Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

26; mola


 Yirmi yıl önceden kopup gelen bir anı gözlerimin önünde oynamaya başladı. Hafta sonuydu, annem evdeydi, o mutfaktayken Jihyun ve ben çantasında bulduğumuz bir kalemle her yerimizi boyamıştık. Annem kolumdaki çizimler için ne oldukları bile belli değil, diyerek kızmış ve ikimizi de banyoya sokmuştu. Yeongae teyzemin bahçesinde gördüğüm çiçekleri çizmiştim. Hanımeli. Çocukken en sevdiğim çiçekti.

"Şöyle bırakın, Usta birazdan gelir."

Banyodayken bile babamla aşık olma hikayelerini anlatması için yalvarmıştık. Çok konuşan, ilgi bekleyip istediği olmayınca ortalığı birbirine katan bir çocuktum. Jihyun benim gibi olmasa da bana kolaylıkla uyar ve annemi bezdirme işimde bana yardımcı olurdu. Akşam gelince baban anlatsın, demişti annem; gözüme şampuan kaçmış gibi yapıp banyoyu herkese rezil etmiştim mesela. Davranışımın altındaki asıl sebebi bilen annemse pes etmemiş, babamla hikayeleri hakkında tek kelime etmemişti. Banyo bitmişti, kolum yine boş kalmıştı, ayrıca o nefret ettiğim öğlen uykuma da bir saat erken yollanmıştım.

"Başındakini çıkaralım mı? Uyanmış mıdır?"

"Usta halleder, çıkın hadi. Ah, Kardeş Minho, şömineye biraz daha odun getirir misin?"

Annem tipik bir Koreli annesiydi, her zaman o haklıydı. Ama o gün sebebini anlamadığım bir şekilde suçlu hissetmişti, beni öğlen uykumdan erken uyandırmış ve bunu yaparken öpücüklerini de esirgememişti. Baban çok koştu peşimden, demişti. Ama ben hiç yüz vermedim.

Neden, diye sormuştum bu hikayeyi daha önce bir milyon defa dinlememişim gibi. O senin eşin, ona neden yüz vermedin?

Çünkü ben eşim olsun istemiyordum, demişti annem saçlarımı okşarken. Ben yine saf rolüme bürünüp sebebini sorgulayamadan da çünkü bu haksızlık, demişti. Eğer dünyada senin gibi mutlu olamayan insanlar varsa, ortada dönen bir haksızlık vardır, Jimin-ah.

Altı yaşındaki bir çocuk için fazla büyük kelimeler kullanıyordu. O yaşıma kadar karşılaştığım en büyük haksızlık ben odama yollanırken Jihyun'un annemle uyuyabiliyor olmasıydı. Jihyun gibi mutlu olamıyorum, diye düşünerek kendimi annemin kelimelerini anladığıma ikna etmiştim. Asıl kastettiği şeyin, eşi olan insanlar böylesine mutluyken eşi olmayan insanların böylesine mutsuz olduğu bir sistemin parçası olmak istemediği olduğunu uzun yıllar sonra fark etmiştim. Pilheu olduğumu öğrenince, annemin bana nasıl baktığını görünce fark etmiştim.

Ne gibi bir haksızlık, diye sormuştum annem yatağımda yanıma uzanırken. Jihyun o sırada uyuyor olmalıydı, onun yanımızda olmayışını sorgulamamıştım bile. Annemi fazla sahiplenirdim. Bu haksızlığın sebebi ne?

Büyük ihtimalle bir öğretmen olduğu içindi ama, annem benim dilimden anlardı. Kullandığı kelimelerden hiçbir şey anlamadığımı ama yine de bir yetişkinmişim gibi afili kelimeler kullanıp ona ayak uydurduğumu, verdiği cevapları idrak edemesem de onu dinlemeyi sevdiğimi bilirdi. Hırsızlık, diye cevaplamıştı sorumu. Bu haksızlığın sebebi hırsızlık.

Beni bıraktıkları oda fazlasıyla sıcaktı, Minho denen kişi ondan isteneni yerine getirmiş ve şömineye yeni odunlar eklemişti. Gözlerim bozuk olduğu için, dans ettiğim zamanlar ritim algımı geliştirmeye uğraşmıştım, artık yalnızca duyduğum şeylerle manzarayı çok net bir şekilde görebiliyordum. Minho odunları bıraktı, bir metalin sürtünme sesi geldiğinde karıştırma çubuğunu kullandığını anlamıştım. Küçükken babam beni ve Jihyun'u annemden gizli bir şekilde bir Kaahujangi tapınağına götürmüştü, daha sonra annemle ettikleri o büyük kavga hala çocukluk travmalarımdan biriydi. O olaydan geriye kalan en temiz anımsa tapınağın içinde yaktıkları o kokulu yapraklardı. Şimdi içinde olduğum odanın etrafını kuşatan o yanık yaprak kokusu. Çürümüş gibi, yakmadan önce yaprakları ismini bilmediğim bir tütsüyle efsunlamışlar gibi.

Minho odadan ayrıldı ama gitmeden önce çubuğu şöminenin içinde bırakmıştı çünkü metalin taşa asılma sesini duymamıştım. Hem sıcak hava, hem yaprak kokusu, hem de başıma bağladıkları bu siyah bez torba yüzünden ciğerlerim patlayacakmış gibi hissediyordum. Uyandığımdan beri tek kelime etmemiştim ve zaman algım beni yanıltmıyorduysa ben uyanalı saatler oluyordu. Bunun bir de baygın geçirdiğim süresi vardı. Yoongi otele dönüp beni bulamayınca ne yapmıştı? Beni kaçıran adamlar ona zarar vermiş miydi? Beni otelden çıkarırlarken neden kimse onlara engel olmamıştı?

Beni neden kaçırmışlardı?

Dışarıdan sesler duyuluyordu, kapı beni oturttukları yerin sağ tarafında kalıyordu ve seslerin kaynağı solumdaydı; yan oda veya bahçe olmalıydı. İnsanların konuşmaları uzaklarında olduğum için bana bir homurdanma bulutu olarak ulaşıyordu ama sonra biri, o insanların içinde biri "Hayır!" diye çığlık attı. "Lütfen!"

Odanın kapısı açıldı, içeriye giren her kimdiyse – Usta, denen kişi olduğunu tahmin ediyordum – yanındakine "Teşekkürler, Kardeş Amihan." demiş ve kapıyı kapatmıştı. Odanın içinde yalnızca bir kişinin ayak sesleri duyuluyordu ama hafifti, ayaklarımın altındaki zeminin halıyla kaplı olduğunu da böyle fark etmiştim.

"Uyanmışsın," dedi, direkt olarak benimle konuştuğunda baştan aşağı buz kestiğimi hissettim. Benim için olaylar, tam o an ciddiyet kazanmıştı. "Seremoniye yetişmiş olman güzel."

Yutkundum, torbanın içinde, kendi terimde boğulmak üzereydim. Ellerim ve ayaklarım bağlıydı, o an için kendimi savunmaktan öylesine acizdim ki içimde yeşeren korkunun önüne geçemedim. Yoongi. Yoongi bensiz kalacaktı. Başına kesin bir şey gelirdi, belki de bir yeri kanardı ve bu sefer yanında ben olmadığım için kanamasını durduramazdı. Ya da denize düşerdi ve ben orada olup dalgaları sakinleştiremediğim için boğulurdu. Ya da-

Düşüncelerim aklımı öylesine meşgul etmişti ki içinde bulunduğum anksiyete yüzünden adamın bana yaklaştığını, başıma geçirdikleri torbanın boynumda sıkılaştırılmış iplerini çözmeye başlayana kadar fark etmemiştim. İstemsiz bir şekilde kendimi çekmeye, oturduğum yerde gerilemeye çalıştım ama yaptıklarım faydasızdı, adam torbayı çekip aldığı an şöminenin ışığı saatlerdir karanlıkta olan gözlerimi yakmış; aldığım derin nefes beraberinde getirdiği yoğun yaprak kokusuyla beraber midemi bulandırmıştı. Kendime gelip ayaklarımı bulunduğum ana basmam saniyelerimi aldı, adamın karşımdaki siluetine öylece bakakaldım.

"Hoş geldin," diyerek gülümsedi, gülüşünde bile insanı rahatsız eden bir şeyler vardı. Yüzünün tanıdıklığı yalnızca birkaç saniye sonra amacını yerine getirmiş ve içimde bana ait olmayan sesin Hujan, diye fısıldamasına sebep olmuştu. Büyük Hujanlık'tasın.

Uzak Doğu Hujan'ının ismi Tomio Nobuyuki'ydi, kendisi bir Japon olsa da Hujanlık Kore sınırlarında olduğu için Korece konuşuyordu. Beni buraya getiren insanların da Korece konuştuğunu duymuştum. Kendisini en son televizyonda, Vatikan'dan gelen bir dostluk yemeğini reddederken görmüştüm. Dünya çapındaki diğer Hujanlar da onun kararına uyup daveti geri çevirmişlerdi.

"Bizi fazla uğraştırdın." Benimle konuşuyordu ama ben dışarıdan gelen dördüncü çığlığı dinliyordum. İlk üçün aksine bu seferki bir kadındı, ona ne yapıyorlardı bilmiyordum ama yalvarıyordu. İlk üçünde de olduğu gibi, sesi bir anda kesildi. "Borin'i bulmanız çok uzun sürdü, göz yummamızın da bir süresi var, değil mi?"

Oturduğum yerde titredim, bizi izliyorlar mıydı? "Artık el atmam gerekiyordu, her şeyin ortaya çıkmasını istemeyiz, hm? Neden o küçük terörist çetene sığınmadın, hala anlamıyorum. Borin seni gerçekten de yolun ortasında bırakmış olmalı."

Büyük kelimeler, benim için çok büyük kelimeler kullanıyordu. Zeki olduğumu asla iddia etmemiştim ama bu kadarı gerçekten de çok fazlaydı. Yoongi'yi aklımdan atamıyordum, onu düşünmekten önümde yaşanan gerçeklere odaklanamıyordum.

Beşinci çığlık duyuldu.

"Bir yandan dengeyi korumamız gerekiyor, anlıyor musun? Kişisel algılama, Suga'nın varlığı bir kayıp gerektiriyor." Ellerini önünde birleştirirken iç geçirmişti. "Onu geri yollarsak senin sesini kesmemiz zorlaşırdı. Ama seni yollarsak? Ses çıkaracağını sanmıyorum."

Dudaklarım aralandı. Bir şey söylemek istedim, ona Yoongi'nin beni asla bırakmayacağını, neyden bahsettiğini bilmesem de beni nereye yollarsa yollasın Yoongi'nin peşimden geleceğini söylemek istedim ama altıncı çığlık dilimi düğümlemişti. Hujan'ın gülümsemesi genişledi. "Bu haftanın onuncu yolcusu sensin, Park Jimin."

Oturduğum yere yaklaşmaya başladı, gözlerim irileşirken sandalyede istemsizce zıpladım. "Ellerini çözeceğim, sakin ol." dedi Hujan. Yedinci çığlık yükseldi, bağıran adam hıçkıra hıçkıra ağlıyor, çocukları olduğunu tahmin ettiğim üç ismi arka arkaya sayıklıyordu. "Bebek seremonileri bu kadar gürültülü olmuyor," dedi Hujan, onaylamaz gibi sesler çıkarırken. "Karşı koymaya çalışanlar hep yetişkinler." Bakışları beni buldu. "Söylemeyi unuttum. Savunma sanatlarında senin kadar iyiyim ama senin aksine dövüşürken iki bacağımı da kullanabiliyorum."

Karşı koymaya çalıştığım takdirde canımı yakacağını söylemenin basit bir yoluydu bu. Yedinci çığlık kulaklarımı doldurmaya devam ederken karşımdaki adamdan ölesiye korkuyordum, öyle korkuyordum ki ellerimin ardından bacaklarımı da serbest bırakıp beni omzumdan yakaladığında bile tepki verememiştim. Bedenimi pencereye doğru sürükledi, bahçede neler olup bittiğini görebilmek için beni çekiştirmesine izin verdim.

Portal.

Beşinci kitabın son bölümünde, yazar portalı ince ayrıntılarla tarif etmemiş olsa da gözlerimin önündeki şeyin Yoongi'yi buraya getiren portallardan biri olduğunu biliyordum. Onu geri yollarsak. Bu portalın diğer tarafı Yoongi'nin dünyasına varıyordu. Nefesim kesilmişti, ne diyeceğimi bilemiyor, öylece bahçeyi, portaldan birkaç metre uzaklıkta duran Kaahu topluluğunu izliyordum. Sekizinci çığlığın sahibi olan adam, iki kolundan tutulmuş bir vaziyette sürükleniyordu. "Ne olursunuz!" diyordu. "Eşim hamile, yalvarırım!"

Kurduğu cümle aklıma direkt Bongjae'yi getirmişti. Korkuyla geriye doğru bir adım atıp pencereden uzaklaştım. Bongjae Jeju'ya çağrılmıştı. Başına her ne geldiyse ortadan kaybolmuş, geride kalan eşi Mingi'yse bir pilheu gibi gördüğü tedaviye yanıt vermişti.

Bongjae Yoongi'nin dünyasına yollanmıştı.

Dokuzuncu çığlık duyulunca korkulu bakışlarım Hujan'ı bulmuştu, tam o an içinde olduğumuz odanın kapısı kibarca çalındı. "Usta," dedi kapıdaki her kimse, kardeş diye hitap edilenlerden biri olduğunu tahmin ediyordum. "Onuncuyu almaya geldik."

Karşımdaki yapılı adamın aksine ben cılızdım ve onun da bildiği üzere dövüşürken bacaklarımı tam anlamıyla kullanamıyordum. Bulunduğum bina adanın en büyük yapılarından biriydi ve içi Kaahularla doluydu, beni yakalayıp portala götürmek isteyen Kaahularla. O an için Hujan'a saldırmam, engel olmaya çalışıp kurtulmaya çabalamam gerçekten de saçmaydı; ne yaparsam yapayım faydası olmayacağını biliyordum.

Ama Yoongi burada tek kalacaktı. Kim bilir neredeydi... otelde miydi? Oturduğu yerde beni mi bekliyordu? Yoksa onu bıraktım sanıp üzülmüş müydü? Çay içememiştik... Belki de onu bıraktım sanıp sinirlenmişti. Umurumda değil, diye mırıldanmış ve arkasını dönüp gitmişti. Ben yokken onu hırsızlık yapmaktan alıkoyan bir şey yoktu, yağmur da durmuştu, önü açıktı...

Yoongi seni bırakmaz, dedi içimde bana ait olmayan ses. Sen de onu bırakma.

Hujan'ın üzerine adeta uçtum, o da bunu bekliyormuş gibi bir tavırla kollarımı yakaladı ve aynı saniye içinde sırtım zeminle buluştu. Hujan'ın beklemediği şey, ne pahasına olursa olsun bacaklarımı kullanacak oluşumdu. Altında olmanın getirisiyle dizimi karnına geçirdim, beklemediği bu hamle karşısında beni tutuşu zayıflamış ve boynuna geçirdiğim yumrukla beraber üstümden kalkıp yana düşmesine sebep olmuştu. Sesini kestiğim için kapının önündeki takipçilerine seslenip yardım isteyemedi ama kendini beklediğimden kolay toplamış ve kollarımı bu sefer koparacakmış gibi sıkı bir şekilde kavramıştı. Tamam, diye düşündüm. Buraya kadarmış. Beni zemine resmen çarpmıştı, kafamın içinde yüzlerce organ varmış da hepsi bir anda yer değiştirmiş gibi hissetmiştim. Kollarım iki yanıma serildi, oda etrafımda dönüyordu. "Seni öldürüp cesedini yollasam?" diye sordu, boğazına hasar verdiğim için sesi kısık çıkıyordu, canını çok fena yakmış olmalıydım. "Odada bir damla su yok, ne yapabilirsin ki?"

"Usta?" Kapının diğer tarafından yine seslendiler ama Hujan parmaklarını boynuma sarmakla meşguldü. "Senin gibi torpillilerden hep nefret ettim." dedi, zaten kendini kaybetmiş olan bünyem uyguladığı kuvvetle beraber iyice güçten düşüyor, hayattan yavaş yavaş da olsa kopmaya başlıyordu. Bacaklarım çırpınmaya başladı, kollarım havalanıp onu itmeye uğraştı ama kafamı çarptığım için yaptığım hiçbir şeyin etkisi olmadı.

Sonra bir çığlık duydum. Önce hayal görüyorum, nefesim kesildiği için ölmeden önceki şu efsanevi halüsinasyonlardan yaşıyorum sandım ama Hujan'ın gözleri benimle aynı şeyi duyduğunu bildirircesine irileşince gerçekliğin kırıntılarına tutunduğumu fark ettim. Duyduğum çığlığın dakikalardır dinlediğim çığlıklarla alakası yoktu. Bu seferki çığlık ayrılığın getirdiği acıdan kaynaklanmıyordu.

Bu seferki çığlık, korkmuş birinin boğazından yükseliyordu.

Hujan'ın parmakları tutuşunu gevşetti, gövdem derin bir nefesle olduğu yerde yükselirken kollarım yeniden zeminle buluşmuştu. Kapının önünden mırıltılar duyuluyordu ama kelimeleri seçemiyordum. Çığlıklar ardı ardına yükselmeye devam etti, Hujan panik içinde ayaklanıp pencereye koştuğunda tapınağa korkunç bir kaos hakimdi. Birileri konuşuyordu, birileri bağırarak bir şeyler söylüyordu ama anlamıyordum. Yalnızca tek bir kelimeyi yakalamıştı kulaklarım. Tek bir kelimeye canı pahasına tutunmuş ve işlemesi için zihnime yollamıştı.

"Suga!" diye bağırmıştı bir adam, sesi çok yakından geliyordu. "Suga burada!"

Hujan kapıya koştu, koridorda onu bekleyen Kaahulara meleklere haber vermelerini söyledi ve kapıyı yeniden kapatıp kilitledi; bakışları bıraktığı yerde uzanmaya devam eden beni bulmuştu. "Şimdi seninle bir oyun oynayacağız." dedi nefes nefese. Neyden bahsettiğini bilmiyordum ama dudaklarımı aralasam da mantıklı bir kelime kullanamamıştım. Koridordan gelen koşuşturma sesleriyle beraber birisi saldırı emri verdi, yine bağırışlar ve çığlıklar duyuldu; Hujan bile duyduğu şeyle beraber sırtını yasladığı kapıdan çekmiş ve bedenini o yöne doğru çevirmişti.

"Usta-" Bir kadın bağırdı ama sesi hemen kesilmişti, koridora ulaşanlar her kimdiyse Kaahuları etkisiz hale getiriyor olmalılardı. Hızlı ayak sesleri duydum, kalbim göğsümü dövmeye başladı çünkü ben o adımların sahibini biliyordum. Yoongi'nin varlığı öyle güçlü bir etki yaratmıştı ki üzerimde, şömineye koşan Hujan'ı görmemiştim bile. Kapı kolu çevrildi ama kilitli olduğu için işe yaramadı, birileri bir şeyler söyledi ve birkaç şiddetli denemenin ardından kapı ardına kadar açıldı. Koridorun kalabalık olduğunu biliyordum, bakışlarım topladıkları bilgilerden bunu çıkarabiliyordu ama ben sadece en önde duran Yoongi'yi görüyordum. O da aramızdaki engel kalkar kalkmaz öfkeli bakışlarını üzerime dikmiş, beni görünce yüzü endişeyle kasılmıştı. Şimdi bedenimi süzen o ufak gözlerinden korku akıyordu. "Jimin?" diye mırıldanarak öne doğru bir adım attı.

Çok geç kaldım, gerçekten de çok geç kalmıştım. Yoongi'yi vaktinde uyaramamıştım, o da bir salak gibi bana bu kadar kolay bir şekilde ulaşmış oluşunun tuzak olduğunu anlamamış ve odaya girmişti. Arkasında kalanlar ona seslenip engel olmaya çalıştı ama onlar da gecikmişti. Hujan uzun bir süredir şöminenin içinde bekleyen metal çubuğu kaptığı gibi Yoongi'ye koşmuş; Yoongi ikimizin de aklından geçtiğine emin olduğum anı yüzünden olduğu yerde donakalmıştı. Koridordakiler Yoongi'yi tutup çekmeye çalıştılar, aynı anda birkaç kişi "Dikkat et!" diye bağırdı ama Yoongi'nin yapabileceği hiçbir şey yoktu.

Trendeyken, melek Yoongi'yi donuk bıraktığında vücudumu ele geçiren his damarlarımda akmaya başlamıştı. Aynı hissi denizdeyken tattığıma da emindim ama o zaman gücümü yöneltebileceğim biri yoktu, düşmanım okyanusun kendisiydi. Şimdi odağımı tek bir öznede toplamak yalnızca bir saniyemi almıştı, Hujan olduğu yerde kaskatı kesildi, çubukla Yoongi'nin boynu arasında neredeyse on santim kalmıştı. Odada bir damla su yok, demişti; şanslıydım ki onun vücudunda litrelerce vardı.

Yoongi tenine yaklaşan ısı yüzünden baştan aşağı titredi, irileşen gözleri Hujan'dan zorlukla ayrılmış ve arkasındaki kalabalıktan yükselen şaşkınlık nidalarını umursamadan beni bulmuştu. "Derevo mu var?" diye sordu biri ama Yoongi çubuğun altından eğilerek geçip bana yaklaşmaya başladığında ilginin odağı yine o olmuştu. Kurtulduğunu bilsem de Hujan'ı salmadım, Yoongi yanıma çöküp yanağımı avuçlasa da kontrolü bırakamıyordum. Anlattığı anı aklımdan çıkmıyordu, yanıma gelmiş olsa da başına bir şey gelecek olduğu düşüncesi beni mahvediyordu. Acıdan bayıldığını, dadının çubuğu göğsüne saplayışını hatırlamadığını söylemişti ama Hujan'ın saldırısı karşısında donup kaldığında yalan söylediğini fark etmiştim. Yoongi her yarasını hatırlıyordu. "Yah," diye mırıldandı. Bakışlarımı ona çevirmemi istediğini biliyordum ama dediğim gibi, bırakamıyordum. "Bırak artık. Bu yaşında katil mi olacaksın?"

Tepki vermediğimde diğer elini de boştaki yanağıma koymuş ve başımı zorla çevirip Hujan'ın görüş açımdan çıkmasına sebep olmuştu. Koridor tarafında yine bir karışıklık baş gösterdi ama ben sadece Yoongi'yi görebiliyordum. Eğilip dudaklarını dudaklarımın kenarına gömdü, gözlerimi yavaşça kapattım. İki yanıma serilmiş olan kollarım bekledikleri şifaya kavuşmuş gibi kıpırdanıp Yoongi'ye uzanmaya çalıştı ama başımı çarptığım için hala bedenimi tam anlamıyla kontrol edemiyordum. "İyi misin?" diye sordu Yoongi, yutkundum ve başımı sallamaya çalıştım ama ne kadar zorlandığımı fark edince "Tamam, tamam," diyerek daha fazla hareket etmeme engel olmuştu. "Kendini zorlama."

"Bu çubuk sıcak ya!" diye bağırdı kapı tarafından biri, sesi incelmişti. Çubuğu Hujan'ın elinden aldıklarını ve onun tarafından tutmaya çalıştıklarını fark etmiştim; Yoongi yanında kimleri getirmişti bilmiyordum ama bırak artık, derken güvende olduğumuzu kastettiğini anlamıştım.

Yoongi'nin büyük ellerinden biri yanağımdan başımın altına kaymış, zeminle kafamın arasında durmuştu. Dudaklarımdan acılı bir inleme döküldü, gözlerimi açtığımda Yoongi'nin kaşlarını çattığını görmüştüm. "O mu yaptı?" diye sordu, Hujan'dan bahsediyordu ve ben bir karşılık veremeden başını hızla kapı tarafına çevirip yanında gelenlere "Tomio benim." demişti.

"Hyuk onu bırakmamızı söyledi." dedi bir kadın ama Yoongi'nin umurunda olmadı, beni bırakacak gibi oldu, ayaklanmak istediğini fark edince tüm gücümle ellerimi kaldırıp gömleğine tutunmuştum. Gözleri gözlerimi buldu, dudaklarımı aralayıp gitme, demeye çalıştım ama bunun yerine garip bir kelime söyledim; Yoongi yine de ne demek istediğimi anlamış ve "Gitmiyorum," diyerek üzerime uzanmıştı. Başımın altındaki eli orada kalırken diğer eli belimi bulmuştu, kolu etrafıma sarıldı. Eğilip yüzünü boynuma gömdü, ellerim ikimizin arasında sıkışıp kalmıştı öylece. "Kendini bu kadar sıkma," diye fısıldadı, cümlesi bitince tenime kokumu içine çektiği bir öpücük bırakmıştı. "Hyung geldi. Tuttum seni."

**

Gözlerimi açınca ne göreceğimi bilmiyordum. Yaşadıklarım rüya mıydı, Yoongi cidden gelip beni kurtarmış mıydı, yoksa Hujan'ın elinde ölüp de yeni bir mekana mı varmıştım, bilmiyordum. Tenimi kesen soğuk ve sol kolumdaki hafif ıslaklık dışında hiçbir şey hissetmiyordum, tek bildiğim fazlasıyla aç olup Yoongi için endişelendiğimdi.

"Uyandın mı?" diye mırıldanarak sordu aklımdaki ismin sahibi. "Lütfen uyanmış ol."

Gözlerimi yavaşça araladım, nerede olduğumuzu bilmiyordum ama bulunduğumuz oda tasarlanırken uzun süreli bir uykudan uyanacak olduğum düşünülmüş gibi loş bir ışıklandırma tercih edilmişti, canım acımadan kazandım görme yeteneğimi. Yoongi hemen yanımdaydı, uzandığım yatağın dibinde, bir sandalyeye oturuyordu. Gözlerimi açtığımda tuttuğunu düşündüğüm nefesini bırakıp gürültülü bir şekilde ayaklanmıştı. "Ben haber vereyim-"

Onun tarafındaki elimi kaldırıp elini tuttum, attığı adım havada kalırken başı omzunun üstünden yavaşça bana dönmüştü. "Gitme," demeye çalıştım, sesim kısıktı ve zorlukla duyuluyordu ama Yoongi ne dediğimi duymuş ve bedenini anında bana çevirirken parmaklarımızı iç içe geçirmişti, yatağımın kenarına oturdu. "Doktora haber vermem lazım," dedi Yoongi anlamamı istercesine, boştaki eli yanağıma konmuştu. "Saatlerdir baygınsın, bir kontrol-"

"Ben doktorum," dedim aynı ses tonuyla, dudakları hafifçe kıvrılacak gibi olmuştu. "Ve iyiyim. Sen gitme."

Yavaşça eğilip dudaklarını avuçlamadığı yanağıma gömdü, gözlerimi istemsizce yumarken derin bir nefes aldım. "Kafayı yiyecektim," diye fısıldadı, odada sadece ikimiz olduğumuz halde birilerinin duymasından çekiniyormuş gibiydi. "Sana bir şey olsaydı-"

"Özür dilerim," dedim, ben gözlerimi açtığım sırada Yoongi de kendini hafifçe geriye çekmişti, bakışlarımız buluştu ve yakın mesafede olduğu için gözlerindeki yaşları çok daha net bir şekilde görebildim. "Hyung?" dedim şaşkınlıkla, boştaki elim havalanmış ve yanağına konmuştu, şimdi ikimiz de birbirimizin yanağını avuçluyorduk. "İyi misin? Neden ağladın?"

"Ağlamadım," dedi. "Uykusuzum. Gözlerim yaşarmış."

İnandırıcı gelmiyordu ama üstüne gidip onu istemediği bir şeyi söylemeye itmek istemiyordum. Bunun yerine "Neredeyiz?" diye sordum. "Hujan?"

Yoongi dudaklarını alnıma bastırdı ve teni birkaç saniye boyunca dinlendi tenimde. "Sen bunları düşünme," dedi kısık sesle. "İyileşmene bak."

"Hyung..." dedim yeniden. Bu seferki cümleyi kurmaya dilim varmıyordu, Yoongi de söyleyeceğim şeyin kalbimi nasıl kırdığını hissetmiş gibi alnımdan uzaklaşmış ve yine yüzlerimizin aynı hizaya gelmesini sağlamıştı. Ben konuşana kadar bekledi, ısrar etmedi; kaşları merakla havalanmıştı. "Portal." dedim sadece, neyden bahsettiğimi anlayacağını düşünmüştüm ama Yoongi aynı merakla beni izlemeye devam ediyordu. Birkaç saniye boyunca sessiz kaldık, yalnızca nefes alışverişlerimiz ve benim göğsümü döven kalbim duyuluyordu. "Gidecek misin?" diye sordum en sonunda.

Yoongi nefesini tuttu, o tatlı solukları dudaklarıma çarpmayı kesmişti bir anda ve gözlerinde gördüğüm kadarıyla ben konuyu buraya getirene kadar Yoongi'nin aklından böyle bir düşünce geçmemişti. Kalbim önce böyle bir dileği olmadığının bilinciyle tekledi, sonra da aklına böyle bir fikir koyduğum gerçeğiyle kasıldı. Yoongi birkaç santim ötemde sessiz kalmaya devam ederken ben dokunuşlarının altında kalp krizi geçiriyordum, bana ait olmadığını düşündüğüm ses daha önce duymadığım bir şekilde çığlık çığlığaydı içimde.

"Sen iyileşmene bak." diye tekrarladı en sonunda, bakışları yumuşamış, dudaklarına buruk bir gülümseme yayılmıştı. Başta ne diyeceğimi bilemedim, onun gibi yapıp konuyu rafa mı kaldırmalıydım yoksa ısrarla sorup birkaç saat içinde beni bırakıp bırakmayacağını mı öğrenmeliydim; emin olamıyordum. Yoongi neler düşündüğümü, kendimi nasıl da yeyip bitirdiğimi biliyormuş gibi dudaklarımızı birleştirdi ve aklımdaki bütün düşüncelerin buhar olmasını sağladı. Taehyung hemen bu gece git ve öp onu, dediğinde kastettiği şey bu olmalıydı. Yoongi beni öptüğünde yokluğu aklımın ucundan bile geçmiyordu. Yine fidanlarımın arasındaydı, yine ayırt edemiyordum onu açan çiçeklerimden. Ben, diyordu ve bedenimdeki her hücre kul olup tekrarlıyordu kullandığı kelimeyi hemen onun ardından. Ben, ben, ben...

"Ben seninle ne yapacağım, diyordum ya?" Dudaklarımız ayrılır ayrılmaz alınlarımız buluşmuştu. İkimiz de nefes nefeseydik, göğüslerimiz birbirine çarpıyordu. "Ben asıl sensiz yapamıyormuşum. Odanın kapısı açıktı, sen yoktun... Eşyalar-" Devam edemeyince alnını çekip yüzünü göğsüme gömmüştü, yanağındaki elimi ensesine kaydırıp son zamanlarda fazlasıyla uzamış olan saçlarına sardım parmaklarımı. Daha fazla konuşmak istemiyordu, Yoongi normalde de hissettiği her şeyi kelimelere döken biri değildi ve bu kadarını dillendirmesine bile ömür boyu minnet duyacaktım. Onun için atmayı seven kalbime ilaç gibi gelmişti sözleri. Belki, diye geçirmiştim aklımdan. Belki onun da benim için diktiği fidanları vardır.

Sonra bu düşünceyi hemen kovup olduğum ana geri döndüm, tüm bu macera bitene kadar elimden geleni yapıp annemin de söylediği gibi Yoongi'ye kalacak bir yer vadedecektim. Kalıp kalmamak onun seçimi olacaktı ama o zamana kadar Yoongi zaten benimmiş gibi davranamazdım. "Saat kaç?" diye sordum aramızdaki sessizlik asır aşmış gibi hissederken. "Ayrıca, burası ne biçim bir hastane?"

"Daha güneş doğmadı." dedi Yoongi, yüzü gövdeme gömülü olduğu için sesi boğuk çıkmıştı, başını çevirip yanağını yasladı bu sefer. Kolları belime sarıldı, şimdi o da benim gibi uzanıyordu yatakta. "Ayrıca burası hastane değil."

"Bekle- ne? Güneş doğmadı mı?" Ensesindeki elim saçlarına sıkıca tutunup başını kaldırmaya zorladı, mızmız bir tavırla çenesini göğsüme yaslarken bakışları gözlerimi bulmuştu. "Sen neden uyumadın?"

Sorduğum soru başka bir dildeymiş gibi yüzüme bakmaya devam etti. "Hyung," diye üsteledim, tüm bu şeyler olalı neredeyse yirmi dört saat mi oluyordu? Yoongi sabah benden de önce uyanmıştı, uykusuna nasıl düşkün olduğunu da biliyordum. Gözleri cidden uykusuzluktan yaşarmıştı... bir an benim için ağladığını düşünmüştüm bir de, salak gibi. "Nasıl yorulmuşsundur, hadi uyuyalım."

"Hala beni mi düşünüyorsun?" Kaşları çatıldığında ciddi anlamda sinirlendiğini anlamıştım ama umurumda olmadı, kollarımda kalan güçle onu koltuk altlarından yakaladım ve Yoongi ne yaptığımla ilgili homurdanırken bedenini kendi bedenimle aynı hizaya çektim. "Ne yapıyorsun?" diye tısladı, şu an gerçekten de bir kediyi hatırlatıyordu. Başını yastığa koymasını sağladım ve beklemeden girdim koynuna, sinirli olsa da kolları istemsizce sarmıştı etrafımı. "Ryan." diye mırıldandım, aramızda, sadece ikimizin anlayabileceği bir şeylerin olması beni saçma bir şekilde mutlu ediyordu.

Seviyorsun! Çok seviyorsun!

"Saatlerdir uyuyorsun zaten-"

"Ama senin uykun var." diye mırıldandım. Hala yorgun hissediyordum ama uykusuzluktan ölüyor değildim, diğer yandan onun ne halde olduğunu tahmin bile edemezdim.

"Ben seninle vakit geçirmeyi özledim, biraz konuşalım." dedi Yoongi ve kollarının arasında donakaldığımda söylediği şeyi fark edip nefesini tuttu. Ben uyurken neler olmuştu bilmiyordum ama Yoongi'nin sürekli kırdığı bu potlar bana gerçekten iyi gelmiyordu. Umut benim en büyük düşmanımdı, Yoongi'nin benimle kalacağının garantisi yoktu.

Yüzünü görmüyordum ama kızardığını hissedebiliyordum. Hem utanmasına engel olmak, hem de istediği gibi konuşmak için araladım dudaklarımı. "Neredeyiz?" diye sordum kısık sesle. "Bu bahsettiğin doktor da kimmiş hem? Ağrı kesici bile vermemiş bana, kafam patlayacak gibi."

"Haritanı bulamadılar." diye mırıldandı Yoongi. Kaşlarımı çattım, neyden bahsediyordu? "Bir yerini kanatmak istemediler, serum iğnesi bile olmaz, dedi Lizzie."

"Lizzie?" Yoongi'nin aksine dilim dönmemişti ve isimdeki z harfini c şeklinde telaffuz etmiştim, Yoongi'nin göğsü hafifçe sarsıldığında gülmeye başladığını anladım. "Hem, pilheu olduğumu söylemedin mi?"

Gülüşü durdu, parmakları hareket etmeyi kesene kadar sırtımı okşadığını fark etmemiştim bile. "Jimin, bilmediğimiz çok şey var."

"Bildiklerini de anlatmıyorsun ki."

Sesimin sinirli çıkmasına engel olamamıştım, Yoongi beklemeden "Haklısın." dedi; bana hak verdiğini ve bildiği şeyleri anlatmaya başlayacağını düşünmüştüm ama bu yalnızca bir saniye sürmüştü çünkü hemen ardından "Uykum var. Uyuyalım." diye eklemişti. İç geçirdim, sabah canına zaten okurdum; şimdilik önceliğim, az da olsa dinlenebilmesiydi. Hiçbir şey konuşmamıştık aslında, yalnızca saçmalamıştık, Yoongi daha sonra pişman olacağını bildiğim şeyler söylemişti, yarını düşünmeden öpmüştük birbirimizi, gülmüş ve güldürmüştük. Yoongi benden önce daldı uykuya, onu taklit etmeden önce aklımdan geçen son şey, verdiğimiz bu ufak molaya minnettar oluşumdu. Bir daha ne zaman böyle özgürce öpebilirdim onu, hiçbir fikrim yoktu.

**

"Suga!" Duyduğum çığlıkla beraber gözlerimi irice açtım, Yoongi de benim gibi korkmuş ve geriye yuvarlanıp beraber yattığımız yataktan düşecek gibi olmuştu ama istemsiz bir şekilde kıyafetlerine tutunmuş ve düşmesine engel olmuştum. Aniden kuvvet uyguladığım için parmaklarım sızladı, ben acıyla inlerken Yoongi küfrederek yatakta doğrulmaya çalışıyordu. "Sen delirdin mi?" diye bağırmaya devam etti kadın, sesi gittikçe yaklaşıyordu. "Sana hastayı hareket ettirme- oh." Yoongi'nin arkasında belirmişti, bakışlarımız istemsiz bir şekilde kesişti ve Yoongi'ye bağırırken aslında beni de uyandırdığını fark ederek dudaklarını sıkıca birbirine bastırdı. "Uyandın mı?" diye mırıldanarak sordu.

"Defol." Yatakta en sonunda doğrulabilmiş olan Yoongi büyük ellerinden birini aramıza uzatmış ve kadının ilgisini üzerine çekmişti. "Kontrol etmem lazım." dedi kadın Yoongi'ye gözlerini büyüterek. "Hyuk gücünü görmek isteyecektir, başını çok sert-"

"Defol." diye tekrarladı Yoongi, sabah sesiyle çok daha korkutucu bir imaj çiziyordu. Kadın oflayarak arkasını döndü ve kapıya doğru yürümeye başladı. "Beş dakikanız var," dedi odadan çıkarken. "Öpüşüp kendinize gelin."

Kadının gidişiyle beraber Yoongi inleyerek yatağa geri düşmüştü, neler olup bittiğini anlamadığım için onun gibi uykuya dalmak yerine yataktan kalkmaya çalıştım. Bacaklarımı aşağıya zorlukla sarkıtmış, kollarımdan güç alarak ayağa kalkıyordum ki Yoongi yatakta bedenini bana doğru çevirmiş ve o pürüzlü sesiyle "Ne yapıyorsun?" diye sormuştu.

"Sen uyu." dedim samimiyetle. Ben biraz daha uyursam başımdaki ağrı boyut atlayacakmış gibi hissediyordum ama onun uyumak istediğini biliyordum. "Susadım. Ayrıca sıcak bir şeyler içmek istiyorum."

Söylediğimi elbette dinlememiş ve yataktan kalkmıştı, ani hareket ettiği için bir an başı dönmüş gibi tutundu hemen yanında duran sandalyeye. "Hyung?" diye seslendim endişeyle. Öne düşen başını kaldırmazken ellerinden birini sallayarak herhangi bir sorun olmadığını bildirmişti ama gerçekten de oldukça yorgun ve güçsüz görünüyordu. "Sen uyu, lütfen." diye üsteledim, sesimi elimden geldiğince yumuşak tutmaya çalışmıştım. Yoongi söylediklerimi umursamadan sandalyeyi bıraktı ve yatağın hemen yanında, duvara yaslanmış olan komodinin üstünde, daha önce orada olduğunu fark etmediğim su dolu sürahiye ve boş bardağa eğildi. Yatağın yanından yavaş yavaş dolaşarak onun tarafına geçtim, yanına gittiğimi fark edince kalçasını yatağa yaslayarak elinde su dolu bardakla beni beklemişti. "Al bakalım." diye mırıldandı eli havada titrerken.

Bardağı alıp komodine geri bıraktım, öyle kötü görünüyordu ki susuzluğum umurumda değildi. "Hyung, uzan." dedim kollarını yakalayıp onu geriye doğru yatırırken. Çok kötü görünüyordu ve nedense biz uyuyalı çok da olmamış gibi hissediyordum.

"Sıcak bir şeyler ist..." Sesi cümlenin sonuna doğru kısılıp kaybolmuştu, bir anda neden bu kadar halsizleştiğini anlamadığım için panik olmadan edememiştim. Ben acıktım diyordum ama Yoongi'nin bünyesi benimkine kıyasla çok daha zayıftı ve neredeyse iki gündür ağzımıza bir lokma girmemişti. Dünkü hengamede kim bilir nasıl yorgun düşmüştü... "Şeker bulayım-" diyordum ki arkamda kalan kapı açılmış ve az önceki kadın "Ama ben ne dedim?" diye bağırarak içeri girmişti. Yoongi ellerimin arasında öyle bir titredi ki... kendimi tutamadım. Sürahideki su ben kadına dönerken damlalar halinde havaya yükselmişti, kadın hayranlıkla ne yaptığımı izlerken elimin ufak bir hareketiyle onlarca damlayı üzerine yolladım; bu kadar sert bir hamle kurşun etkisi yaratacağı için damlaları tenine çarpmadan durdurmayı planlamıştım ama buna gerek kalmadı. Ben ne olduğunu anlamadan damlalar yağmur gibi düştü zemine; bedenim buz kesti, kutuplarda çıplak kalmışım gibi üşümeye başladım. Görüşüm yavaş yavaş bulanıklaşıyor, nefesim daralıyor, başım dönüyordu.

"Lizzie, kes şunu!" Yere yığılırken duyduğum cümle bu olmuştu, kelimelerin sahibi oldukça erkeksi bir sese sahipti. "Sana iki kişi emanet ettim, ikisi de ne halde!"

"Ama Hyuk!" Ben yerde hayata tutunmaya çalışırken ikisi tartışıyordu. "Önce o saldırdı!"

Adamın homurdandığını duydum, sesi gittikçe yaklaşıyordu. Siluetinin gölgesi üzerime düştü, görüşümü hala tam anlamıyla kazanabilmiş değildim ve gözlerimin normalde de bozuk oluşu işime yaramıyordu. "Yah," Yanıma diz çöktü ve sesi gibi erkeksi olan surat hatlarını en sonunda görebildim. "Jimin? İyi misin?"

Bir şeyler mırıldandım ama ne dediğimi ben bile anlamıyordum. "Suga'yı hallederiz, sen panik yapma." diye karşılık verdi dudaklarımdan dökülen anlamsız kelimelere. "Lizzie adına özür dilerim, insanların vücut ısılarıyla oynamaya bayılır."

"Önce o saldırdı!"

Adam gözlerini devirdi, oyunlarına daha fazla alet olmama adına yığıldığım yerde doğrulmaya ve yatakta, çirkin bir pozisyonda uzanan Yoongi'ye ulaşmaya çalıştım. Beni kollarımdan yakalayıp hiç de ağır değilmişim gibi uzandığım yerde oturur pozisyona gelmeme yardımcı oldu. Şimdi sırtım yatağa yaslıydı, Yoongi'nin bacakları hemen yanımdan sarkıyordu. "Aç," dedim zorlukla. "Uykusu var. Lütfen."

Haberi olduğunu bildiren bir hüzün çöktü gözlerine, iç geçirdi. "Ona tapınağa gitmeyi yasaklamıştım ama gizlice dahil olmuş gruba, vücudunun yorgun düşmesi çok normal." Neyden bahsettiğini anlamadığımı fark edince dudaklarına ufak bir gülümseme yayılmıştı, o sırada yatağa yaklaşıp Yoongi'ye dokunan Lizzie kaşlarımın çatılmasına sebep oldu. "Rahatla," dedi adam halime gülerken. "Lizzie doktor."

"Rahatlama." dedi Lizzie, Yoongi'nin pozisyonunu düzeltmeye çalıştığı için yüzü buruşmuştu.

"Resmi olarak tanışmadık, hm?" Adam yeniden konuşunca dikkatimi Yoongi ve Lizzie'den ayırıp yeniden ona bakmıştım. "İsmim Hyuk. Yıllardır seninle tanışmayı bekliyorum."

Gözleri parlıyordu ve garip bir şekilde yalan söylemediğini biliyordum ama hayatımın en garip sabahlarından birine uyandığım için olsa gerek, hiçbir şeye anlam veremiyordum. Dudaklarımın arasından dökülen tek kelime, "Ne?" olmuştu.

Hyuk'un gülümsemesi genişledi. "Yoldaşlığa hoş geldin, Park Jimin."




bu kurguyu bi de yunginin gözünden okur musunuz ya:(

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro