Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

28; moonchild

 Seni de, verdiğin sözü de istemiyorum.

Yoongi bu cümleyi ilk defa kurduğunda beni bu kadar kolay bir şekilde gözden çıkarabiliyor oluşuna alınmıştım. Namjoon-ie hyung'un evinden döndüğümüzde benimle konuşmadan odaya gitmişti, kapıyı çarpışı hala yankılanıyordu zihnimin içinde. Kahramanıma kahraman olmaya çalışmış ve yine hiçbir şey olduğum gerçeğiyle yüzleşmiştim. Her sonucumun sebebi oydu ve o beni istemiyordu. Buna inanmak o kadar kolaydı ki başka bir seçeneği düşünmemiştim bile. Ben de kendimi istemiyordum sonuçta, Yoongi neden istesindi ki?

Gitmekle tehdit etmişti. Ne zaman hoşuna gitmeyen bir şey yapsam gitmekle, beni bırakmakla tehdit etmişti. Her seferinde sinirlenmiş ve gitmesini engelleyemeyeceğim gerçeğiyle içime kapanmıştım. Kapımı çaldı diye beni sevmeye gelmiş olmuyordu sonuçta, değil mi? Elbette gidecekti, keşke benim davranışlarımın sonucunda gitmeseydi. Keşke ben onu tutmak isterken itmiş olmasaydım.

Ama sonra...

Ben seninle ne yapacağım, diyordum ya? Ben asıl sensiz yapamıyormuşum.

Yaptıklarım karşılıksız değildi. Yoongi ne zaman hoşuna gitmeyen bir şey yapsam beni ve sözümü istemediğini söyleyip gitmekle tehdit ediyordu çünkü sergilediğim bu davranışlar benim hayatımı riske atıp bana zarar veriyordu. Ben bunlara değmem. Bunca zaman fark edememiş oluşuma yanıyordum şimdi. Konu o olduğunda kendimi çok kolay bir şekilde gözden çıkarabiliyordum ve Yoongi bunu biliyordu.

Ben galiba ölüyorum, diyerek kollarıma yığıldığında çektiğim acı... Aynısını şimdi Yoongi'ye ben yapmıştım.

Tanrım, ben Yoongi'ye nasıl kıymıştım?

"Uyandığını biliyorum." dedi Lizzie. Fısıldıyordu, daha önceki deneyimlerimde odaya bağırarak girdiği için bir an hayal mi görüyorum acaba diye sorgulamadan edememiştim. "Gözlerini açabilir misin?"

Burnuma taktıkları ince borularla beni bağladıkları solunum cihazının çıkardığı sesi duyabiliyordum. Gözlerimi yavaşça aralamaya çalıştım, oda karanlıktı ama bilincimi kaybederken olduğum yerden farklı bir mekanda olduğumuzu anında anlamıştım. Bu sefer gerçek bir hastane odasındaydık. Ve Yoongi yatağımın dibindeydi. Çektiği sandalyeye oturmuş, bedenimin kenarında uzanan elime yığılmış bir halde uyuyordu. Başının altında kalan elim uyuşmuştu ama önemli değildi, uzun parmakları kolumun üzerindeydi. "Jimin?" Lizzie'nin sesiyle beraber bakışlarım Yoongi'den ayrılıp onu buldu, yüzünde endişeli bir ifade vardı. "Ne hatırlıyorsun?"

Maalesef, her şeyi hatırlıyordum. "Özür dilerim." diye fısıldadım. Sesim çıkmıyordu, fısıldarken bile kelimelerim zorlukla duyulmuştu ama Lizzie anlayışla başını sallamış ve duyduğunu belli etmişti. "Hyuk'un seni o kadar kışkırtmaması gerekiyordu, özür dilenecek bir şey yok." İç geçirdi. "En kötü etkilenen sen oldun zaten, biz iyiyiz."

"Neyim var?" diye sordum. "Suga'ya da sorardım ama-"

"Sakın!" Gözleri irileşirken yatağıma doğru bir adım atmış, ellerini havaya kaldırıp panik içinde sallamıştı. "Konuyu açma, canın acısa bile iyi olduğunu söyle, tamam mı?" Duraksadı, bakışları bütün bedenim boyunca dolaşmıştı. "İyisin, değil mi?"

"İyiyim de..." Bakışlarım ondan ayrılıp Yoongi'yi buldu. "Ne oldu ki?"

"Jimin, neredeyse ölüyordun." dedi Lizzie. Saçları önüne düştüğü için gözlerini göremiyordum ama Yoongi'nin yüzü şişmişti. "Gücünü kontrol etmeyi öğrenmen lazım, yalnızca üç gündür kullanabiliyorken aynı anda üç insanın vücudundaki suyu etkin altına aldın." Ses tonu korkulu bir hal alınca yeniden ona baktım. "Yoldaşlıkta elementini kullanabilen sürüsüyle insan var ama senin kadar güçlüsüyle daha önce karşılaşmadım."

"Bunları sonra konuşsak?" diye rica ettim. "Şu an bir sorun var mı? Çıkabilir miyiz?"

Başını sallayarak beni onayladı. "Solunumun düzene girsin, bir yarım saat sonra cihazdan ayırırız."

"Tamam..."

"Ben sizi yalnız bırakayım." Kapıya doğru yavaş yavaş geriledi. "Unutma, konuyu açmak yok."

Lizzie odadan çıktıktan sonra birkaç saniye boyunca sessiz durup Yoongi'nin uyuyan figürünü izledim. Gövdesi aldığı nefesleriyle beraber hareket ediyordu ama bu haldeyken bile huzursuz görünüyordu. Sesim çıkmıyordu, beni Lizzie'yle konuşurken de duymadığı için seslenmenin faydasız olacağını biliyordum; bu yüzden başının altında kalan elimi çekmeye çalıştım, belki kafasını hareket ettirirsem uyanırdı.

Ve uyandı. Başı panik içinde havalanırken parmakları bulundukları konumdan faydalanarak kolumu sıkıca kavramıştı. Gözlerini kırpıştırarak bana bakıyor, olup biteni anlamaya çalışıyordu. Yatağımın etrafındaki cihazlardan yayılan silik ışık dışında birbirimizi görmemize yardımcı olacak hiçbir şey yoktu, ama görüyorduk. "Jimin?" dedi yeni uyandığı için iyice pürüzlenmiş olan sesiyle ama o iki heceyi kullanırken bile titremişti. Sandalyesinde yavaşça ayaklanarak üzerime doğru eğildi, neden böyle davrandığını anlamadığım için irice açtığım gözlerimle onu izlemek dışında bir şey yapamadım. "Jimin'im?"

Normal şartlarda Yoongi bana sahiplik ekiyle seslenseydi gözüm onun dışında hiçbir şey görmezdi ama odaya bir anda yüksek sesli bir bip bip bip sesi yayılınca başım dehşet içinde sesin kaynağına dönmüştü, daha önce varlığını fark etmediğim ekg monitörüyle yüzleşmiştim. Kalp atışlarım hızlanmıştı ve sebebini anlayamadığım bir şekilde göğsüme keskin bir acı yayıldı. Yoongi'ye nasıl baktım bilmiyorum ama Lizzie'nin konuyu açma derken kastettiği şey bu olmalıydı zira Yoongi dehşet içinde benden uzaklaşmış ve kapıya koşmuştu. Acı geldiği gibi yok oldu ama bu kısa saniyede bile ömrümden ömür gitmişti sanki.

Lizzie panik içinde yanıma geldi, Yoongi onun arkasında duruyor, yüzündeki endişeyi gizlemeden bana bakıyordu. "İyi misin?" diye sordu Lizzie, bakışları fiziksel bir problemim olmadığından emin olunca monitöre kaymıştı. Rapor çıkarmak için cihazla ilgilenmeye başladı. "Ne oldu?"

"Kalp atışlarım hızlanınca canım acıdı." dedim zorlukla. "Şu an iyiyim." Lizzie bana yandan bir bakış atınca durumum hakkında az çok fikir sahibi olmuştum; kendim de bir doktor olduğum için tahmin etmek zor değildi. Kalbim durmuş olmalıydı. Yeniden atmasını sağlasalar da kalp kaslarımdaki yorulmalar yüzünden ani hareketlenmelerde canım acıyordu. Yoongi yavaş yavaş, ufak adımlarla yanıma gelip sandalyesine oturdu, parmaklarımız iç içe geçmişti. "İlaç yazdın mı?" diye sordum Lizzie'ye. "Yarım saate çıkarız demiştin." İşim hiç de yarım saatte düzelecekmişe benzemiyordu.

"Yarım saate çıkacaktık." diye homurdandı ama üstelemedi, cihazın raporu yazışını izliyordu. "Düzgün nefes alabiliyorsun, değil mi?"

"Lizzie, benim de diplomam var."

İç geçirip cihazların yanından aldığı bir şırıngayı hazırlamaya başladı. "Pamuk neredeydi..." diye söylenerek odanın içinde gezinirken bakışlarımı en sonunda Yoongi'ye çevirebilmiştim. Yüzüme değil, gövdeme yapıştırılmış olan kablolara bakıyordu. "Hyung?" diye fısıldadım, başını kaldırmadan kirpiklerinin altından bana baktı, dudaklarının nasıl titrediğini görünce öylece donakaldım. Gözleri dolu doluydu. "Hyung..."

Başını eğip dudaklarını bileğime bastırdı, tam o an diğer koluma batırılan iğneyle uflamış ve bakışlarımı Lizzie'ye çevirmiştim. "Birkaç yarım saat sonraya erteledim." dedi şırıngayı çekerken. Kopardığı ufak pamuk parçasını tenimde delinen noktanın üzerine bastırdı. "Suga, pamuğu bastırır mısın?"

Yoongi onu ikiletmeden dudaklarını tenimden çekmiş ve oturduğu yerde ayaklanarak boştaki elini koluma uzatmıştı. Göz kapaklarım ağırlaşırken ikisinin de endişeli bir şekilde bana baktığını biliyordum ama anında halsizleşmiş ve kendimi Lizzie'nin enjekte ettiği ilacın etkisine bırakmıştım.

**

Bu sefer gözlerimi açarken burnumda fazlalık görevi gören boruların yokluğunun bilincindeydim, odanın içindeki loş ışıklandırmaya alışmaya çalışırken derin bir nefes almıştım. Yoongi sandalyesini biraz daha yakınıma çekmişti, birkaç saat öncenin aksine uyanıktı ve odada yalnızdık. "Yah," dedi hafifçe gülümseyerek, yorgun görünmemek için elinden geleni yapıyordu. "Günaydın. Akşam oldu ama."

Onun gibi gülümserken gözlerimi yummuştum. "Çok güzel uyudum."

Bir şey söylemedi ama yalnızca bir saniye sonra dudaklarını yine tenimin üzerinde hissetmiştim. "Ben Lizzie'yi çağırayım," diyerek ayaklandı. Gözlerimi açtım hemen, parmaklarımızı ayırırken bile bana bakıyordu. "Kontrollerini yapsın da gidelim, tamam mı?"

"Tamam." Yoongi'nin odadan çıkışını ve birkaç dakika sonra Lizzie'yle dönüşünü izledim. Lizzie son kez solunumumu ve kalp atışlarımı kontrol edip bizi almaya gelmesi için Tomotsu adında birini arayacağını söylemişti, resmi olarak tanışmadığım o adamdan bahsediyor olmalıydı. "İlaçlarını aldırmıştım, onları evde konuşuruz." dedi. "Geçmiş olsun bakalım."

"Teşekkürler. Tekrar özür dilerim."

Önemli olmadığını belirtircesine elini havada sallamış ve odadan çıkmıştı. Yoongi yatakta oturur pozisyona gelmeme yardımcı olup yanıma oturdu; ben ayaklarımı yataktan aşağıya sallandırırken o yalnızca kalçasını yaslamakla yetinmişti. "Gerçekten iyisin, değil mi?"

"İyiyim." Parmaklarımızı iç içe geçirip kucağıma çektim, uğraşsa da gözlerindeki endişe parıltılarını gizlemeyi başaramıyordu. "Gerçekten iyiyim. Sanırım Lizzie neredeyse benim kadar başarılı bir doktor."

Dudakları hafifçe kıvrıldı. Boştaki eli havalanmış ve alnıma düşen saçları geriye itmeye başlamıştı. "Beni çok korkuttun," diye mırıldandı. "Bir daha yok, tamam mı?"

Onun için kendimi defalarca tehlikeye atabilirdim, sorun değildi ama ne kadar üzüldüğünü görüyorken bu isteğine karşı gelecek de değildim. "Tamam," diye mırıldandım saçlarımla uğraşan parmakları yanağıma kayarken. "Neredeyiz, bu arada? Neden bizi almaya gelecekler?"

"Kaldığımız yere yakın bir hastanedeyiz, Lizzie burada çalışıyor." dedi Yoongi. "Gördüğümüz herkesin burada sürdürdüğü bir hayatı var, bütün işleri çizgi roman kahramanlığı değilmiş anlayacağın."

"Hyung, bu insanlar bizi nasıl buldu?" diye sordum, odada yalnız olsak da birinin bizi duymasından çekindiğim için kısık sesle konuşuyordum. "Şu birkaç gün o kadar hızlı geçti ki, hiçbir şeyi takip edemiyorum."

Derin bir nefes aldı, anlatmak istediğini görebiliyordum ama yine de şüpheleri varmış gibiydi. "Yoldaşlık dediklerine bakma, doğru anladıysam dünyanın her yerine yayılmış olan bir direniş örgütü bunlar. Hyuk Jeju'daki grubun lideri."

Hujan'ın tapınaktayken bahsettiği terörist grubunun bu yoldaşlık olduğunu fark edince gözlerimin hafifçe irileşmesine engel olamamıştım. "O gün tapınakta ne oldu, Jimin?" diye sordu Yoongi, dikkatim yeniden ona kaydı. İlgiyle bakıyordu yüzüme, bakışları gözlerimle ağzım arasında gidip geliyordu. "Seninle konuşmayı çok özledim. Seninle oturup başımıza gelenleri analiz etmeyi ve-"

"Bir daha böyle bir şey olmayacak." dedim güven vermek istercesine, elini biraz daha sıkı tuttum. "Haklısın, etrafımızda bir sürü şey olup bitiyor ve bizim dışımızda herkes neler olduğunu biliyor gibi."

Uzanıp dudaklarını yanağıma bastırdı, o tenimde dinlenirken ben de gözlerimi yavaşça kapatmıştım. Bilincim yerinde değilken neler olmuştu bilmiyordum ama Yoongi'nin bana her şeyi anlatmasına ihtiyacım vardı. Şu birkaç günde yaptığım tek şey uyumak olmalıydı. Kaçırılırken bayılmıştım, tapınakta bir saat uyanık kalıp yeniden bayılmıştım, sonra yoldaşlıkta uyanmış ve kütüphanede uyumuştum, sonra o gece üç kişiye saldırıp bayılmıştım... Gerçekten, bu günler altıncı kitapta kontrol edeceğim ilk bölümlerdi.

Odanın kapısı aniden açılınca düşüncelerimden sıyrılmış, Yoongi'nin dudaklarını yanağımdan çekmesiyle de aynı anda yalnızlığımızı dağıtan kişiye bakmıştık. Tomotsu gerçekten de düşündüğüm kişiydi. "Bu kadar yakın mı?" diye sordum kendi kendime, istemsizce.

Tomotsu sorumu duyup hafifçe gülümsemişti. "Arabayla geldim."

Elim Yoongi'nin elinin içinde kasıldı, Tomotsu'nun figürü konu trafik olduğunda hiç de güven verici durmuyordu. Bakışlarımın yan tarafa kaymasına engel olamadım, Yoongi de merakla bana bakıyordu zaten. "Yürüsek olmaz mı?" diye sordum bir umutla. "Yakın demiştin, yürüme mesafesinde mi?"

"Aralık ayındayız, kafayı mı yedin sen?" dedi Tomotsu.

"Tamam, yürüyelim." dedi Yoongi. Kalçasını çekip yataktan kalktı, kenetli parmaklarımızı havalandırıp dudaklarını elimin tersine bastırdı. Tomotsu hemen omzunun üzerinde bitince yatakta şaşkınlıkla zıpladım. "Hava cidden soğuk." dedi. "Jeju'ya kar yağmıyor diye sıcak sanıyorsunuz ama soğuk."

"Akio, montunu Jimin'e versene." dedi Yoongi bedenini ona çevirerek. Farklı bir isim kullandığı için gözlerimi kırpıştırdım. "Benim montum var. Yolu da tarif et bize."

Adamın bakışları bana döndü ve gözlerimdeki şaşkınlığa hafifçe güldü. "Biz resmi olarak tanışmadık, değil mi?" diye sordu gülmeye devam ederken. "Tomotsu Akio." Eğilerek selam verdiğinde ben de kısık sesimle "Park Jimin." diye mırıldanmıştım. "Biliyorum," dedi Akio. "Suga'dansa seninle tanışmak için heyecanlıydım."

Kaşlarımı kaldırarak Yoongi'ye döndüm ama o başını yere eğmiş, boştaki eliyle ensesini kaşıyordu. Akio montunu çıkarmaya başlarken "Beni mi bekliyordun?" diye sordum şüpheyle, başını hevesle salladı. "Bir ara güçlerimizi kapıştıralım, olur mu?"

Sebepsiz bir şekilde bana Jungkook'u hatırlatmıştı. Jungkook da onun gibi yarışmayı severdi ve Jungkook da tıpkı onun gibi, bana hayranlıkla bakardı. "Herkesin gücü var sanırım?" diye sordum bıkkın bir sesle. Bilmediğim bunca şey yüzünden başıma engel olamadığım ağrılar giriyordu.

"Sadece en yakışıklıların." dedi omuz silkerek. Boştaki elimi kaldırıp uzattığı montu aldım, kısık sesli bir teşekkür mırıldanmayı da ihmal etmemiştim. "Cebinde biraz para var, gelmeden önce Hyuk'tan aşırmıştım." dedi kıkırdayarak. "Ben gidip biraz Liz'le uğraşayım, evde görüşürüz!"

**

Hava cidden buz gibiydi, Yoongi'yle kol kola girmiş yürürken ikimizin de dudaklarının arasından çıkan nefes ortaya gözle görülebilir bir buhar lekesi bırakıyordu. İkimiz de konuşmamıştık, dürüst olmak gerekirse benim konuşacağım bir şey yoktu çünkü birkaç gündür uyanık olan kişi oydu, benim bilincimin bende olduğu süreler zaten kısıtlıydı. Hem konuşsun, her şeyi anlatsın istiyordum; hem de kendini rahat hissetsin diye sussun, istemediği bir şey söylemesin. "Hujan yoldaşlığı biliyordu." dedim. "İçimden bir ses hükümetin de bildiğini söylüyor."

"Hükümet ne alaka?" diye sordu Yoongi. Üşüdüğü belli olmasın diye sesini kontrol altında tutmaya çalışıyordu.

"Hükümetin bizim tarafımızda olduğundan şüpheliyim, hyung." Bongjae. Bongjae onu Jeju'ya çağıranın hükümet olduğunu söylemişti ve o gün portaldan geçirdikleri insanlar... hepsi ailelerinden alınıp ait oldukları dünyadan ayrılmaya zorlanmıştı; eğer Bongjae gibi eşi olan insanlarsa da geride bıraktıklar eşleri – tıpkı Mingi gibi – kafayı yemiş olmalıydı. Ayrıca, Hujan'ın dudaklarından dökülmüş olan bir kelime beni özellikle rahatsız ediyordu. Bebekler. O geceki vahşete bir seremoni demişti; ve yolladıkları insanlardan yalnızca yetişkinlerin böyle ses yaptığını, bebeklerde sorun olmadığını dile getirmişti. Küçücük bebekleri ailelerinden ayırıp başka bir dünyaya mı yolluyorlardı? "Namjoon-ie hyung'un dediğini hatırlasana... Min Borin'le ilgili korudukları üst düzey dosyalar var ve Namjoon-ie hyung yıllardır sorunsuz bir şekilde bu işi yapıyor olduğu halde o dosyalara, özellikle o dosyalara ulaşmaya çalıştığında ifşa oldu."

Namjoon-ie hyung'un ismi geçince bakışlarını kaçırmış, kollarımız iç içe geçmiş olduğu halde yanımda rahatsızca kıpırdanmıştı. Tavrına bir anlam verememiştim çünkü Namjoon-ie hyung'u kıskandığında takındığı tavırla uzaktan yakından alakası yoktu. Benimle onun hakkında konuşmaktan rahatsız oluyordu. "Hükümet bizim karşımızda olsaydı Min Borin'i çok daha önceden etkisiz hale getirmez miydi?" diye sordu.

"Kadını ev hapsine almışlar." diye hatırlattım.

Bakışları yerdeydi, düşünceli görünüyordu. Ben de onu taklit edercesine başımı yola doğru eğmiş ve aynı anda aynı ayaklarımızla attığımız adımlarımıza burukça gülümsemiştim. "Kitaplarını yayınlamasına engel olmamışlar ama," dedi yavaşça. "Herhangi bir toplama ya da sansürleme teşebbüsü de yok, sanırım?"

"Deli misin sen, kan çıkar." Gözlerim irileşirken başımı kaldırıp ona baktım, adım atmayı kestiğim için o da duraksayıp başını yavaşça bana çevirmişti. "Sen ne kadar güçlü olduğunun hala farkında değilsin ve bana da şunu sana gösteremediğim için yazıklar olsun, gerçekten. Aish."

Dudakları hafifçe kıvrıldı. "Dürüst olayım mı?"

Beklediğim son soruyu falan sormuş olmalıydı, kaşlarım havalanırken yüzüne öylece bakakaldım ve Yoongi de bu ifademle ona onay verdiğimi düşünerek, o hafif gülümsemesi dudaklarının sağ köşesinden yükselirken konuşmaya devam etti. "Bazen bir şeyler yapıyorsun ve... benim gibi yapıyorsun."

Siktir.

"Taklit ediyorsun değil de, nasıl desem..." Doğru kelimeyi biliyordu ama dilinin ucunda sallanmaya mahkum ediyordu, dudaklarından dökülmesine bir türlü izin vermiyordu. Biliyordum, çünkü o kelimeyi böyle bir cümlede dillendirirse karşımda son derece kendini beğenmiş ve egoist duracaktı. Yazdığı şarkılar tam tersini ima etse de, Suga benim hayatımda tanıdığım en alçak gönüllü insanlardan biriydi. "İlham alıyorum." diye tamamladım cümlelerini, onu anlamama sevinmiş gibi dudaklarının diğer köşesini de gülümsemesine teslim etmişti. "Daha önce de söyledim, sen benim kahramanımsın."

Kulaklarının tepesi ve burnunun ucu soğuk yüzünden zaten kızarmıştı ama lafım biter bitmez yanakları da dudaklarıyla aynı tondaki bir pembeye bürünmüştü, gözleri kısılırken Yoongi bakışlarını kaçırdı ve benim dışımda her yere bakıp her şeyi görmeye çalıştı. Tanrım, şu hali beni öyle mutlu ediyordu ki. İnsanlar onu okudu diye neredeyse canına kıyacaktı, şimdiyse onu okudum diye gülümsüyordu. "Hangi konuda dürüst olacaktın?" diye sordum, onun kadar olmasa da ben de utanmıştım ve aramızdaki sessizlik rahatsız edici bir hal almadan konuşmaya devam etmek istedim.

Bakışları beni buldu, gözlerindeki parıltılarla yüzleşince baştan aşağı titredim. "Ben sadece seni öyle görünce bahsettiğin kadar güçlü hissediyorum."

Zaman durdu sanki, Min Yoongi yine bir saniyeye bütün ömrümü sığdırdı. Rüzgar öyle yavaş esti ki alnına dökülen saçların gölgesi hipnoz etti beni, gözleri mi daha çok parlıyordu yoksa dudaklarında asılı kalan gülüş mü, karar veremedim. Yine içindeki alevlerin taşıp etrafımı sardığı, yakmayıp eritecek kadar ısıttığı bir ana sıkışıp kalmıştık öylece. İç içe geçen kollarımızı ayırdım, çok yavaş davranıyordum ama o bir saniye bir türlü geçmiyordu. Parmaklarım aynı yavaşlıkla havalandı, aynı yavaşlıkla montumun fermuarını indirdim, aynı yavaşlıkla elini tutup göğsüme, tam kalbimin üzerine yasladım. Nabzımı avucunun içine bıraktım, gülüşünü kendi avuçlarımın arasına aldım. "Tut beni, hyung." dedim; neyden bahsettiğimi o bir saniyede anlamış ve kalbime konmayan eli belime uzanmış, kolu etrafıma sarılıp beni kendine çekmişti. "Tuttum." dedi, konuşurken nefesi dudaklarıma çarpıyordu; ondan geçen ısı uyuşturunca hatırlıyordum aslında havanın ne kadar soğuk olduğunu. Dudaklarımızı birleştirdim, ikimiz de aceleci davranmadık çünkü ikimiz de zamanın kendi tarafımızda olduğunu biliyorduk. İkimiz de biz istemediğimiz sürece o bir saniyenin ikiye tamamlanmayacağına güveniyorduk.

Nazikçe öptü, parmak uçları kıyafetimin üzerinden gövdemi okşuyordu, yine kalbimi durdurmaktan korkuyor gibiydi. Ben de onu yine öyle bir korkuya düşürmekten çekiniyordum, ben de nazikçe öptüm. Öyle yakındık ki artık fazlaca uzamış olan saçları rüzgarın etkisiyle uçuşup tenimi okşuyordu. Ona kalacak bir yer vermesi gereken bendim ama belime öyle bir sarılıyordu ki bana gidecek bir yer vermiyordu.

Öpüşmemiz bitince dudaklarımın kenarlarını ufak öpücüklere boğdu, dudaklarım kıvrılınca da gülüşümden öptü. "Üşüteceğiz," diye fısıldadı sonra da, ikimiz de ayrılmak için herhangi bir hamlede bulunmuyorduk. "Artık gidelim."

"Artık gidelim." diye onayladım ve biz yine gitmedik. Üşüteceğiz diyordu, haklıydı ama üşümüyordum ki. Rüzgar esiyordu ama kesmiyordu da okşuyordu, soğuk çarpmıyordu da sarılıyordu sanki.

Yoongi benimleyken, Yoongi böyle benimken kötü diye tanımlayacağım hiçbir şey olmuyordu.

Biraz daha yürüdük, sonra karşımıza bir gece marketi çıktı. Başta ilgimi çekmemişti ama Yoongi "Belki yuja çayı vardır." diyerek beni markete doğru sürükleyince karşı gelmedim. Poşet olarak her yerde satılıyordu ama ben marmelat halini daha çok seviyordum ve bu tarz marketlerde çaylar marmelat şeklinde satılmıyordu.

Kasiyer dışında market boştu, tek müşteri ikimizdik; o yüzden reyonlarda gezinirken birbirimize saçma ürünleri gösterip gülüştük ve ben o an gerçekten de bir çiftmişiz gibi, dışarıdan bakan biri bizi eş sanırmış gibi hissettim. Teşekkür ederim, diye geçirdim aklımdan, beni dinleyen herhangi biri, bir şey vardıysa diye. Yoongi olduğu sürece kimseyi istemiyorum. Yoongi eşim değil belki ama Yoongi benim evim.

Akio'nun bahsettiği cep parasını kontrol ettik ve istediğimiz gibi savurmaya karar verdik. İki kutu acılı ramen aldık, gece marketlerinin en güzel özelliği kaynar su bulunuyor olmasıydı. Çubuk da satılıyordu. Farklı reyonlara geçip canımız başka bir şey istiyor mu diye bakınırken gözüme bir kutu çakmak ilişmişti. Ramen kutuları Yoongi'de olduğu için ellerim boştu, çakmakları rahat rahat inceleme fırsatım oldu ve dünyanın en güzel tesadüfü olacak şekilde, üzerinde hanımeli deseni olan bir çakmak buldum.

"Jimin, hadi."

Çay bulamamış bir halde kasaya gittik, Yoongi ramenler dışında bir şey almamıştı; bense çakmakla beraber iki tane muzlu süt almıştım. Kasiyer ramenler için su ayarlarken Yoongi aldıklarıma kaşlarını kaldırdı ve kısık sesle "O ne?" diye sordu. Başta çakmaktan bahsediyor sanmıştım ama sonra muzlu sütü kastettiğini fark ettim ve...

Parayı ödeyip marketten ayrıldık, sonra da Yoongi'nin önünden geçtiğimizi söylediği bir banka yürüdük. "Akio bana Jungkook'u hatırlattı da." dedim oturduğumuz an. Beni dinlerken çubuklarının paketini yırtmaya çalışıyordu. "Jungkook muzlu sütü çok sever, o yüzden aldım, canım çekti."

"Çok mu güzel? İki tane almışsın."

"Biri sana..."

Paketini açmaya çalıştığı çubukları yere düştü, küfrederek eğilirken neredeyse ramenini de düşürüyordu. "Üç dakika olmuş mudur?" diye homurdandı, dudaklarım kıvrılırken "Olmuştur." dedim.

Sessiz sessiz yemeğimizi yiyorduk ki "Sana bir türlü çay alamadım." diye mırıldandı. Erişteler ağzımdan sarkarken bakışlarımı ona çevirdim, halime burukça gülümseyip yeniden önüne dönmüştü. "O sabah çayı bulmuştum, biliyor musun?" diye devam etti konuşmaya. "Otelde seni bulamayınca nereye fırlattım, bilmiyorum."

"Önemli değil." diye mırıldanarak karşılık verdim ben de. "Başka zaman içeriz." Rameni aramıza bırakıp market poşetine uzandım ve çakmağı çıkardım ama bir anda böyle veremeyeceğimi fark edince parmaklarımın arasında çevirmekle yetinmiştim. "Bunu sana aldım." diye mırıldandım. Hanımeli benim en sevdiğim çiçekti, o gün alışveriş yaparken beğendiği ama almama izin vermediği ve benim sonradan gidip aldığım gömlek de hanımeli desenliydi. "Çok hoşuma gitti ve sadece bir tane vardı."

Benim gibi ramenini bırakmış ve meraklı bakışlarıyla çakmağa uzanmıştı. "Sigara içmiyorum. Ben müzisyenim, biliyorsun, değil mi?"

"Ondan almadım." dedim gülerek. "Şey, benim su olduğum teknik olarak kanıtlandı, galiba?" Bakışları bana kayınca bu sefer panik olup ben kaçırmıştım bakışlarımı. "Seni hep ateş olarak hayal etmiştim, bilmiyorum, üzerinde bulunsun..."

Aramıza birkaç saniyelik bir sessizlik çöktü, Yoongi'nin söylediklerimi kafasında tarttığını biliyordum ama çekindiğim için dönüp bakamıyordum. En sonunda çakmağı yaktı, tek seferde yakmıştı ve ateşin ısısını bu kadar mesafeye rağmen yüzümün yan tarafında hissetmiştim. "Teşekkür ederim." diye mırıldandı o pürüzlü sesiyle, ona döndüğümdeyse hipnoz olmuş gibi ateşi izlediğini gördüm.

"Önemli değil." dedim. "Hadi, erişteler hamur oldu."

**

"Neredesiniz siz?" Hyuk bizi merdivenlerde yakalamış, ikimizin de olduğumuz basamakta donakalmamıza sebep olmuştu. Onu böyle iyi görmek içime su serpti, her ne kadar Yoongi konusunda beni tahrik etmiş olsa da birini öldürmüş olmaya dayanamazdım. "Suga, sana söyledim. Jeju güvenli bir bölge değil-"

"Hujanlık'ın sizi bildiğini söyledin, evet." dedi Yoongi. "Ama hükümetin sizi bildiğinden bahsetmedin."

Hyuk Yoongi ona tokat atmış gibi duraksadı, göz bebekleri büyümüştü.

"Bu gece, herkes iyi durumdayken anlatmaya başla." diye devam etti Yoongi. "Jimin iyi, seni dinlemeye hazırız."

Yanında dikilirken onu onaylamak için hızlı hızlı salladım başımı. O ana kadar istediğim tek şey sıcak yorganımın altında Yoongi'ye sarılmaktı ama Yoongi bana sormadan böyle bir teklifle gelince asıl istediğim şeyin bir şeyler öğrenmek olduğunu anlamıştım. "Bana da Suga varken konuşuruz demiştin." diye hatırlattım.

Hyuk etrafı kolaçan etmiş ve en sonunda pes edercesine omuzlarını düşürmüştü. "Odama gidelim."

İçeriye girdiğimizde Hyuk masasının önündeki koltukları işaret ederek kendi yerine geçti. Merak ettiğimiz şeyleri sormamızı teklif edeceğini düşünmüştüm ama bir anda "Dünyanın farklı farklı yerlerine yayılmış bir örgüt var." diye konuşmaya başlamıştı. Hemen böyle lafa girmesine şaşırarak Yoongi'ye baktım ama o ilgiyle Hyuk'u izliyordu. "Şu anda bu örgütün Jeju üssündesiniz. Suga'nın Seul'e geldiği zamanı biliyorduk, Kim Seokjin de bu yüzden Kore'ye döndü diye tahmin ediyoruz."

"Ne?" Yoongi Kim Seokjin dendiğinde anında idrak edememiş olmalıydı çünkü kendisi en sevdiğim oyuncuyu oda arkadaşı olarak tanıyordu. "Kim Seokjin mi? Ne alaka?"

Yoongi duyduğum isimle bu kadar heyecanlanıp bu kadar ilgilenmeme sinirlenmiş gibi kaşlarını çattı ve ben ne olduğunu anlamadan bakışlarını yeniden Hyuk'a çevirdi. Hyuk'sa böyle bir soru sormama şaşırmış, ne demesi gerektiğini düşünüyordu. "Borin size ne anlattı?" diye sordu ve mavi ekran vermiş bir bilgisayar gibi ona bakmaya devam ettiğimde de "Jimin?" diye üsteledi.

"Yalnızca her şeyin bir sebebi olduğunu söyledi." diye mırıldandım. "Bu kadar."

Hyuk'un gözleri şaşkınlıkla irileşti, başı bir bana bir Yoongi'ye döndü ve ikimizin de ciddi olduğunu fark edince "Siktir." dedi. "Size hiçbir şey anlatmadan öylece sokağa mı attılar?"

"Ne oldu?" dedi Yoongi.

"İki dünya arasında sürekli eşli insan alışverişi yapılıp eşi olan insanlar pilheu olmaya zorlanıyor, işte bu oldu!" diye bağırdı Hyuk. Öfkesinin kaynağı biz değildik de bize hiçbir şey anlatmadan bizi bu maceraya yönlendiren Min Borin'di, bunu biliyordum ama söylediği şey zihnimde yankılanırken mantıklı düşünemiyordum. Eşi olan insanlar pilheu olmaya zorlanıyor.

"Japonya..." diye fısıldadım.

"Çukur endüstrisini başlatan beş ülke olsa da dünya üzerinde bu oyuna katılmayan ülke kalmadı." diye devam etti Hyuk konuşmaya. "Eşli insanlar en ufak kazada ölebilir ama bir pilheu çok büyük operasyonlara dayanabilir. İnsan demek iş gücü demek-"

"İş gücü demek, para demek." diye tamamladı onu Yoongi.

Odaya bir sessizlik çöktü, Hyuk her şeyi anlamamız için bize zaman tanırken biz duyduklarımızı sindirmeye çalışıyorduk. Yoongi'nin bu dünyada nasıl zorlandığını görmüştüm, bu dünyaya alışan insanların bir anda onun dünyasına atıldığını duyunca ürpermeme engel olamamıştım. Yoongi'nin dünyası korkunç bir yerdi, hırsızlıktan tutun zombilere kadar her şey vardı orada.

"Bir saniye-" dedim dehşet içinde. "Bebekler!"

Yoongi neyden bahsettiğimi anlamamıştı, zaten Hyuk'un söylediklerinden sonra modu inanılmaz bir şekilde düşmüştü, bu yüzden büyük bir tepki vermesini beklemiyordum ama Hyuk bahsettiğim şeyi biliyordu. "Geride kalan eşler gürültü yapabilir," dedi. "Ama henüz eşlenmemiş bir bebek geride ses çıkaracak kimseyi bırakmaz."

"Ama bunu duyardık, değil mi?" diye sordum umutla, böyle bir şeyin gerçek olmasını tüm irademle reddetmek istiyordum. "Demek istediğim, o kadar bebek evinden çalınsa-"

"Evlerinden çalınmıyorlar," diye kesti lafımı Hyuk. "Hükümet, Jimin."

"Beni aydınlatın." diye mırıldandı Yoongi.

"Doğum müfettişlerinden bahsetmiyorsun," Ben bir doktordum. Sikeyim, ben yıllardır hastanelerde yaşıyordum ve Hyuk çıkmış bana burnumun dibinde bebek hırsızlığı yapıldığını söylüyordu. Yeni doğan bebekler hükümetin her hastaneye en az bir tane atamış olduğu müfettişlerin kontrolünden geçer ve ailelerine öyle teslim edilirdi. "Hayır, hayır, bebek çalmış olsalar duyardım, ben hastanede çalışıyorum!"

"Bebeğin ölü doğma olasılığı kaçtır?" diye sordu Hyuk. Yoongi'nin başı biz konuştukça bir oraya bir buraya dönüyordu.

"On altı gebelikte bir." diye yanıtladım.

Hyuk'un yüzünü acılı bir ifade kapladı. "Aşağıdaki kitaplarda daha kesin bilgiler bulacağına eminim." dedi, bu konu hakkında konuşmak onu rahatsız ediyormuş gibiydi. "Ama tüm bu oyun yaşanıyor olmasaydı, günümüz şartlarında yalnızca iki yüz gebelikte bir ölüm yaşanırdı-"

Dayanamayarak kalktım koltuktan, Yoongi panik içinde ayaklanmıştı. Kalbime bir şey olmasından korkuyordu ama Hyuk'un söylediği şeyler oturduğum yerde dinleyip de sineye kolayca çekebileceğim şeyler değildi. "Ben kaç yıl tıp okudum, haberin var mı?" diye kükredim. "İki yüzde birmiş-"

"Ben kaçırılan bebeklerden biriyim."

Yoongi beni sakinleştirmeye çalışırken Hyuk konuşmuş ve kurduğu cümleyle ikimizi de olduğumuz yere çivilemişti. Ağzımız açık, gözlerimiz irileşmiş bir halde masanın ardındaki adama bakakaldık. "Bu dünyada doğmuşum." diye devam etti Hyuk, az önceki halinin aksine oldukça kısık ve sakin bir sesle konuşuyordu. "Suga'nın dünyasında büyüdüm."

"Eşini buldun mu?" Soru beklenenin aksine benden değil de Yoongi'den gelmişti, bakışlarım yavaşça ona döndü ve anlam veremediğim bir şekilde yalvaran surat ifadesiyle karşılaştım.

"1991 yılına kadarki kayıtlara ulaşmayı başardık." Hyuk Yoongi'nin sorusunu havada asılı bırakıp kendi koltuğundan kalkmış ve arka tarafında kalan belge dolabına dönmüştü; bizimle konuşurken rafları inceliyordu. "Sistemi yavaş yavaş kırıyoruz, örgütün içinde harika mühendislerimiz var-"

"Hükümet de sistemi kırmanızı öylece oturup izliyor, demek?" diye sordum.

Elleri raflara tutunurken iç geçirerek başını önüne eğmişti, bir anda neden bu kadar yorulduğunu bilmiyordum. Yoongi'nin sorusundan fazlasıyla etkilenmişe benziyordu. "Bugünlük bu kadar yeter."

"Ama-" Yoongi'yle aynı anda konuştuk ama Hyuk bir anda bedenini bize çevirmiş ve ikimize de laflarımızı yutturmuştu. Onu ilk defa böyle görüyordum, şu an gerçekten de bir topluluğun lideri gibi görünüyordu. "Jimin'in kalbi yeterince yoruldu." diyerek Yoongi'yi anında satın aldı ve Yoongi de benim tek kelime etmeme izin vermeden Hyuk'a iyi geceler dileyip beni odanın dışına çekiştirmeye başladı.

"Ama hyung-" diye mızmızlanıyordum odalarımızın olduğu kata inerken. "İki taraf da birbirinden haberdarken nasıl böyle sakin bir toplumda yaşıyoruz?"

Beni dinlemediğini düşünüyordum ama bir anda "Soğuk savaş." diye mırıldandı. "İki taraf da diğerini etkisiz hale getirecek şeye sahip ve iki taraf da bir şey yapmıyor."

"Bir tarafı diğerinden üstün kılacak olan ne?" diye sordum.

"Toplum." Yoongi merdivenlerden inmeye devam ediyordu ama ben kelimeyi duyduğumda olduğum basamakta kalıvermiştim. Kitaplar. Suga'ya hayran milyonlarca insan. Toplumun yarısı hükümetin, yarısı örgütün elindeydi. Diğer yarıyı ele geçiren taraf savaşı kazanacaktı.

Altıncı kitap.

"Hadisene." Odalarımızın olduğu kata inmiş, benim de basamakları bitirmemi bekliyordu.

"Bunlar, bu konuştuklarımız..." Basamakları yavaş yavaş iniyor, bir anda aklıma hücum etmiş tüm bu düşünceleri dışarıya en uygun kelimelerle dökmeye çalışıyordum. "Altıncı kitapta olacak, okuyacaklar..." Son basamağı da inip Yoongi'nin karşısında durdum. "Öğrenecekler."

Ama sen de şunu anla, bu senaryonun başrolü Suga.

"Silahları sensin."

Aramızdaki sessizlik yalnızca iki kalp atışı kadar sürmüştü ama yazmaya çalışsam asırlık tarih olurdu. "Başım ağrıyor," dedi Yoongi. "Uyuyalım mı artık?"

Başımı yavaşça salladım, çok az şey öğrenmiştik ama bu öğrendiklerimiz bile bizi yerle bir etmişti. "Ben de Taehyung'u arayayım artık." diye mırıldandım. "Sabah beni öperek uyandırmak istersen hiç çekinme."

Burukça gülümseyip uzandı ve yanağıma kokumu içine çektiği bir öpücük bıraktı. "İyi geceler, Jimin-ah."

"İyi geceler, hyung."

Odalarımızın ayrı olduğunu öğrendiğimde sebepsizce sinirlenmiştim ama şimdi Yoongi'nin yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu bildiğimden sesim kesilmişti, karşı bile çıkmamıştım. Onu odama da davet etmemiştim, gelecek olsaydı da istemeden geleceğini biliyordum. Başım ağrıyor, derken yalan söylemiyordu.

Akio'nun montunu çıkarıp yatağın üzerine bıraktım ve bavula koyduğumu hatırladığım telefonumu bulup yere çöktüm. Taehyung birkaç kez daha aramıştı, bir elim telefonu kulağıma yaslarken diğeri ayakkabılarımın bağcıklarını çözüyordu. Saatin geç olduğunu biliyordum ama Taehyung'un sesini duymak bana iyi gelebilirdi.

Tam hattın düşeceğini sandığım an aramayı yanıtlamıştı, "Taehyung?" dedim yavaşça, uykusunu bölmediğimi umarak. "Çok özür dilerim, başıma neler geldi bir bils-"

"Neden gelmedin?"

Taehyung lafımı kesip kısılmış sesiyle konuştuğunda duraksadım. "Cenazeye neden gelmedin?" diye devam etti arkadaşım, aynı anda hem suçlar hem de canı yanar bir ifadeyle konuşuyordu. "Sana ihtiyacım olmasını geçtim, gerçekten, ama seni seviyordu!"

Aklıma gelen isim yüzünden kalbim sıkıştı, dilimin altı uyuşuyordu ve bu konuşma biraz daha devam edecek olsaydı bu sefer gerçekten de bu odadan ölüm çıkacaktı. "Ne cenazesi?" diye sordum kırık bir fısıltıyla ama içimden cevap vermemesi için yalvarıyordum.

"Haberin yok muydu?" İşte şimdi dehşet içindeydi.

"Kim öldü, Taehyung?" diye üsteledim. Otururken bile zorlanıyordum, yığılmak üzereydim.

"Jimin, özür dilerim!" Ağlamaya başlamıştı, onun hıçkırıkları benim de çeşmemi açmıştı, oturduğum yerde titremeye başladım. "Tanrım, çok üzgünüm..."

"Taehyung, kalbim ağrıyor..."

"Namjoon-ie hyung." dedi hıçkırıklarının arasından zorlukla. "Jimin, Namjoon-ie hyung'u kaybettik."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro