29; figüran
En korkunç veda hangisidir?
Bağırıyorum, yırtınıyorum, en azından öyle sanıyorum. Yoongi'nin "Jimin!" dediğini duyuyorum ama dönüp ona bakmıyorum bile, bakarsam onun da kalbini kıracağımı biliyorum çünkü. Benimki öyle kırık ki, etrafımdaki her şey benim gibi kırılmak zorundaymış gibime geliyor. Yatağın üzerine örtülü olan yorganı tutup çekiyorum, bağırmaya devam ederken yere savuruyorum. Benim çığlıklarım dışında da sesler var, arkamı döndüğüm yönden geliyor tüm bu gürültü ve fısıldaşmalar. Yoongi'nin eli kolumu kavrıyor ama bakmadan itiyorum, odayı dağıtmaya, mahvetmeye devam ediyorum çünkü ben dağıldım, ben mahvoldum.
En korkunç veda hangisidir?
"Jimin, lütfen-"
Arkamı dönüp Yoongi'yi itiyorum, geriye doğru sendelese de kolumu bırakmadığı için beni de kendiyle beraber o yöne çekiyor. "Bırak!" diye bağırıyorum ama umursamıyor, kapıya yığılmış olan kalabalıktan birileri geliyor; Yoongi'ye yardım etmek istercesine beni zapt etmeye çalışıyorlar ama Yoongi'yi sadece geriye sendeleten ellerim onları kolaylıkla duvara çarpıyor. Yoongi'nin birilerine, bana dokunmasınlar diye bağırdığını duyuyorum. "Jimin," diyor sonra, yine. "Kalbine bir şey olacak-"
Bende artık kalp kalmadığını fark etmiyor.
"Benim yüzümden." Dizlerim yere öyle sert çarpıyor ki o uğultu bulutuna rağmen duyuyorum, aklıma Namjoon-ie hyung'la anılarımız doluşuyor ve zihnimin içinde sadece onun sesini duyuyorum ama onun sesini yine kendi sesimle bölüyorum. Yoongi hemen dibimde, ellerini yanaklarıma koymuş, bir şeyler söylüyor. Onun lafını da kesiyorum. "Seni sevdiğim için oldu her şey." diyorum, Yoongi'nin dudakları bir daha hareket etmiyor.
En korkunç veda hangisidir?
Etraf kararıyor, yanaklarım Yoongi'nin dokunuşlarını hissetmiyor, kulaklarım kapıda dikilmiş acımı izleyen insanları duymuyor.
Arkadaşlarımın mezarının başında, Namjoon-ie hyung'a soruyorum: En korkunç veda hangisidir, hyung?
Edilemeyen, diye cevaplıyor.
**
Gözlerimi açtığımda odanın içinde silik bir ışık vardı, kapının yanındaki duvardan geliyordu. Başım ağır ağır o yöne dönmüştü, duvarın dibinde uyuklayan Lizzie ve Akio'yla karşılaşmıştım; Lizzie'nin başı Akio'nun omzundaydı. Hemen yanlarında, bitmek üzere olan bir mum cılız ışığını odaya yayıyordu. Yoongi yoktu.
Yoongi'nin yokluğu bana başka yoklukları da hatırlatmıştı.
Birini kaybettiğinizde önce yalan gibi gelir, onlar olmadan da birkaç saat geçirmeye alışık olduğunuz içindi belki ama, birinin yokluğu sizi yok olduğu saniye çarpmazdı. Özlemin devreye girmesi için gerekli süre kimsede aynı değildi, lanet şeytan insanın kanına sızar ve tam on ikiden vurmak için en korkunç anını beklerdi pusuda. Önce yalan gibi gelen o kayıp, bir anda dünyanın en büyük boşluğu gibi hissettirirdi. Uyanır uyanmaz aklıma Namjoon-ie hyung'un gelmemiş olması da bu yüzdendi sanırım. Ne zamandı ki Lizzie ve Akio'yu öyle görmüş ve Yoongi'nin yanımda olmayışıyla yüzleşmiştim, işte o zaman Kim Namjoon'un yanımda olmadığını hatırlamıştım.
Kim Namjoon'un bir daha asla yanımda olmayacağını.
Ellerimle örttüm yüzümü, ne yapacaktım şimdi? Başıma bir şey gelirse dayanamayacağını söylemişti, daha bir ay önceydi...
Sana ihtiyacım olmasını geçtim, gerçekten, ama seni seviyordu!
"Jimin?" Lizzie'nin uykudan yeni kalktığını belli eden ses tonu kulaklarıma ulaşınca düşünmeyi kesip ellerimi iki yanıma aldım ve bakışlarımı tavana diktim. "İyi misin?"
"Yoongi nerede?" diye sordum. Odaya az öncekinden daha koyu bir sessizlik çöktü, yalnızca Akio'nun nefesleri duyuluyordu. "Suga hyung?" diye düzelttim.
"Dur, ben çağırayım." Lizzie ayaklanırken ben de yatakta oturur pozisyona gelmiştim; Akio'yu sarsarak uyandırmış ve benimle ilgilenmesini söyleyip odadan çıkmıştı. Akio'yla birkaç saniye boyunca bakıştık ve en sonunda bakışlarını kaçıran ben oldum. O kadar suçlu hissediyordum ki insanlara uzun uzun bakmaya çekiniyordum. Namjoon-ie hyung. Benim hyung'um. Artık yoktu. Ama nasıl olmazdı? Namjoon-ie hyung olmadan yaşadığım, neredeyse yirmi yılım vardı elimde ama Namjoon-ie hyung'un olmayışı bana neden bu kadar yabancıydı? Onu zaten bir aydır görmüyordum, Yoongi ortaya çıktığından beri de aramızdaki ilişki sönüp küllere gömülmüştü; neden boğazımda dünyanın en büyük kaya parçasını taşıyordum?
Dans ekibimdeki arkadaşlarımı kaybettiğim gerçeği stüdyoya gidip onları her zamanki yerlerinde göremeyince dank etmişti. Birisi bana bak işte buradalar, diye mezarlarını gösterdiğinde idrak edebilmiştim hani, yoklar ki, cümlesinin aslında ne kadar acı olduğunu. Yoklardı. Ağlamak, göğsümü yırtıp bana ağırlık yapan bu zifiri acıyı akıtmak istiyordum ama biliyordum ki asıl acı henüz uğramamıştı kalbime. Şimdi böyle yanıyordum ama Seul'e gidip onu aradığımda, telefonu açmadığında, ona ihtiyacım olduğu halde gelip salonumdaki üçlü koltuğumda uyumadığında yüzleşecektim asıl yokluğuyla. Sonra Taehyung bana bir mezar gösterecek ve işte burada, diyecekti. Ve bu sefer edemediğim vedaların acısını paylaşabileceğim kimse olmayacaktı yanımda.
Çünkü Yoongi çoktan gitmiş olacaktı.
"Yah," Başı başımın hemen önünde belirdi, odaya girdiğini bile fark etmemiştim. Küçük, üçgen gözleri, çıkık elmacık kemikleri ve pembe dudaklarıyla karşımdaydı. İçindeki alevleri bana taşmasın diye kontrol altına almaya çalışıyordu sanki. "Ben geldim." Yatağın ucunda oturuyordum, Yoongi de bundan faydalanmış ve dizlerinin üzerinde yükselerek bacaklarımın arasına girip aramızdaki mesafeyi en aza indirgemişti.
"Hoş geldin..." demeye çalıştım, yemin ederim çabaladım ama kalbim Yoongi'nin gelişiyle acısını serbest bırakmış ve dudaklarım aralandığı an boğazımdan kontrol edemediğim hıçkırıklarım yükselmeye başlamıştı. Gözyaşlarımın düşmesine bile fırsat vermeden beni kendine çekti, bir kolu belime sarılırken diğeri boynumdaydı; beni sıkıca bedenine yasladı ve onun gibi çöktüm yere. "Ben ne yapacağım?" diyordum hıçkırıklarımın arasında, parmaklarım Yoongi'nin tişörtünün sırt kısmını yırtarcasına kavrarken. "Ben nasıl dayanacağım?"
Yoongi için, dedi içimdeki ses, tamamen bana aitti. Yoongi için dayanacaksın.
Öyle ne kadar kaldım kollarında, nasıl sarsıldım da neler söyledim, hiçbir fikrim yoktu. Geriye yığılıp sırtım yatakla buluştuğunda Yoongi de benim gibi oturmuş ve ellerimi ellerinin arasına alıp dudaklarına çekmişti. Akıtacak gözyaşım kalmamış gibi hissediyordum ve kendi yırtınışlarım sırasında aslında Yoongi'nin de ağladığını fark etmemiştim. Ses çıkarmadan, başını önüne eğmiş bir halde ağlıyordu. Parmaklarımı tek tek öptüğü sırada birkaç damla da tenime damlamıştı. "Benimle mezarına gelir misin?" diye sordum, sesim öyle korkunç çıkıyordu ki Yoongi bakışlarını endişeyle bana kaldırmıştı. Kısık, hırıltılı bir tonla konuşuyordum. "Her şey bittikten sonra?"
Bir an için duraksadı, duvar dibindeki mumun silik ışığında bile koyu renkli gözlerine mürekkep gibi dağılan şaşkınlığı görebildim. Edemediğim vedaların yükünü artık tek başıma taşıyamıyordum ve yanımda sadece onu istiyordum.
"Şimdi gitmek istemiyor musun?" diye sordu kırık bir fısıltıyla.
Yutkunurken iki yana salladım başımı, boğazım acıyordu ve gözlerim şişmişti. "Buraya kadar boşuna mı geldik? Namjoon-ie hyung... boşuna mı-" Devam edemeyip sustum, başım önüme düştü. Ellerim hala Yoongi'nin ellerinin arasındaydı.
"Özür dilerim!" Aramızdaki burun çekmeli sessizlik Yoongi'nin hıçkırığıyla dağılınca bu sefer şaşkınlığa yenik düşen ben olmuştum. Parmaklarımı sıkıca kavradı, dudakları büzülüyor, gözleri iyice küçülüp kayboluyordu. "Beni bırakıp gidersin sandım, özür dilerim!"
"Yoongi?" Öyle şaşkındım ki hyung bile diyememiştim.
"Çok korktum, seni kaybetmekten... Tartışmıştık hem, söyleyemedim-"
"Yoongi, ne diyorsun sen?" Sesim hesap sorar bir tavırla yükseldiğinde başını eğip alnını ellerime yaslamıştı. "Söyleseydim cenazesine yetişirdin," dedi hıçkırıklarının arasında. "Veda edebilirdin."
"Ne diyorsun sen?" Ellerimi tutuşundan kurtarıp dizlerimin üzerinde yükseldiğimde Yoongi korkuyla gerilemişti ama umurumda olmadı. "Neyi söyleyecektin?" diye devam ettim, ben bağırmaya çalıştıkça kısılan sesim iyice gömülüyordu gırtlağıma sanki.
"Söyleyemedim." diye tekrarladı. "Taehyung'la konuşacağını-"
"Biliyor muydun?" diye sordum dehşet içinde. Gözlerimin irileştiğini hissedebiliyordum, yere yığılacak gibi olduğumda Yoongi beni yakalamış ve özür dilemeye devam ederken yere oturmama yardımcı olmuştu. "Nereden biliyordun?" diye sordum, yeniden ağlamaya başlayacakmışım gibi hissediyordum. Zihnimdeki her şey Namjoon-ie hyung'un yokluğunu reddederken kendimden çok inanacağım insan çıkıp bana onun yokluğunu onaylıyordu. Namjoon belki de kaçmıştır, kurtulmuştur, demiyordu; Yoongi bana onun öldüğünü zaten bildiğini söylüyordu.
"Televizyonda gördüm." dedi Yoongi. "Haberlere çıktı."
Daegu'dan kopup gelen bir anı kafamın içini işgal etti, Yoongi yüzümü avuçlayıp ona bir cevap vermemi söylese de ben boş bir şekilde bakıyor ama önümde olup biteni kesinlikle görmüyordum. Oteldeydim, telefonum kulağımda, Namjoon-ie hyung'um hattın diğer ucundaydı. Jimin, bir daha seni görebilir miyim, bilmiyorum, diyordu. Bana gelecekteki yokluğunu bildiriyordu, emin değildi ama bu olasılığı üstü kapalı bir şekilde benimle paylaşıyordu. Haberlere inanma, diye uyarıyordu aramasının sonunda. İyiyim ben.
"Ölmedi." Dudaklarımın arasından dökülen kelimeyle beraber Yoongi kendi kelimelerini yutmuş ve doğru duyup duymadığını kontrol etmek istercesine bakışlarını dudaklarıma çevirmişti. "Ölmedi," diye tekrarladım; sesim bu sefer biraz daha heyecanlı bir tona bürünmüştü, sırtımı yasladığım yataktan çektim. "Ölmedi! Yaşıyor!"
"Jimin-"
"Hyung, bana söylemişti!" Dudaklarıma genişçe yayıldı gülümsemem. Konuşurken sesim kısıktı ama nasıl da hevesli olduğum anlaşılıyordu, öyle hevesliydim ki Yoongi'nin yüzüne yayılan acıma ifadesi bile beni bastıramıyordu. "Ne oldu bilmiyorum ama, ortadan kaybolması gerekmiş olmalı. Son konuşmamızda bana benim için yapabileceği bir şey olup olmadığını sordu ve olmadığını söylediğimde de benimle bir nevi vedalaştı."
"Jimin, cenaze-"
"Hayır, beni dinle!" dedim omuzlarına tutunurken gülerek. Büyük elleri belime tutunmuştu. "Ben seninle olduğum için güvende olduğumu biliyor, anlamıyor musun? Cenaze Taehyung ve Jungkook'u güvene almak içindi, onlarla hiçbir bağlantısı kalmadı, hükümet istese de onlara zarar veremez artık." Kıkırtılarımı bastırmak istercesine dudaklarıma yasladım ellerimi. "Çok zeki, tanrım, hyung'um çok zeki..."
Yoongi bir şeyler söylemek istiyordu, bunu gözlerinde görebiliyordum ama yalnızca birkaç saniye sessiz kalıp yutkunmuş ve gözlerini yumup derin bir iç çekmişti. "Tamam..." diye mırıldandı en sonunda, dudaklarına buruk bir gülümsemenin yayılmasına izin verdi. "Tamam, ölmedi."
Küçük çocuklar gibi çırptım ellerimi.
**
Yoongi'yle aynı odadaydık, ve benim bakışlarım onun üzerinde değildi.
Baştan almam gerekirse, Lizzie'nin birkaç günlüğüne zorunlu kıldığı dinlenme sürecim biter bitmez Yoongi'nin baskılarıyla Hyuk'un sözünü dinlemiş ve gücümü kontrol altına almam için diğer güç sahibi insanların geçirdiği eğitim sürecini kabul etmiştim. Japonya için bir hafta sonra yola çıkacaktık ve Yoongi bu bir haftada kendimi olabildiğince eğitmemi istiyordu. İkinci bir ben galiba ölüyorum krizi atlatamayacağını bilen vicdanım ısrar etmesine fırsat vermeden teklifini kabul etmişti.
Şimdiyse buraya geldiğimizden beri girdiğim en büyük odada, yaklaşık on kişi, Hyuk'un gelmesini bekliyorduk. Yoongi Lizzie'yle beraberdi, benden uzaktaki bir duvarda yan yana durmuş bir şeyden bahsediyorlar ve gülüşüyorlardı ve ben oldukça garip bir şekilde, Yoongi'nin arkadaşlığını kabul ettiği bu kadını kıskanmıyordum.
Benim sinirlerimi bozan kişi, gümüş grisi saçları beline ulaşan Tsuki'ydi.
Akio hemen yanımda oturuyordu, Tsuki'ye attığım bakışları görmüş olmalıydı ki kıkırtılarını gizlemeden omzunu omzuma çarpmış ve "Bu kadar belli etme." diye mırıldanmıştı. Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım, bu kızı sevebileceğimi hiç sanmıyorum. Benden küçüktü, ona karşı böyle kötü duygular beslediğim için kendimi kötü hissetmeliydim ama engel olamıyordum. Suga, deyişi bir duayı anımsatıyordu; Yoongi'ye bakışı bana kendimi hatırlatıyordu.
"Suga sana bakıyor." dedi Akio, bakışlarım Tsuki'den ayrılıp Lizzie'nin yanındaki Yoongi'ye döndü. Ona bakınca dudakları hafifçe kıvrılmıştı, bana göz kırptığında az da olsa rahatladığımı hissettim ve sonra gözlüğü olmadığı için aslında beni göremiyor olduğunu hatırladım ve moralim yine yerle bir oldu.
"Hadi başlayalım." Hyuk kapıyı arkasından çekerken konuşmuştu, onun gelişiyle beraber oturan herkes ayaklandı, ben de onları taklit ettim. "Jimin, bugün nasıl hissediyorsun?" diye sordu bana gülümseyerek, Lizzie ve Yoongi'nin yanına geçerken.
"Gergin." diye itiraf ettim.
Hyuk'un kaşları havalandı. "Bir sorun mu var?"
Önce yutkundum, sonra da dudaklarımı ıslattım. Yoongi'nin soru soran bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum, Akio destek olurcasına kolumu sıktı. "Suga'yı tehlikeye atacak mısın?"
Odaya bir sessizlik yayıldı, gücümün nasıl işlediğini bilmeyen ekip kendi aralarında bakışırken Lizzie'nin Yoongi'ye anlamlı anlamlı gülümsediğini gördüm. Yoongi'yse kızaran yanakları görünmesin diye başını başka bir yöne çevirmişti.
Tam o anda Tsuki "İzin vermem." dedi.
Herkesin başı ona döndü, Tsuki'yse Yoongi'ye bakıyordu ve Yoongi'nin en sonunda ona bakıyor oluşuna sevinerek, heyecanla, öne doğru bir adım atmıştı. "Merhaba, Suga." dedi hayatımda duyduğum en yumuşak sesle ama ben o sesin altında yatan anlamları çok iyi biliyordum çünkü Yoongi'ye karşı kullanmayı fazlasıyla sevdiğim bir tondu. "Tsuki Chastain." dedi ellerini önünde birleştirip başını hafifçe eğerek.
"Merhaba?" dedi Yoongi, kızın tavrını anlamamışa benziyordu ve odada o kızın tavrını anlamayan tek salak da oydu.
Tsuki ona tatlı tatlı gülümsedi. "En büyük hayranınım."
Baştan aşağı titrediğimi hissettim, kanım damarlarımı dövmeye başlamıştı sanki, iç organlarım gövdeme sığmıyordu. Başım hafifçe öne eğildi, bakışlarımı ondan ayırmadan ona doğru bir adım atmaya yeltendim ama Akio benim tarafımdaki kolunu omuzlarıma sarıp beni durdurmuş ve "Haha, Tsuki," diyerek ortamı yumuşatmaya çalışmıştı. "Hepimiz ona hayranız, yarışmaya gerek yok, haha."
Diğerleri de Akio'yu destekleyen cümleler kurdu ama Tsuki Yoongi'ye bakmaya devam ediyordu ve geri zekalı Yoongi de ona bakmaya devam ediyordu ve sanki etraflarında olup biteni görmüyorlardı ve Yoongi gerçekten de o kızın onun en büyük hayranı olduğuna inanmış gibiydi hem de ben o an yalnızca birkaç metre uzağında dururken. Ben. Ben!
"Seni okuyarak büyüdüm-"
"Sıkıldım." Lizzie o an konuşup atmosferi dağıtmasaydı ben Tsuki'yi dağıtacaktım. Akio kulağıma eğilip "Suga'nın öptüğü sensin, bir rahat dur." demeseydi de kendi kanımda boğulmaya devam edecektim. Bakışlarım şaşkınlıkla ona döndü, karanlık tavrımın irislerimden çekildiğini hissedebiliyordum. Bizi öpüşürken mi görmüştü? Bizi öpüşürken görmüş ve durup izlemiş miydi? Cidden Jungkook gibi bacaksızın tekiydi, benden küçük olduğunu bildiğim için kolunu omuzlarımdan itip kızaran yanaklarımla Akio'dan bir adım uzaklaştım, o da zaten gülmekle yetindi.
Tam o an pantolonumun arka cebine tıktığım telefonum yüksek sesle çalmaya başladı.
O günden sonra, Namjoon-ie hyung arayabilir diye telefonumu hep sesi açık bir şekilde yanımda taşımıştım; şimdi heyecanla elimi cebime atmamın sebebi de buydu ama hayallerim suya düşmüştü, Jihyun arıyordu. Aramayı meşgule atıp telefonu yeniden cebime koydum ve sıkıldığını söyleyen Lizzie'ye bakarak "Başlayalım o zaman." dedim.
"Pekala, herkes kendi gruplarına ayrılsın." Hyuk konuşurken Lizzie arka taraflarında kalan malzeme dolaplarına yönelmişti, diğerleri kendi içlerinde gruplaşırken Akio da benden uzaklaşmış ve beni olduğum noktada tek başıma bırakmıştı. Yoongi'nin gözlerini kıstığını görünce şu gözlük işine acilen bir çözüm bulmamız gerektiğini aklımın bir köşesine not etmiştim, gözlüğü yolculuğumuz sırasında kaybolmuştu. Belki denizde düşmüştü, belki otelde kalmıştı; ikimizin de buna verecek net bir cevabı yoktu.
Odada Hyuk, Lizzie ve Yoongi dışında beş ayrı grup oluştu; ben tek başımaydım, Akio tek başınaydı, Tsuki ve bir kadın beraberdi, diğer iki grup da birer kadın ve erkekten oluşuyordu. "Biz ay grubuyuz!" diye seslendi Tsuki, Yoongi'ye.
"Aferin." dedi Lizzie Yoongi'nin yerine, gülmemek için dudaklarımı birbirine sıkıca bastırdım. "Hua ve Heeseung ağaç grubundalar." diye devam etti sonra da konuşmaya, bana açıkladığını fark ettim ve işaret ettiği yöne baktığımda gruplardan biri bana saygılı bir şekilde selam verdi. "Yuting ve Cheolgi, toprak grubu." Diğer grupla da selamlaştım. "Tsuki'yi duymadıysan, o ve Dakila da ay grubu."
"Sen nesin?" diye sordum Akio'ya.
"Altın." diye cevapladı Lizzie onun yerine. Akio göz kırptı, gülerek önüme döndüm. Ben de bu durumda su oluyordum, sanırım? "Küme temalarını Suga'ya açıkladım." dedi Lizzie, Hyuk'la konuşuyordu. "Güneş yok mu?" diye kestim lafını. "Ya da ateş?"
"Elizabeth." dedi Akio pişmiş pişmiş, aynı saniyede de iki büklüm yere çöktü.
"Lizzie." diye uyardı Hyuk, Lizzie iç geçirerek Akio'yu serbest bıraktı, Akio da hiçbir şey olmamış gibi arsız gülüşüyle yeniden ayaklandı. "Lizzie ateş grubunda." diye açıkladı Hyuk, bunu daha önceden tahmin etmiştim ama yine de, gözlerim irileşirken bakışlarım anında Yoongi'yi bulmuştu. Annem de ateşti ve Lizzie'de olduğu gibi, Yoongi annemle de çok iyi anlaşmıştı. Ben görmüyorum sanırken anneme nasıl da iyi davranıyordu... Yoongi'nin ateş olduğuna dair olan inancım her gün biraz daha güçleniyordu. Sonuçta ben de pilheu'ydım ve güce sahiptim, Yoongi'nin de bir güce sahip olmaması için hiçbir sebep yoktu.
"Ama hayır, güneş yok." diye devam etti Hyuk açıklamalarına. "Güneş grubu Kuzey Amerika'da yoğunluk gösteriyor, Asya'nın doğusu daha çok toprak odaklı."
"Ben yarı Fransızım!" diye şakıdı Tsuki.
"Daha önce gücünü kullandığında kendine zarar vermemiştin, değil mi?" Lizzie'nin Tsuki'yi umursamadan konuşmasına hayrandım. Sorusunu başımı iki yana sallayarak cevapladım, Lizzie benimle konuşurken Hyuk ve Yoongi'yle oluşturduğu gruptan ayrılarak öne doğru gelmişti. "Daha önce gücünü saldırmak için kullandın mı, peki?"
Trendeyken sinirlenmiş ve meleği korkutmak istemiştim ama yağmur damlaları camı kırmak gibi bir şey yapmamıştı, denizdeyse saldırının aksine suyu sakinleştirmeye çalışmıştım. O sabah Yoongi'yi korkuttu diye sürahideki suyu Lizzie'ye yollamaya çalışmış ve fazlasıyla yorgun düşmüştüm ama o zamanki amacım ona zarar vermek değil, gözünü korkutmaktı; bu yüzden büyük bir hasar almamıştım.
Ama Hyuk'un kalbini hedef aldığımda, kalbi zarar gören ben olmuştum.
"Tanrı ve tanrıçaların bizi seçme sebebi savaşı önlemek, Jimin." dedi Lizzie. "Savaşmak değil."
Bahsettiği şeyi anlıyordum, kitap okumayı ne kadar sevsem de birisi açıkladığında olup biten şeyleri daha kolay yakalıyordum ve Lizzie'nin söyledikleri gerçekten de mantığıma yatmıştı, asıl düşmanımızın savaş tanrısı Orakumi ve ekonomik savaş bağımlısı hükümetler olduğunu zaten biliyordum. Oturup düşününce gerçekten de her şey mantıklı geliyordu ve gerçekten de bir çözüm bulabilirmişim gibi hissediyordum; ama oturup düşünmeye vaktim olmamıştı.
"Bunu aklında bulundurarak hareket edersen gücün sana zarar vermez." dedi Lizzie. "En azından, elimdeki tek teori bu."
Bakışlarımı odadaki insanların üzerinde gezdirdim, hepsi gücünü kullanmayı öğrenebilmişti, bu durumda teori doğru sayılırdı - en azında Hyuk "Daha önce gücü su olan biri olmamıştı." diyene kadar böyle düşünüyordum. "Günün sonunda neyin ne olduğunu anlamak sana kalacak."
Yoongi'ye baktım, en başından beri sessiz duruyor ve muhabbete katılmıyordu. Dikkatimi dağıtmak istemediğini görebiliyordum ama ona ihtiyacım olduğunu da en iyi onun bilmesi gerekiyordu.
"Bugünlük diğerleri sana kendi güçlerini açıklasın, belki işine yarayacak bir şeyler öğrenirsin." dedi Hyuk. "Sonra da derslerini Lizzie'yle birebir çalışırsınız."
Sonraki iki saat Hyuk'un söylediği gibi, diğerlerinin güçlerini bana göstermesiyle geçmişti. Tsuki dışında hepsinin gücünü görmüştüm, o göstermek istemeyince Hyuk üstelememişti ama ağaç ve toprak grubundakiler birbirleriyle aynı güce sahip olduğu için onun da kendi grubundaki Dakila gibi hafif depremler oluşturabildiğine kanaat getirmiştim. Lizzie'nin canlıların vücut ısısını kontrol edebildiğini ve daha önce deneyimlediğimi söylemesiyle herkes gülmüştü ve en sona Akio kalmıştı. Odanın ortasına havalı olduğuna inandığı adımlarıyla yürüdü, aynı kümede oldukları için şimdi Jungkook'la olan benzerliklerini daha net görüyordum.
"Herkes element kontrol ettiğini sanıyor ama bu odada bir elementi kontrol edebilen tek kişi benim." dedi göğsünü gere gere.
"Su bileşiktir." diye onayladım, ben ciddiydim ama Lizzie gün içinde ilk defa gülmeye başlayınca herkes anlık bir şokun ardından kahkahalara gömülmüştü, ben de dudaklarımda garip bir gülümsemeyle oturduğum yerde öylece kalmıştım.
Akio yalnızca altını değil, bütün metalleri kontrol edebiliyordu. Jungkook aynı kümede olup da kendisinden daha havalı biri olduğunu görse oturur hüngür hüngür ağlardı herhalde. Heyecanla ayaklandım, Akio tepkimden hoşlanmış gibi pişkince gülümsemiş ve Yoongi'nin kemer tokasından kopardığı metal parçasını havada bir kalp şeklinde bükerek Lizzie'ye yollamıştı. Yoongi şaşkınlıkla pantolonunun belini tutarken Lizzie iç geçirdi ama kalbi alıp arka cebine sıkıştırdığını sadece ben gördüm.
**
"Yah," Kütüphaneye gitmek için odamdan henüz çıkmıştım ki Yoongi beni yakaladığı gibi duvarla arasına almış, şaşkınlıkla gülümsememi sağlamıştı. Dudaklarını yanağıma gömdü. "Hyuk beni yanına çağırdı, gelmek ister misin?"
Gülümsemeye devam ederken ellerimi kaldırıp yanaklarını avuçladım ve burnunun ucunu öptüm. "Tsuki'ye sorsana." dedim sevimli sevimli. Şu iki gündür Yoongi en büyük hayranıyla oldukça güzel vakit geçirmişti, ben kütüphanede cevap bulamadığım sorularla uğraşıp gücümü kontrol altına almanın yollarını ararken Yoongi dolunayıyla kurt adamcılık oynuyordu.
"Sordum." dedi dudaklarını büzerek. "Ama işi varm- yah!" Tırnaklarımı yanaklarına gömdüğümde bileklerimi yakalayıp kurtulmaya çalıştı. "Jimin-ah!"
"Deli ediyorsun beni!" diye tısladım, en sonunda suratını kurtarmış ve sıkıca tuttuğu bileklerimi iki yanıma indirmişti. Kaşlarını çattı ama gerçekten de sinirli olmadığını görebiliyordum. Sevilmeyi hak ediyordu, ona hayran olan milyonlarca insanı ve çok daha fazlasını hak ediyordu ama Tsuki...
"Japonya'ya gidene kadar kısıtlı zamanımız var, gücünle uğraşıyorsun, sana engel olmak istemedim." diye mırıldandı bana biraz daha yaklaşarak, sırtımı duvara yasladım. "Hakkında hiçbir şey bilmediğim ve dürüst olmak gerekirse hayatım boyunca nefret ettiğim bir konu bu."
Suga Naamkahu'yu öldürmek için çıkmıştı yola. Bir tanrıyı, yeryüzünde en fazla takipçiye sahip olan tanrıyı devirmek için. Ve ben Park Jimin, şu an bu binada bahsi geçen tanrıyla ilişkisi olan tek insandım. Ne demişti Hyuk? Daha önce gücü su olan biri olmamıştı. Diğerlerinin güçleri diğer tanrı ve tanrıçalardan geliyordu, Yoongi belki de bu yüzden onları böyle kolay kabulleniyordu. Ama ben?
Saçmalama, dedi içimde bana ait olmayan ses. Cidden saçmalama.
"Bu gücün sebebi sensin, biliyorsun, değil mi?" diye fısıldadım.
Bakışları titredi.
"Min Borin'in o portalın seni bana getirmesinin bir sebebi var dediğinde kastettiği şey buydu." diye devam ettim bileklerimi tutuşundan kurtararak ve yeniden yüzüne uzandım, az önce tırnaklarımı gömdüğüm noktaları parmak uçlarımla öptüm. "Senin meleğin olduğumu söylememiş miydin? Senin için. Sen başrolsün, ben destek figüranıyım."
"Jimin, bu senin gücün," dedi Yoongi söylediklerimi umursamadan. "Sen benim için yeterince şey yaptın. Unuttuğum biri yoksa sen bana söz verip de tutan ilk insansın."
"Seni bütün tehlikelerden koruyacağım," dedim ve Yoongi itiraz edemeden devam ettim. "Söz veriyorum." Bedenlerimizin yerini değiştirip Yoongi şaşkın şaşkın bakarken sırtını duvara yasladım, şimdi arada sıkışıp kalan oydu. "Tuttum seni, hyung."
Yanaklarımı avuçlayıp dudaklarımın kenarını öptü ve burukça gülümseyip "Hadi gidelim." dedi. Merdivenlere doğru el ele yürürken kendimi tutamayıp "Tsuki'den uzak dur ama." dedim ve Yoongi bu sefer gerçekten de gülmeye başladı. "Tamam," dedi biz basamakları tırmanırken. "Söz veriyorum."
Hyuk'un odasına girene kadar her şey güzeldi, her şey yolundaydı. Yoongi'nin dudaklarında asılı kalmış bir gülümseme vardı, onun bu hali beni de mutlu ediyordu ama sonra Hyuk beni gördü ve öfkeli bakışlarını Yoongi'ye çevirip "Tek başına gelmeni söylemiştim." dedi.
Yoongi duraksadı, iyi ruh halinin nasıl da buharlaştığına anbean şahit olurken eli parmaklarımın arasında kasılmıştı. "Jimin'le geldim." diye karşılık verdi.
Bu kadar sinirlenmesine bir anlam verememiştim ve ortam daha fazla gerilmesin diye odadan çıkıp ikisini yalnız bırakmaya da hazırdım ama Yoongi elimi öyle sıkı tutuyordu ki bırakıp gitmeye kalksam tüm sinirini benden çıkarırdı. Burası bize iyi gelmiyordu, evet, kaldığımız kesin bir yer yoktu, otellerde yatıp kafelerde sabahlıyorduk ama ikimizdik ve birbirimize en büyük zararı yine biz versek de birbirimizi en iyi biz toparlıyorduk. Kitaplarda nasıl da sert olduğunu okuduğum adam ben ona sarılınca yumuşacık bir kediye dönüşüyordu, ama şimdi, biz buraya geldiğimizden beri Yoongi Yoongi olamıyor; o soğuk, acımasız Suga kimliğinin içine sıkışıp kalıyordu.
"Söyleyeceğim şeyleri Jimin'in duymasını isteyeceğine emin misin peki?" diye sordu Hyuk, Yoongi'nin damarlarında dolaşan şüpheyi hissettim ve kalbim köşesinden ufacık bir çatlağa kucak açtı.
"Jimin'le geldim." diye tekrarladı.
Hyuk iç geçirerek koltuğuna çöktü ama Yoongi'yle ben olduğumuz yerde dikilmeye devam ettik. "İnsanların aklında soru işareti kalırsa diye, direniş sırasında yayınlayabileceğimiz bir video çekmemiz gerekiyor." dedi Hyuk, konuşurken bana bakmıyordu. Orada değilmişim gibi davranacak, konuşmanın sonunda incinirsem de beni tamamen Yoongi'ye bırakıp ben demiştim, diyecekti.
Yoongi cevap vermedi ama Hyuk zaten ona fikrini sormamıştı. "Çekmek istiyor musun?" diye mırıldandım.
Yoongi de beni yok saydı.
"Yarın sabah ilk işimiz bu." diye devam etti Hyuk. "Konuşmanı, söyleyeceğin şeyleri bu gece hazırlayacağım. Ayrıca, hükümetin yeni planı ilgiyi Jimin'e yönlendirmek; senin varlığını kabul ederse direniş sırasında kullanmak üzere elimize koz vermiş olur."
"Ne?" diye sordum şaşkınlıkla.
"Artık hayatın eskisi gibi olmayacak, sokağa yüzünü göstererek çıkamayacaksın." dedi Hyuk. "En iyi olasılık bu, en azından. Ailenle görüşmeyi de unut. Ha, bir de, arkadaşın vardı, değil mi? Neydi ismi? Taehyung?"
"Yeter." Yoongi Hyuk'u susturarak beni kapıya yönlendirdi ama ben kalmak ve konuyu en ince ayrıntılarıyla öğrenmek istiyordum. "Jimin." dedi hareket etmeden olduğum yerde dikildiğimde. Bakışlarım Hyuk'taydı, devam etmesini bekliyordum ama o bana meydan okur bir tavırla bakıyordu. Ben demiştim.
"Her şey senin seçimindi, değil mi?" dedi kütüphanedeki sohbetimize atıfta bulunarak. "Sonuçlarının tadını çıkar."
Yoongi arkamda resmen hırladı ve "Jimin, hadi." diyerek beni son kez kapıya çekiştirdi ama ben "Sen git." demekten başka bir şey yapmadım. Ona bakmasam da şaşkınlığını hissetmiştim, hayal kırıklığına uğramıştı. Yalnızca birkaç saniye bekledi, ardından kapıyı arkasından çarparak odadan çıktı.
Hyuk tek kaşını kaldırarak neden hala odasında olduğumu sorguladı.
"Onu yapmak istemediği bir şeye zorlayamazsın." Öne yürüyüp avuç içlerimi masaya yaslamış ve Hyuk'a doğru eğilmiştim. Kendi durumum değil de Yoongi'nin durumu hakkında konuşuyor olmama o kadar şaşırmıştı ki, yüzünde donan gülümsemeyi silmeyi bile beceremedi. Yoongi benim seçimimdi, onun için her şeyi göze almıştım ve cidden, Hyuk beni korkutacak son insandı.
"Suga'nın varoluş amacı bu." demekle yetindi Hyuk. "Onun işi insanlara yol göstermek. Onu sadece kendine saklayamazsın, Jimin."
"Neler olup bittiğini bile bilmiyor!" dedim yalvarırcasına, anlamasını umarak. "Neden bu kadar acımasız davranıyorsun? Sen de onun dünyasından geldin, çektiği zorluklar-"
"Emin ol, Suga senden daha çok şey biliyor."
Masasının üstünü dağıtıp öfke çığlıklarıyla çıktım odasından. Hyuk beni engellemek için hiçbir şey yapmamıştı. Hemen Yoongi'nin yanına gidemezdim, sakinleşmem gerekiyordu ve ona da sakinleşmesi için zaman tanımalıydım. Kütüphaneye inip bu sefer tanrı ve tanrıçalarla değil de eşlerle ilgili bir kitap buldum ve beni sakinleştirmesini umarak okumaya başladım. Yalnızca bir saat dayanabilmiştim, kaldığım bölümün adı Kan, Ter ve Gözyaşı'ydı, kitabı rafına geri bırakıp hızlı adımlarla merdivenlere yöneldim. Hala tam anlamıyla sakinleşmiş sayılmazdım ama en azından Yoongi'nin karşısına çıkacak kadar kontrol altına alabilmiştim öfkemi.
Alt kata indim, önce kendi odama gidip elimi yüzümü yıkadım ve ardından da pijamalarımı giyip belki bu gece onunla uyumama izin verir, hayallerimle kapıdan çıktım.
Aynı anda, koridorun hemen karşısındaki kapı, Yoongi'nin odasının kapısı açıldı ve Tsuki, yüzünde gerçek anlamda ay gibi bir gülümsemeyle dışarı çıktı.
bunu bi geçiş bölümü olarak kabul edelim:(( gerçekten bu hafta okul öyle yoğundu ki, normalde bölüm atmayacaktım ama birkaç saatim vardı ve ancak bunu çıkarabildim. haftaya çok daha uzun ve güzel bir bölüm yazmaya çalışacağım, yine de söz vermeyeyim çünkü iki sınavım ve bir de sunumum var gnfjdlkfjlkds sonuç olarak, haftaya sözüm yok ama sonraki bölümün güzel olacağına sözüm var. :') iyi geceler, seviliyorsunuz
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro