımın basıncıyla yanıyordu. "Bu ay dört kişi benim ellerimde can verdi, Hyuk, sen bunu biliyor muydun?"

Kapıda dikilen orta yaşlı adamın gözleri şok içinde irileşti, Akio sorgusuz sualsiz Lizzie'nin yanındaki yerini aldığında Hyuk kapana kısıldığını fark etmişti. Yoongi'nin bakışları bu üç grubun arasında gidip geliyor, olan bitenlere bir anlam yüklemeye çalışıyordu.

Kitabı bırakıp ben de Lizzie gibi ayaklandım, Yoongi bunu bekliyormuş gibi yanıma gelince onun tarafındaki kolum beline sarılıp bedenlerimizi birbirine yaslamıştı. "Borin yasakladı." dedi Hyuk yalnızca. "Hastalarını kurtarmaya çalışacağını biliyordu, Lizzie."

Lizzie çığlık atarak onun üzerine uçtuğunda Akio beklemeden onu yakalamış ve kolaylıkla kollarının arasına hapsetmişti. "Çocuklar ölüyor!" diye bağırdı iç parçalayan ağlamasının ortasında. "Hyuk, sen bunu nasıl söylemezsin?"

"Güzelim, bir beni dinle." Hyuk hızlı adımlarla onun yanına geldi ama Lizzie onu parçalayacakmış gibi duruyordu, Akio'nun ikisinin arasına girip bedenini siper etmesi gerekmişti. "İnsanları kurtarmaya yemin etmiş birisin sen, bu bilgiyi dünyaya yayman dakikalarını almazdı. Lizzie, lütfen-"

"Jimin?" Yoongi yanı başımda mırıldandı, onu tutan benmişim gibi görünse de aslında ona tutunuyordum, başım dönmeye başlamıştı.

"Hükümetin bunu bilmediğini mi sanıyorsun?" dedi Hyuk yalvarırcasına. "Direniş sırasında kullanabileceğimiz en büyük silah bu. Lizzie, ne olursun-"

Lizzie çığlık atarak Hyuk'un vücut ısısını kontrol altına aldı, Akio onu duvara çarparak kendine getirmiş olmasaydı yıllarını beraber geçirdiği bu baba figürünün katili olacaktı. Ellerini yüzüne kapatarak yavaş yavaş çöktü yere, dizlerini karnına çekerek ağlamaya devam etti.

**

"Lizzie nasıl?" Yoongi'yle beraber Hyuk'un masasının önündeki koltuklara oturduğumuzda orta yaşlı adamın bize sorduğu ilk soru bu olmuştu. Akio Lizzie'yle ilgileneceğini söyleyerek hepimizi odadan kovduğunda onu ilk defa böylesine ciddi görüyordum. Beni ayakta tutmaya çalışan Yoongi olayı yarım yamalak biliyor ama Lizzie gibi yıkılmamdan korktuğu için konuyla ilgili ayrıntı soramıyordu. "Daha iyi," diye mırıldandım, o krizin üzerinden saatler geçmişti, Akio Yoongi'nin odasına gelip bir saat sonra dışarıya çıkmaya hazır olacaklarını bildirmiş ve yüzünde buruk bir gülümsemeyle yanımızdan ayrılmıştı. "Sen nasılsın?"

"Minjae kimliklerinizi hazırladı." dedi sorumu umursamadan, bugün odaya geldiğinde yanında olan kimlikleri masasının üzerinden ikimize uzatarak. Hükümetin yeni hedefi ben olduğum için, ismime çıkarılacak olan herhangi bir soruşturma ya da aramaya karşı hazırlıklı olmaya karar vermiştik. Yeni ismim Kim Kyunghan'dı, daha eski bir isimi bulamamışlar mıydı acaba diye düşünürken bakışlarımı Yoongi'nin kimliğine kaydırdım. Onun ismi de Kim Daeseok'tu. "Pilheu olmanız Japonya'da işinize geleceği için sahte haritalar hazırlamadık, bu da evlilik cüzdanınız."

Yoongi deli gibi öksürmeye başlarken ben oturduğum yerde buz kesmiştim. "Pasaport falan hazırlamanız gerekmiyor muydu?" diye sordu boğulmamaya çalışırken.

"Bu dünyada pasaport kullanılmıyor." diye karşılık verdi Hyuk. "Başka sorunuz var mı?"

"Hyuk..." diye mırıldandım yavaşça. Bakışları bana dönerken soru soracağım konuyu biliyormuş gibi hüzne bulanmıştı yüz hatları. "Ne zamandır biliyordun?"

Derin bir nefes aldı. Yine geçiştireceğini düşünmüştüm ama birkaç saniyelik bir duraksamanın ardından "Birkaç yıl oldu." diyerek konuşmaya başlamıştı. Yoongi öksürüklerini yutmaya çalışırken bizi duymaya uğraşıyordu. "Siz yine bir tıp kitabından öğrenmişsiniz. Ben okuduğum bir savaş destanından öğrendim." Kendi kendine, alayla güldü. "Savaş destanı."

"Nasıl oldu?"

"Kadınları ağlatmak daha kolay olduğu için savaşa erkekleri yolluyorlardı." Bakışları odanın ilerisindeki bir noktaya odaklanmıştı. Bizimle konuşurken aklından bambaşka şeyler geçtiği belli oluyordu. "Yaralanan askerler eşlerinin gözyaşlarıyla iyileşiyordu."

"Bu çok seksist."

Konuştuğumuz şeyin komik olmadığını bile bile güldü. "Öyle. Ama bu, yaşandığı gerçeğini değiştirmiyor. Eşi de olsa erkeklerin kadınlara tarih boyunca çektirdiklerini kimse inkar edemez."

Sessizlik yeniden gösterdi kendini, Yoongi'nin bakışlarını üzerimde hissedince istemsiz bir şekilde ona dönmüştüm. "İnsanlar eşlerine nasıl kıyabilir?" Bana baktığı için benimle mi yoksa Hyuk'la mı konuşuyordu, bilmiyordum ama söylediklerini en derinlerimde hissediyordum. "Cinsiyeti fark etmiyor, hayatını paylaştığın birinin hayatını nasıl olur da cehenneme çevirirsin?"

Hyuk omuz silkti. "Kendi seçimleri."

"Bu çok garip değil mi?" diye sordum. "Tanrıların korktuğu şey bizim irade sahibi olmamız. Bizi ayırdıklarındaysa seçim hakkımızı kullanabiliyoruz; ki bu da bir noktada irademize bağlanıyor. Ama en sonunda hep şiddet ve esarete yol açıyor?"

"Orakumi boşu boşuna strateji tanrısı değil, Jimin." dedi Hyuk. "İnsanlar tanrıları yenmesin diye diğer tanrıları yoldan çıkarıyor ve en sonunda diğer tanrıları yenen kendisi oluyor. İnsanlık günün sonunda kendisine verilen her lütfu savaşmak için kullanabilir. Bu ister ateş olsun, ister altın. Savaşmayı kendi iradesiyle seçmesiyse tamamen trajikomedi."

"Hyuk, dokuzuncu tanrı hakkında ne düşünüyorsun?" diye sordum.

Bakışları Yoongi'yle aramda gidip geldi, konunun buraya varmasını beklemediği belli oluyordu. "Hakkında bildiğim tek şey bu işin içinde olduğu."

"Emin misin?" diye sordu Yoongi.

Hyuk başını sallayarak yanıtladı onun sorusunu. "Senin gelişini yağmurla takip etmemizi söylediler. Jimin'in gücünden de haberimiz vardı, o fırtınaya rağmen deniz bir anda durulunca emin olduk, yağmurun sabaha kesilmesi işin sadece bonusuydu."

"Söylediler?" dedim soru sorarcasına. Hyuk'un bu örgütteki tek lider olmadığını biliyordum, işin başındaki asıl isimse dokuzuncu tanrı olduğunu düşündüğüm Min Borin'di ama Hyuk derin bir nefes alınca aklındaki ismin benim asla düşünemeyeceğim biri olduğunu anlamıştım.

"Kim Seokjin." dedi Hyuk. "Kim Seokjin söyledi."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro