Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

24; may the force be with you

şimdi diyeceksiniz ki bu yazar ne çok konuşuyor... ama twitterda gördünüz mü bilmiyorum, bu bölüm epey zorluklardan geçti kdkjhfkhkf yine 6k bu arada. sizden ricam, güzel yorumlarınızı eksik etmemeniz. :') iyi okumalar, mika out

___________________




 "Ateş tanrıçasının adı neydi?"

Yoongi konuştuğunda bakışlarımı önümdeki defterden ayırıp ona baktım. Bizi Goheung'a götüren trendeki yolculuğumuzun ilk saatini henüz geride bırakmıştık. "Plaupot." diye yanıtladım sorusunu. "Ne oldu?"

Konuşurken bana değil, sol eline aldığı kitaba bakıyordu; sağ elinin işaret parmağı okuduğu satırın üzerindeydi. "Pişman olmuş." dedi Yoongi yazılı cümleyi okuyarak. "Eşleri ayırdığına pişman olmuş."

Kompartımanımızdaki ufak masanın üzerinden Yoongi'ye doğru eğildim. "Ne?"

Başını heyecanla sallarken konuşmadan önce dudaklarını ıslattı, cidden ilgi çekici bir şey bulmuş olmalıydı. "İlk pilheu'nın ortaya çıkışı Orakumi için altın değerindeymiş, ilk pilheu'nın ortaya çıkma sebebiyse eş olmayan iki insanın birlikteliği..."

"Eşleri ayırmasalardı pilheu diye bir şey olmayacaktı..." diye mırıldandım nefesimin altından.

Yoongi'nin bakışları bir an için elindeki kitaptan ayrılıp beni buldu, anlam veremediğim, dolusuyla kelime barındırıyordu gözlerinde. "Burada ilk pilheu'yla ilgili bir efsane var. Anlatmamı ister misin?"

"Lütfen."

Kitabı aramızda duran ufak masaya bırakıp koltuğunda geriye yaslandı. Gözlüğünü çıkarmak için başını hafifçe öne eğdiğinde saçları az da olsa hareket etmişti, bu açıdan bakıldığında köklerindeki siyahlar daha net görünüyordu. Ne kadar zaman geçmişti biz yola çıkalı... Ne kadardır beraberdik böyle...

"İki şehrin iki farklı hükümdarı, biri kadın biri erkek," diye başladı anlatmaya, konuşurken gözlüğünü kazağının koluyla siliyordu. "İkisi de eşlerini kaybediyor ve evlenip şehirleri birleştirmeye, daha güçlü bir krallık kurmaya karar veriyorlar. Amaçları üçüncü bir diğer şehri alaşağı etmek çünkü ikisinin de eşini üçüncü şehrin hükümdarı öldürmüş. Müthiş bir tesadüf, değil mi?"

İç geçirdim. "Orakumi mi?"

Başını salladı. "İnsanlardansa melekleri tuttuğu için zaman içinde çok fazla melek saf değiştirip onun yanında yer almış ve yeryüzünde savaşa yol açacak herhangi bir şey yaratmaya çalışmışlar. Bunlardan önce Orakumi yalnızca intikam ve strateji tanrısıymış, melekleri başarılı olunca da savaş tanrısı unvanını almış." Gözlüğünü takıp hafifçe masaya doğru eğildi, bakışları kitaptaydı. "İki hükümdarın varis oğlu, ilk pilheu diye geçiyor. Buraya kadar yine savaş yok, asıl mesele bundan sonrası. Strateji tanrısı olduğuna şaşırmamak gerek, zira harika bir plan, yavaş işliyor ama yüzde yüz kalıcı."

"Ne?" diye sordum merakla. Dirseklerimi masaya yaslamış, heyecanla Yoongi'ye doğru eğilmiştim. Başlarımızın arasında on santim ha vardı, ha yoktu. Yüzünü bana doğru kaldırsa burunlarımız birbirine sürtünürdü. "Ne oldu? Ne olmuş?"

"İlk ve tek pilheu." dedi Yoongi. Başını kaldırmadı, burunlarımız sürtünmedi. Nefesimi hissediyor muydu, bilmiyordum ama bilerek yapıyormuş gibime gelince oturduğum yerde az da olsa gerileyerek ona kişisel alanını geri vermiştim ve o da tahminimi doğru çıkararak ben geri çekildiğim an başını kaldırıp bakışlarımızı buluşturmuştu. "Kimse onu sevmemiş."

Dudaklarım aralandı, gözlerim irileşmişti.

"Eşleri ayırmaya başlamış. Evlenmek istediği insanların eşlerini idam ettirmiş. Bir noktada evlendiği insanlara tecavüz etmiş oluyor, ne dersin? Aklına gelebilecek her türlü pisliği yapmış, Jimin." İç geçirdi, bakışları yine kitaba düşmüştü. "Tarihteki ilk savaş da böyle çıkmış ortaya. İç savaş."

"Plaupot'un buradaki yeri ne?" diye sordum.

İşaret parmağını kitabın bulunduğu sayfaya yasladı, cümleyi okurken altına hayali bir çizgi çekiyordu. "İnsanlara ateşi verdim, sanat ve zanaat için." Sesi normalden daha derin bir tona bürünmüştü, tanrıçanın sözlerini dillendirdiğini fark etmiştim. "Ama onlar savaş ve zayiat için kullanıyorlar."

İkimiz de bir süre konuşmadık, kompartımanda yalnızca trenin sesi duyuluyordu. Yolculuk boyunca trenin geçtiği yerleri izlemeye dalmış olsam da Yoongi'nin bakışlarını profilimde hissedebiliyordum. Bir şey söylememi bekliyordu. "Jimin?" diye seslendi en sonunda, dayanamayarak. Ona bakmadan önce derin bir nefes almam gerekmişti. "Hm?" diye mırıldandım.

"Plaupot ateşi insanlara güç diye vermiş." Söylediklerini anlamamı istercesine kaldırmıştı kaşlarını ama kelimeleri bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyor, kesinlikle beynime ulaşmıyordu. Ne olmuştu güç diye verdiyse? İnsanlar da bu gücü kötüye kullanmıştı ve-

"Güç, Jimin." dedi Yoongi bastırarak, bir karşılık vermemi talep edercesine. "Ya sana verdikleri de böyle bir şeyse?"

Kaşlarımı çatarken koltuğumda geriledim ve ayaklarımı yukarı çekip yanımda topladım. "Hyung, sen de söyledin. Ben pilheu'yım. Tanrılar bana dokunmadı."

"Belli ki bu işler böyle yürümüyor!" Sesinin yükselişiyle ürktüğümü fark edince duraksamış, başını ellerinin arasına alarak öne doğru eğilmişti. "Cevaplara ihtiyacım var." diye mırıldandığını duydum ve patlamadan önceki son damlam da bu oldu. "Demek cevaplara ihtiyacın var?" diye bağırdım, yan kompartımanlardan duyulduğuma emindim ama umurumda olmadı. "Yıllarca sıradan bir hayat yaşıyorum ve bir anda meleklerin saldırısına uğruyorum, ha, yetmiyormuş gibi iki tanesi peşime takılıyor ve bana gücümü kullanıp kullanmadığımı soruyor! Cevaplara ihtiyacı olan sen misin?"

"Jimin-" Susmamı umarak kısık sesle konuşmuş ve bu sırada büyük ellerini kaldırıp avuç içlerini bana doğrultarak sakin olmamı istediğini belirtmişti ama pilheu olmanın o iğrenç anlamını öğrendiğimden beri, dakikalardır içimde büyüyen bu lanet hissin önüne geçemiyor ve neyim varsa döküp rahatlamak istiyordum.

"Canavarlarla dolu bir dünyadan gelen sensin, benden her şeyi iki dakikada anlamamı bekleme!" diye kükremeye devam ettim. Şimdi beni susturmak için ayaklanmış, masanın üzerinden eğilip ellerini omuzlarıma bastırmıştı. "Arkama saklanacağına çıkıp ne gücü, neyden bahsediyorsun, diye sorsaydın!" dedim. "Ben o sırada senin için endişelenmekle meşguldüm Suga-ssi, kusura bakma, sormak aklıma gelmedi! Cevaplara ihtiyacı varmış, hah, kıçımın-"

Yoongi'nin büyük avuç içi dudaklarıma kapandığı an sesim kesilmişti. "Özür dilerim." dedi sıktığı dişlerinin arasından. "Bunun için senden bitene kadar özür dileyeceğim, özür dilerim."

Bitene kadar. Yolculuğumuz, maceramız bitene kadar. Biz bitene kadar.

Bileklerini tutup ellerini üzerimden çektim ve pencere tarafına doğru sinerken kollarımı etrafıma sardım. Bakışlarım anında yağmur fırtınasıyla boğuşan manzarayı bulmuştu çünkü Yoongi'ye biraz daha bakarsam ağlamaya başlayabilirdim ve Taehyung'la konuştuğum gecenin sonrasında ağlamamak için kendime söz vermiştim. Önceki günlerde yeterince ağlamıştım zaten. "Özür istemiyorum." diye mırıldandım, daha çok homurdanıyordum.

"Cevap istiyorsun." diye karşıladı cümlemi, en azından bu konuda haklıydı. "Özür dilemem geçmişi değiştirmeyecek ama cevap vermem geleceği şekillendirecek. Haklısın."

"Kafan çalışıyormuş, demek."

Sinirlendiğimde ne kadar korkutucu olduğumu gördüğü için miydi, bilmiyordum ama onu aşağıladığım halde tek kelime etmemiş, kendini savunup beni yermemişti. "Hadi sor," dedi bir anda. "Üç soru hakkın var."

Kaşlarımı çattım. "Yah."

"Jimin, bana bu kadarı bile fazla." dedi, sunduğu fırsattan yararlanmazsam kaybeden olacağımı haykırıyordu yüz ifadesi. "Üç soru. Hadi bakalım."

Gözlerim şüpheyle kısılırken oturduğum yerde az da olsa dikleşmiş, pencereden uzaklaşıp daha düzgün bir oturma pozisyonuna gelmiştim. Kollarım hala göğsümde bağlıydı. İyi düşünmem gerekiyordu. Yoongi vereceği üç cevap için benden otuz karşılık alırdı, kanıma girmesi çok kolaydı ve bunu o da biliyordu. Öyle sorular sormalıydım ki benden alacağı her yanıt buna değmeliydi.

Ama ona ne kadar sinirlenirsem sinirleneyim, rahatsız olacağını biliyorken özel hayatına dalamaz ve beni ilgilendirmeyen konular hakkında, yalnızca merak edip kıskandığım şeyleri soramazdım. Derin bir nefes aldım, Yoongi'nin yüzünde az da olsa korkulu bir ifade vardı. Özeline dalıp onu bilmemden çekiniyordu. "Rahatla," dedim pes edercesine. "Beni ilgilendirmeyen bir şey sormayacağım."

Bir an için de olsa duraksamıştı. "Seni ilgilendirip ilgilendirmediğine nasıl karar veriyorsun?"

"O sırada yanındaysam ve hayatım söz konusuysa-"

"Teknik olarak benimleyken hiçbir zaman ölüm tehlikesi-"

"Sen en büyük tehlikesin." dedim ve bana nasıl bakakaldığını gördüğüm halde, canını yakacağımı bile bile devam ettim. "Sen geldiğinden beri tehlike eksik olmadı benim hayatımdan. Ama önemli değil, seninle devam etmeyi ben seçtim."

Seni kaybedene kadar hiçbir şey kaybetmeyeceğim, hayatımın bir önemi yok, demek istesem de öfkeme yenik düşmüştüm. Neden böyle oluyordu, bilmiyordum. Ne zaman muhabbet etsek konu hep ikimizden birinin incineceği bir noktaya geliyordu. O da yapıyordu, ben de. O bilerek mi yapıyordu, emin değildim ama benim içimde kontrol edemediğim bir öfke vardı ona karşı; yalnızca böyle zamanlarda ortaya çıkıyordu ve canımdan çok sevdiğim adama neden bu kadar sinirli olduğumu bir türlü anlayamıyordum.

"Ben yokken beni sevmek daha kolaydı, değil mi?"

Sorusuyla beraber gözlerim irileşti, o ise buruşturduğu yüzünü gizlemeden bakıyordu bana. Hangi akla hizmet sorabilirdi bunu? Ona karşı olan tavrımın kibar olmadığını ben de biliyordum ama onun hakkındaki hislerimi biliyordu ve yaşadığımız bunca olayın ardından azıcık da olsa sinirlenmeyi kendime hak görüyordum; neden sessiz kalmamı dilercesine kırıyordu kalbimi? Ben hayatımda ilk defa Agust D'yi bu kadar uzun bir süredir okumazlık ediyordum, o yokken diye bir şey söz konusu değildi artık.

O yokken ben de yoktum.

"Siz kavga etmekten bıkmıyor musunuz?"

Kompartımanda birbirimize bakarak karşılıklı otururken, kapı tarafımızdan gelen kadın sesiyle beraber ikimiz de buz kesmiştik; Yoongi'nin yüzüne yayılan şok ifadesini ağır çekimde algılıyordum ama büyük ihtimalle aynı saniye içinde gerçekleşmişti her şey, başı sesin kaynağına dönerken ayaklandı ve ben onu taklit edercesine yerimde zıplarken de benim tarafımdaki kolunu masanın üzerinden önüme uzatıp kadına karşı siper etti.

Kompartımanımızda hayatımda gördüğüm en güzel kadınlardan biri vardı ve bu tanımı kullanma ihtiyacı duyduğumda anlıyordum ki yine bir meleğe denk gelmiştim. Bu seferki fark, meleğin bize denk gelmiş olmasıydı.

"Ne istiyorsun?" diye tısladı Yoongi ve kadın ona ikinci bir şans vermeden parmaklarını şıklatıp donmasını sağladı, yüzünde rahatsız olmuş bir ifade vardı. "Fazla agresif bu, değil mi?" diye sordu bana. "Nasıl dayanıyorsun, Jimin?"

Tek kelime etmeden ufak masanın önünden dolaşıp Yoongi'ye siper oldum, yalnızca yarım metre uzağımda duran kadının tek kaşı, hareketimin hoşuna gittiğini belli eder bir tavırla havalanmıştı. Yoongi numara yapıyorduysa da umurumda değildi, onu asla kaybetmeyecektim.

"Böyle işte!" diye şakıdı sevimli sevimli. "Gerçekten, Solntse sizi izlerken kafayı yiyecek."

"Ne istediğini bilmiyorum." dedim düz bir sesle, yüzümde nasıl bir ifade vardı bilmiyordum ama gülümsemesine karşılık vermediğim için etrafa saçtığı o neşeli tavrı buhar olmuştu. "Ne yapmaya geldin, kullandığın kelimeler ne anlama geliyor, bilmiyorum." diye devam ettim. "Ama Suga'yı vermem."

"Ah, Jimin," diye mırıldandı. Bakışları buğulanmıştı, omuzları az da olsa çökmüştü sanki. "Her zaman onun için geldiklerini sanıyorsun, değil mi?"

Cevap vermedim. Ne dediğini bilmiyordum, belki de biliyordum ama kabullenmek istemiyordum. Bu seferki meleğin kötü olmadığını fısıldıyordu içimdeki ses, Yoongi'yi dondurmasaydı ona karşı bu kadar sert davranmazdım belki de.

Yoongi'yi gerçekten de dondurmuş muydu?

Dönüp kontrol etmeye cesaretim yoktu, yine de bu, beni bir kolumu arkaya uzatıp havadaki koluna siper olmaktan alıkoymadı.

"Solntse söylemişti. Yıllarca hayalini kurduğun aşkın tek gecede alındı elinden, şimdi aynısı Suga'ya olacak diye korkuyorsun."

Sessizliğimi korudum, Yoongi konuşulanları duyuyor muydu, bilmiyordum ama yüzümün kızarmaya başladığını hissedebiliyordum. Öfke ve utanç iç içe geçerek damarlarımda akmaya başlamıştı. Kadın iç geçirerek elini hafifçe havalandırdı ve parmaklarını yeniden şıklattı; sonraki saniyede de Yoongi'nin derin bir nefes aldığını duydum. Başım güvenliğimi umursamadan arkaya döndü, omzumun üzerinden ne halde olduğunu kontrol etmek istemiştim yalnızca. Bakışlarımız kısa bir anlığına buluştu ve zihnimin içinde bana önüme bakmamı, kontrolü elimden bırakmamam gerektiğini fısıldadı sanki. Kolları etrafımı sarıp beni biraz daha geriye çekerek melekten uzaklaştırırken başım yeniden önüme dönmüş, düşmanımızla yüzleşmişti. Tam o an ilk kitapta geçen o sahneyi hatırlamıştım. Suga küçük bir çocuğu kurtarmıştı. Önüne bak, demişti içinden, kendine. Kontrolü elinden bırakma.

"Suga, sen de dinle." dedi kadın, tavrı bir anda değişmişti, şimdi son derece ciddi görünüyordu. Yoongi'nin ellerinden biri göğsüme, biri karnıma yaslandı. "Size verilen bir görev var. Sürekli kavgalarınız, anlayışsızlığınız ve duygusallığınız yüzünden gecikiyorsunuz."

"Görevim babanı öldürmek." dedi Yoongi benim omzumun üzerinden, tükürürcesine.

Meleğin dudakları alaylı bir gülümsemeyle kıvrıldı. "Benim babam yok. Ben Krautpo'nun çocuğuyum. Kardeşlerimden biriyle tanışmışsınız sanırım, değil mi? Solntse söylemişti. Ah, Jimin," Bana bir anda, sımsıcak gülümsedi. "Seninle gurur duyuyor. Çok cesur olduğunu-"

"Ne istiyorsun?" diye bağırdı Yoongi. Hemen arkamda olduğu için sesiyle beraber ürkmüştüm, bedenimdeki elleri beni biraz daha bastırdı kendine.

Kadın gözlerini kıstı. Susmasını sağlamak için ellerimi Yoongi'nin ellerinin üzerine koydum, teni buz kesmişti, enseme değen nefesleri yavaş yavaş düzene girerken melek şaşkınlıkla birleşen ellerimize bakmış ve Yoongi'nin yüksek ses tonu yüzünden silinen gülümsemesi dudaklarına yavaş yavaş geri dönmüştü.

Sonra her şey çok hızlı oldu. Yoongi, kadın bana gülümsedi diye tehlikede olduğumu düşündü – sanırım – ve ben ne olduğunu anlamadan, o daracık alanda bedenlerimizin yer değiştirmesini sağlayıp meleğin üzerine atladı. Daha doğrusu, atlamaya çalıştı. Kadın olup bitenlerden etkilenmemiş gibi parmaklarını şıklatmış ve Yoongi'nin elleri havada, komik bir pozisyonda donmasını sağlamıştı. "Zevk mi alıyorsun şunu yapmaktan?" diye sordum kaşlarımı çatarken.

Kıkırdadı. "Evet!"

Benim eğlenmediğimi fark edince yine yüzü düşmüştü. Oflarken gözlerini devirdi, "Suga'yı çöz." dediğimde mızmız bir tavırla omuzlarını hareket ettirmişti. Yoongi'nin pozisyonu yüzünden daha da daralan kompartımanda sinir krizi geçirmek üzereydim. "Suga çok kaba." diye mızmızlandı. "Sen daha eğlencelisin."

Gözlerimin karardığını hissettim, dışarıdaki yağmur trenin penceresini biraz daha sert dövmeye başladı ve bunu fark eden tek kişi de ben değildim; meleğin bakışları şaşkınlıkla sesin kaynağına dönmüş ve gördüğü şeyle beraber yüzü aydınlanmıştı. "Seviyorsun!" dedi ellerini çırparken yerinde zıplayarak. "Çok seviyorsun!"

"Suga'yı çöz." diye tekrarladım; dudaklarımın arasından dökülen sesi, bana ait olduğu halde tanıyamamıştım.

Parmaklarını şıklattı, Yoongi'yi düşmeden yakalayıp geriye çektiğimde kollarımın arasında nefes alma mücadelesi veriyordu. Melek öyle bir ses çıkardı ki bir an için animelerdeki kadın stereotipiyle yüz yüzeyim sandım, bize bakarken olduğu yerde kıkırdıyordu. Sonra bir anda duruldu, sırtını kompartımanın kapısına yaslarken dünyadaki en kötü haberi almış gibi görünüyordu. "Solntse'nin sizinle iletişime geçmesi yasak, sizi bir daha göremeyeceğim..."

"Çok üzüldüm!" dedi Yoongi incelen sesiyle. Hala kollarımda, nefes nefeseydi.

Melek cidden ağlayacakmış gibiydi. "Neden yasak?" diye sordum Yoongi'nin aksine yumuşak bir ses tonuyla. Karşıma ilk defa bana zarar vermeye çalışmayan bir melek çıkıyordu ve bence bu fırsatı değerlendirmeli, alabileceğim tüm cevapları sömürmeliydim. "O, ismini söylediğin..."

"Ah, siz onu farklı isimlerle tanıyorsunuzdur tabi. İnsan formunda... Küçüğüm," Benimle konuşurken dudakları büzülmüştü. "Melekler kendi insanlarına gerçek kimliklerini açıklayamaz. Solntse kendi gelemediği için beni yolladı. Ve ben gereğinden fazla konuştum." Son cümleyi kurarken bedeni olduğu yerde doğrulmuş, ses tonu rahatsız edici bir soğukluğa bürünmüştü.

"Sorun değil," dedi Yoongi. Ayaklarının üzerinde durabiliyordu, parmakları onu saran kollarıma tutunmuştu. "Hiçbir şey anlamadım."

"Jimin." Yoongi hiç konuşmamış gibi benimle konuşmaya devam etti kadın. Sıkmam için elini uzattığında şaşkınlıkla duraksamıştım. "Beni unutma, olur mu? Bir daha gelemem, bu işin sonunu göremem..."

"Film mi çekiyoruz?!" diye kükredi Yoongi ve yeniden kadına saldırmaya yeltendi ama melek onu yine dondurmuş, sonra da benden korkarcasına sırtını kapıya çarpmıştı. "Çok korkunç, çok korkunç!" diye sayıklamaya başladı ve Yoongi'den gerçekten de korktuğunu anladım.

"İsmin ne?" diye sordum sakinleşmesini umarak. "Unutmayacağım."

"Derevo." dedi melek. "Lütfen, Ji-"

Gözlerimin önünde bir anda yok oldu ve tam o an kompartımanın kapısı tıklandı, Yoongi yine kollarımda hayat bulmuştu. Ağız dolusu küfürler ettiği sırada onu koltuğuna oturttum, kapı çalmaya devam ediyordu. Yoongi sesini keserken kapıyı yavaşça araladım, koridordaki kondüktörle burun buruna geldim. "Bayım, yan kompartımanlardan şikayet geldi." dedi düz bir sesle. "Biraz sessiz olmanızı rica edeceğim."

Özür dileyerek durumu toparladım ve kapıyı kapatıp oturduğu yerde nefesini düzenlemeye çalışan Yoongi'ye döndüm. Ellerim kapı kolundayken sırtımı kapıya yaslamış ve az önce olup biten her şeyi kafamda düzgün bir sıraya oturtmaya çalışmıştım. "Sen iyi misin?" diye sordu kesik kesik, nefes almakta zorluk çekiyor gibiydi. "Ne kadar donuk kaldım? Sana bir şey yaptı mı?"

"Ben iyiyim." dedim kısık sesle. Bir anda oldukça yorgun hissetmeye başlamıştım. "Sen düzelmene bak. Nasıl hissediyorsun?"

Derin mi derin bir nefes alarak – nefes almaya doyamıyordu sanki – sırtını koltuğa yasladı, gözlerini yummuştu. Çok güzel görünüyordu, rahat hissetsin diye kendi ciğerlerimi ona vermek istiyordum. Seviyorsun! Çok seviyorsun!

"Çok kötüydü, seni dondurmadığına sevindim." diye mırıldandı kısık sesle. "Duyu organlarımı kaybetmiş gibiydim. Yanımda varlığını hissediyordum ama seni göremiyordum, duyamıyordum. Dokunuşlarını hissediyordum, vücudum sadece bunu başarıyordu bir an için." Yeniden derin bir nefes aldı. "Arka arkaya olunca ağır geldi sanırım. Birazdan düzelirim."

"Krautpo'nun çocuğu olduğunu söyledi." diye mırıldandım. Gözleri kapalı olsa da beni dinlediğini biliyordum. "Ağaç tanrıçası. Acaba tanrılar insanlara dokunduğu gibi meleklere de mi dokunuyor?"

"Eh, bu, neden beni ağaca çevirdiğini açıklar." diye homurdandı, dudaklarımın hafifçe kıvrıldığını hissettim. Birkaç saniye sonra gözlerini açtı, başı yaslandığı yerde bana dönmüştü. Önce dudaklarımdaki ufak gülüşe baktı, sonra da gözlerime. "Korktun mu?" diye sordu ve o an gerçekten de gözlerime bakarak ruh halimi görebildiğine emin oldum. Ne zaman korksam anlamasının başka bir açıklaması yoktu. "Korktum." diye mırıldandım. "Seni dondurunca..."

Kapı tarafındaki kolu havalandı, eli tutmamı istercesine bana uzandı. "Yine çözdü ama." dedi parmaklarımız iç içe geçerken. "Çünkü ben de onu korkuttum." dedim dudaklarımı büzerek, birleşen ellerimizden faydalanıp beni kendine çekerken hafif de olsa gülümsemişti. "İyi iş." dedi beni kucağına alır almaz. Ne olduğunu anlamadan koltukta ikimizin de rahat edeceği bir pozisyona girmiş, kendisi otururken benim kucağında uzanmamı sağlamıştı. Kolları etrafımı sarıyordu. "Tüm bunları sonra konuşalım, olur mu? Yoruldun."

"Ben iyi-"

"Yorulduk." Ellerinden biri yüzüme kayıp yanağımı avuçladı, başparmağı elmacık kemiğimi okşuyordu. "Hadi uyuyalım."

**

"Ne demek iptal edildi?" Yolcuların yarısı iskelede sinir krizi geçirirken Yoongi'yle ben bir duvar kenarına sinmiş, dibimizdeki bavulumuzla sessiz sessiz olan biteni izliyorduk. "Benim karım hasta!" diye bağırdı bir kadın. Kolundaki derin yara izi yüzünden pilheu olduğunu anlamıştım. "Eve dönmem gerekiyor!"

"Paralarınız iade edilecektir." dedi iskeledeki gişe görevlilerinden biri. "Beklenmedik yağmur fırtınası yüzünden tüm seferler iptal edildi. Anlayışınız için teşe-"

Görevli lafını tamamlayamadan kalabalık yine alevlendi, tüm bunlar biz geldiğimiz için oluyordu ve kendimi kötü hissetmeden edememiştim. Ben bu haldeysem, yağmurun kendisini takip ettiğini düşünen Yoongi kim bilir ne haldeydi...

Bakışlarım ona döndüğü an onun da beni izlediğini görmüştüm. Aynı şeyi düşünüyor olmalıydık ki, dudaklarında buruk bir gülümseme belirmişti. "Ben biraz dolaşayım." dedi dev iskele içerisindeki mağazaların olduğu koridoru başıyla işaret ederken. "Ben de geleyim?" dedim hevesle ama başını iki yana salladı. İç geçirerek onu onayladım ve binanın içindeki sıcaklık yüzünden çıkarıp koluma astığım montumun iç cebinden cüzdanımı çıkardım. "Bekle, hyung." Cüzdandan bir miktar alıp ona uzattığımda kaşlarını çatmıştı. "Mağazaları gezerken bir şeyler alırsın." dedim. "Para kalırsa da bana kola alır mısın, lütfen?"

   Parayı almayacağını hissedince bana bir şey almasını isteyerek ellerine tutuşturmam kolay olmuştu. Utana sıkıla aldı parayı, arka cebine sıkıştırdığı sırada yüzümde kocaman ama buruk bir gülümsemeyle onu izliyordum. Yoongi bekleme salonundan ayrılıp mağazaların bulunduğu koridora yönelince duvarın dibine çökerek dizlerimi karnıma çektim ve telefonumu parmaklarımın arasına alıp not uygulamasını açtım. Kafamı kurcalayan ve Yoongi'yle paylaşamadığım şeyleri yazıya dökerek işin içinden çıkabilmeyi umuyordum.

Seviyorsun, diye attığı çığlık, günler önce Voda ve Derevo'yla karşılaştığımızda bana söylenen şeyi hatırlatmıştı. Ona olan sevgin gücünü açar sanmıştım.

1) bilmediğim bir gücüm var?

2) iki farklı melek aynı adı taşıyor (derevo)

3) bilmediğim gücümü hyung'a olan sevgim açacakmış?

4) hyung'u yaklaşık yirmi altı yıldır seviyorum zaten?

5) ağaç tanrıçasının çocuğu olduğunu iddia eden melekler insanları ağaca çeviriyor.

Son maddeyi yazar yazmaz gözlerimi devirdim, teknik olarak Yoongi'yle beraber yaşadığım için artık onun gibi mantık yürütmeye başlamıştım. Donuk halini anlatışı bana gerçekten de bir ağacı hatırlatmıştı; melek isminin Derevo olduğunu söylemişti ve o gün karşılaştığımız meleklerden ismi Derevo olanın dondurma gücü vardı. Trendeki tanrılar meleklere dokunuyor teorime gittikçe inanmaya başlıyordum. İnsanlar nasıl yedi kümeye ayrılıyorduysa, melekler de aynı düzene sahip olabilirdi. Orakumi insanların irade sahibi olmasından rahatsızdı, belki de bize irade verilirken meleklere kendi tanrılarından bir parça verilmişti?

Aklıma gelen şeyle beraber, duvarın dibinde öylece otururken kıkırdamaya başladım. İnsanlar bağırıp çağırıyor, Jeju'ya ulaşmak için bir yol arıyorlardı ve ben oturduğum yerde kıkır kıkır gülüyordum. Kendimi su, Yoongi'yiyse ateş kümesine aitmiş gibi hissediyordum; yolculuğa başladığımızdan beri aklımdan geçirdiğim şey buydu. Yoongi bana yerimi unutmamamı söylemiş olsa da içimdeki bu histen kurtulamıyordum. Yoongi ateş gibi harlarken ben su gibi sakin kalıyordum; ben sinirlendiğimdeyse Yoongi sönüveriyordu. Şimdi beni güldüren teorimse şuydu: Derevo beni sevip Yoongi'den korkuyordu çünkü su onu beslerken ateş onu yakardı. Çünkü o ağaçtı, hahaha-

"Komik olan ne?" diye gürledi bana en yakında duran adam, onun ve etrafındaki birkaç kişinin tartışmayı kesip beni izlediğini de o an fark ettim. "Sinirlerim bozuldu da," diye cevapladım sorusunu, gülmeye devam ederken. "Jeju'ya gitmem lazım ve gidemiyorum, hahaha!"

Dışımdan gülerken içimden kuyruklu yalanıma kanmaları için dua ediyordum. Birkaç saniye boyunca bana bön bön bakmış ve en sonunda onlar da benim gibi gülmeye başlamışlardı. Sinirleri gerilmiş yaklaşık yüz kişiyle aynı salonda olduğum da o an dank etmişti. Yoongi ortamdaki gerginlik yüzünden kaçmış olmalıydı.

Yoongi gideli kırk dakika oluyordu, salonda herkes kendi köşesine çekilmişti ve kısık sesli bir homurdanma bulutu dışında rahatsız edici bir ses yoktu. Telefonumun ekranındaki notları tekrar tekrar okuyor, bir cevap bulmaya çalışıyordum. Bugün trendeki tartışmamız bile benim gücüm hakkında konuşurken yaşanmıştı, melekler söylediğinde umurumda olmamıştı ama Yoongi gücüm olduğunu düşünüyorduysa bileğimden ağ fırlatmaya hazırdım.

Ben de yaptım. Kolumu, iç kısmı yukarı dönük olacak şekilde öne uzattım; diğer parmaklarım öne doğru, açık bir şekilde dururken orta ve işaret parmağımı avuç içimle bileğime yakın bir noktaya bastırdım. "Uç, ağ!" dedim sadece benim duyabileceğim bir sesle. "Fiçuv!"

Yakınımda oturan bir büyükanne aegyo yapıyorum sanıp bana gülmeye başladı, utanarak kolumu geriye çektim ve saklanmak istercesine büzüştüm olduğum yerde. Yüzümü karnıma doğru çektiğim dizlerime gömmüştüm, bu yüzden sefer iptal edildiğinde karısının hasta olduğuyla ilgili bağıran kadının yanıma geldiğini fark etmedim. "Yah," diyerek dikkatimi kendine çekti ve beni, kendimi örümcek tanrısı mı var geri zekalı, diye azarlamaktan alıkoydu. "Sefere çıkacak bir gemi var." diye fısıldadı yanıma çökerken, birinin duymasından endişeleniyordu sanki. "Sevgilinin yara izlerini gördüm. Pilheu'sınız, değil mi?"

Cevap vermedim, yaptığı şeyin çok kaba olduğunu düşünüyordum. Salonun ortasında kavga ederken dönüp Yoongi'nin yüzündeki izlere mi bakmıştı? Ayrıca, sevgili olmak zorunda değildik. Belki de eşli ve pilheu iki kardeştik? Sonuç olarak, yaptığı şey çok kabaydı.

"Beni anlarsın, karım beni bekliyor." Ağlayacakmış gibi görünüyordu. "Kaptan yirmi kişi bulmamı söyledi. Fırtınanın yolculuğa engel olmayacağını düşünüyor, üç buçuk saatlik yolu iki buçuk saatte bitiririz, dedi. Yirmi kişi bulmam lazım, on bir kişi buldum bile."

"Sevgilime sormam lazım." dedim.

"Tamam, ben diğerleriyle konuşmaya devam edeyim." diyerek ayaklandı. "Şimdiden teşekkür ederim."

Kadının yanımdan ayrılmasıyla bakışlarım mağaza koridoruna döndü, Yoongi hala ortalarda yoktu ve yavaş yavaş endişelenmeye başlamıştım. Özledin sanki, diyerek güldü içimde bana ait olmayan ses. Karşı bile çıkamadım.

Sol kolumun dirseğini dizime, yüzümü de avuç içime yaslamış, salonun duvarlarından birine asılmış olan lcd televizyondaki haberleri izliyordum. Telefonum çalmaya başladığında oturduğum yerde şaşkınlıkla sıçradım, ekranda hastanenin numarasını görünce kaskatı kesildim. "Efendim?" diye yanıtladım aramayı, şüpheli bir sesle.

"Jimin-ssi?" dedi hattın diğer ucundaki Jang-gwan Choi. "İyi akşamlar."

"İyi akşamlar, sunbae-nim."

"Pazartesi günü işbaşı yapacağını hatırlatmak istemiştim."

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü bir anda, gözlerimin kocaman açıldığını hissedebiliyordum ama bakışlarımın odağındaki televizyonda neler olup bittiğini bile göremiyordum. Sikeyim, benim bir mesleğim vardı. Bir aylığına izne çıktığım bir mesleğim. Beni bekleyen hastalarım, Taehyung... Çoktan bir ay olmuş muydu? Neden ben Yoongi'ye kavuşalı daha bir hafta bile olmamış gibi hissettiriyordu, o zaman?

"Sunbae-nim..." diye mırıldandım. "İşbaşı yapamayacağım. Ailevi problemler yüzünden..."

"Ah..." Hatta birkaç saniyelik de olsa bir sessizlik çökmüştü. "O zaman şöyle yapalım," dedi Choi, en sonunda. "Madem ailevi bir mesele, sana bir haftalık daha paralı izin yazayım?"

Yutkundum. Benim işim bir haftada bitmezdi. "Sunbae-nim, mümkünse paralı iznimi bir aylığına yazdırmak istiyorum."

Japonya'ya ne zaman varırdık, bilmiyordum. Oraya gidince Naamkahu'yu bulacağımızın bile bir garantisi yoktu. Ayrıca, Yoongi'yi evine yollayacaktım ve-

Varlığını hissetmişim gibi, başım mağaza koridoruna doğru döndü. Yoongi ağır ağır, ayaklarını yere sürte sürte oturduğum duvar dibine yaklaşıyordu.

"İmkanı yok." dedi Choi.

Ben daha Yoongi'sizliğe alışacaktım.

"O zaman istifa ediyorum." Choi hattın diğer ucunda şok geçirirken beklemeden suratına kapattım telefonu. Olanları Yoongi'ye çaktıramazdım. Mesleğimi bıraktığımı öğrenirse kendini suçlamaktan ölürdü. "Yah," diye çöktü yanıma. Bir elinde ufak bir şişe kola vardı. Diğer koluyla bedeninin arasınaysa siyah bir peluş oyuncak sıkıştırmıştı. "Al bakalım." Kola şişesini telefonu tutmayan elime uzattı. Şişeyi alırken kısık sesle teşekkür ettim.

"Neyin var?" Endişeyle bana doğru eğildi, boştaki eli kolumu tutmuştu, yüzlerimizin arasında neredeyse beş santim kalana kadar yaklaştı. "Jimin-ah?"

Bana kimse onun gibi Jimin-ah demiyordu.

"Sarılalım mı?" diye sordum titreyen sesimle. Sormam bir hakaretmiş gibi sardı kollarını etrafıma, sımsıkı kucakladı bedenimi. En az onun kadar sıkı bir şekilde karşılık verdim. Yüzümü boynuna gömmüştüm, ilk zamanlarımızdan beri beni sarhoş eden kokusunu içime çektim. Ben ne yapacaktım, ben tüm bu işin içinden nasıl çıkacaktım? Japonya'ya gitmemiz gerekiyordu ama ülkeden ayrılamıyorduk bile. Kadının teklifini Yoongi'ye açmayı bile düşünmüyordum çünkü fırtınanın hali hiç iç açıcı değildi, bu yağmurda sefere çıkmak isminizi kırmızı mürekkeple yazmak gibiydi.

"Ne oldu, bilmiyorum," diye fısıldadı. "Ama hyung burada. Yalnız değilsin."

"Konuştunuz mu?" Teklifi yapan kadın bir anda yanımızda belirince sarılmamıza son vererek ayrıldım Yoongi'den, o ise şaşkınlıkla kadına bakıyordu. "Yalnızca iki kişiye ihtiyacım var, lütfen!"

"Ne oluyor?" diye sordu Yoongi. Kaşlarını çatmıştı, bakışları kadınla benim aramda gidip geliyordu ve ben olup bitene engel olamadan kadın teklifini bir de ona açıklamıştı. "Olur!" dedi Yoongi hemen, şaşkınlıktan çenem düşerken hiçbir şey diyemeden kaldım öyle. Kadın on beş dakika sonra buluşmamız gereken yeri söyleyip yanımızdan ayrıldı, Yoongi hemen bana döndü. "Ben gideceğim." dedi, gerçekleşen, konuşulan şeye yetişemiyordum. "Fırtına beni takip ediyor. Ben gidince hava düzelir, o zaman gemi ya da uçakla peşimden gelirsin, Jeju'da buluşuruz."

"Bensiz hiçbir yere gitmiyorsun."

"Jimin, fırtına beni takip ediyor." diye tekrarladı, vurguyla. "Hava bu haldeyken dışarı çıkmak ölüm fermanından farksız, seni tehlikeye atamam."

"Kadının teklifini kabul etmeden önce düşünecektin." dedim öfkeyle. Bir şey söylemesine izin vermeden ayaklandım. "Ben lavaboya gidiyorum, yüzümü yıkayayım. Sonra da buluşma yerine gideriz."

"Jimin-"

Başka bir şey söylemesine fırsat vermeden ayaklanıp salonun çıkış kapısına doğru yürümeye başladım. İşimi hızlıca halletmiş ve sefere yetişmek için salona geri dönmüştüm ki ben içeriye giremeden eşyalarımızla beraber gergince yürüyen Yoongi kapıya çıkmıştı. "Hyung?" diye seslendim endişeyle. Hayalet görmüş gibiydi.

"Jimin!" diye şakıdı o rengini kaybetmiş suratına rağmen. Kalp atışlarını bulunduğum yerden bile hissedebiliyordum. Yoongi daha fazla soru sormamı engellemek istiyormuş gibi eşyaların yarısını elime tutuşturdu. "Montunu giyin, hadi!" dedi ısrarla. Kola şişemi de elime aldım, Yoongi kendi montunu çoktan giyinmişti. Bir elinde bavulumuz, diğerinde hakkında sormayı unuttuğum siyah peluşu, kadının söylediği yere doğru yürümeye başladık.

Yoongi'nin beni, böyle panik içinde salondan uzaklaştırma sebebinin televizyondaki son dakika haberi olduğunu; Kim Namjoon'un yalnızca birkaç dakika önce polis tarafından çıkarılan yangında can verdiğini daha sonra öğrenecektim.

**

"O ne?" Kadının hırsla bulduğu yirmi kişi, onarlı iki grup halinde iki ufak gemiyle çıkmıştı yola. Bize verilen ufak kamarada karşılıklı uzanırken bakışlarım Yoongi'nin sımsıkı sarıldığı peluştaydı. İskeledeki oyuncak dükkanından aldığını anlamıştım, yalnızca sebebini merak ediyordum.

"Ne, ne?" diye sordu. Konuşurken bana bakmıyordu ve ne kadar huzursuz olduğunu görebiliyordum.

"Hyung, gemi her saniye başka bir yöne eğiliyor, ne olur bir de sen bozma moralimi," diye yalvardım. En sonunda derin bir nefes alarak acı damlayan gözlerini benimkilere kilitlemişti, içinde kopan yangınları hissedebiliyordum. Sormamı istemediğini görebiliyordum, bu yüzden yalnızca "Ne oldu, bilmiyorum, ama Jimin burada, yalnız değilsin." dedim.

Ve Yoongi'nin gözleri doldu.

"Hyung-"

"Ryan." Uzandığı yerde bir anda doğruldu. Ryan dediği için ona sarılmamı ve beraber uyumak istediğini düşünmüştüm ama peluşu bana uzattığında kaşlarımı çatarak ona baktım. Gerçekten de anlamıyordum. "Ryan." diye tekrarladı.

Ve her şey netlik kazandı.

Peluş oyuncaklara Ryan dendiğini sanıyordu.

Evi olan çocuklar.

Uzandığım yerden kalkıp onun yanına geçtim, başını önüne eğip bakışlarımdan kaçmaya çalışmıştı. Ben peluşu ellerinden alırken burnunu çekti, sonra da boş kalan ellerini kaldırıp benim görmemden çekiniyormuş gibi, hızlı hızlı sildi gözlerini. Onu öyle gördükçe benim içim yanıyordu, bir şeye üzüldüğü belliydi ve rahatsız olmasın diye neye üzüldüğünü bile soramıyordum. Yutkunarak başımı eğdim ve peluşun yan kısmına dikilmiş olan ufak etiketteki ismini okumaya çalıştım. "Kuma..." diye mırıldandım hiragana alfabesiyle yazılmış olan kısmı kolayca okuyarak ama katakana kısım beni zorlamıştı. Altı ay boyunca Japonya'da yaşamış olsam da katakana'ya hiçbir zaman tam anlamıyla hakim olamamıştım.

Yoongi kendini toplamış olmalıydı ki kolunu benim koluma yaslayacak şekilde dibime girmiş ve kamaranın cılız ışığında etiketteki yazının devamını "...mon." diye okumuştu. "Kumamon."

"Japonca biliyor musun?" diye sordum şaşkınlıkla.

Bakışları bakışlarıma kaydı, şimdi gözlerinden soru işaretleri akıyordu. "Japonca mı?"

Japonca bildiğini bilmiyordu.

"Hyung, bugünkü üç soru teklifin hala geçerli mi?" diye sordum peluşunu ona geri uzatırken. Kumamon'u kollarının arasına alıp sıkıca sarılırken sırtını kamaranın duvarına yaslamıştı. Yakınımızda duran bavulun üstündeki kola şişesini aldım. Yoongi "Geçerli olsun bakalım." derken kolamdan ilk yudumumu almıştım daha. Dudaklarımdan ayırdığım şişeyi beklemeden ona uzattım, o da beklemeden aldı parmaklarımdan.

"Neredeyse bir aydır içki içmiyorum." Koladan bir yudum almadan önce mırıldanmıştı. Kendi kendine konuşuyor gibiydi, içe içe bunu mu içiyorum diye bağırıyordu buruşturduğu surat ifadesi. Haline gülümserken "Yokohama'da çok sevdiğim bir restoran var," dedim. "Sakesi meşhurdur. Seni oraya götüreyim."

Bakışları bakışlarıma kaydı. "Seninle soju içmek isterdim."

Kore'ye dönünce içeriz, diyecektim ki Japonya'ya zaten maceramızı sonlandırmak için gittiğimizi hatırladım. Dudaklarımdan taşacağını düşündüğüm tüm kelimeler boğazımdan aşağı yuvarlandı, nefesim kesildi.

"Sor hadi."

Uzattığı kolayı geri aldım, şu an gerçekten de dünyanın en sert içkisine ihtiyacım vardı. İçki konusu açılmadan önce aklımda olan soruyu dillendirmek üzere ıslattım dudaklarımı, Yoongi'nin biliyorken bilmediği şeylerde merak ettiklerim listesinin başını çekiyordu bu. "Min Borin'in evine gittiğimizde, kapının şifresini biliyordun." diye başladım. Yoongi'nin tek kaşı ben konuşurken havalanmıştı, doğru bir soru sorduğuma emin olmuştum. "Ama sana sorduğumda bana şifreyi bilmediğini söyledin. Kapıyı nasıl açtın, hyung?"

"Şifreyi gerçekten de bilmiyordum." dedi. "Hatırlıyor musun, emin değilim ama, o gün kapının önündeyken bir an için dikkatim dağıldı..."

"Sarhoş gibiydin." diye onayladım.

"O an birisi koydu şifreyi zihnime, ister inan ister inanma, gerçek bu." Konuşurken omuz silkmişti. "Japonya'ya gitmemiz gerektiğini söylediğinde emin oldum. O eve gitmemiz gerekiyordu, birisi Naamkahu'nun Japonya'da olduğu bilgisini senin kafana koydu ve sen de söyledin. Neden bildiğini sorgulamadım, hatırlıyor musun? Sadece sana sordum, çünkü bilgi bana verilmemişti, demek ki sendeydi. Japonya'ya gitmek istemediğin halde Japonya demenin başka bir açıklaması var mı?"

Kola şişesi tutuşu gevşeyen parmaklarımdan kayıp yere düştü, içindeki sıvı dökülürken boşalan şişe gemi hangi tarafa eğilirse o yöne yuvarlanıyordu. "Jimin?" diye seslendi Yoongi, endişeyle. "Ne oldu?"

"Japonya'ya gitmek istemediğimi nereden biliyordun?" Yoongi'nin gözleri şokla irileşirken kırdığı potu fark etmiş, üzerine gitmeme sebep vermişti. "O gün gelip bana durduk yerde çukur hakkında konuşacağız, dedin!" diye konuşmaya devam ettim. "Nereden biliyordun?"

"Jimin-"

"Nereden biliyordun?!" diye kükredim. Susmam için yalvaran bakışlarıyla bana uzandı ama tutuşundan kaçtım. "İkinci soru, hyung, cevapla! Nereden biliyordun?"

Yalnızca bir saniye duraksadı, yüzümde nasıl bir ifade vardıysa pes edercesine peluşu gövdesinden uzaklaştırmış – bir eli Kumamon'u sıkıca tutuyordu, ben bağırdıkça Yoongi'nin parmak boğumları beyazlıyordu – ve boştaki eliyle gemiye binmiş olsak da çıkarmadığı montunun fermuarını indirmişti. "Benden nefret etme," diye mırıldandı elini iç cebine atarken.

Sonra da cebinden Min Borin'in masasından aldığını gördüğüm, tanıdık hissettiren o yeşil kağıdı çıkardı.

"Jimin-ah..."

Mektubum.

"Bekle!" Kamaradan rüzgar gibi çıktım, gemi sallandığı için kolumu oldukça sert bir şekilde kapıya çarpmıştım ama durmadım. Acıyan kolumu diğer elimle sımsıkı tutarken ağlaya ağlaya koştum güverteye, yanından geçtiğim birkaç kişi bana engel olmaya çalışsa da arkamdan gelip "Bırakın," diyen Yoongi sayesinde herkes geride durmuştu. "Jimin!"

Gemi öyle savruluyordu ki dalgaların arasında, ayakta durmakta güçlük çekiyordum. Yağmur damlaları bedenimi döverken ağladığımı gizlemek oldukça kolaydı, Yoongi yanıma geldiğinde yüzüne bakmaya çekinmemem de bundan kaynaklanıyordu. Ağladığımı anlayamazdı çünkü gökyüzü zaten ağlıyordu.

"Özür dilerim." dedi Yoongi. Sol eli hala o lanet peluşu tutuyordu. Geminin burnuna doğu ilerledim, arkamdan "Dikkat et!" diye bağırmıştı ama umurumda olmadı. "Beni rahat bırak!" diye bağırarak karşılık verdim.

"Jimin, bir dinle," dedi yalvarırcasına. "O gün tartışmıştık, bütün gün tek başımaydım." Konuşurken bana yaklaşıyordu ama dalgalar yüzünden dengesini sağlamakta güçlük çektiğini görebiliyordum. "Sen beni okumuştun, ben de seni okumak iste-"

"Kapat çeneni!" Çığlık atarak ona arkamı döndüm, Yoongi de şimdi benim gibi geminin burnunda, demirlere tutunuyordu. "Melek," diye başladı cümlesine ama devam etmedi. Gemi de o sırada karşılaştığı en büyük dalgalardan biriyle savrulmuştu.

Bir an için o kadar yalnız hissettim ki, tüm öfkemi ve hayal kırıklığımı bir kenara alıp omzumun üzerinden ona bakmak istedim. Ve Yoongi'nin yokluğuyla karşılaştım.

"Denize adam düştü!" diye bağırdı geminin üst katından biri.

"Hyung?" Şok geçiriyordum, önümde yaşanan sahne hayal gibiydi. Birileri geminin burnuna, yanıma koştu; kocaman, beyaz bir ışık denize çevrildi, dalgaların içinde bir beden aranmaya başlandı. Herkes düşmekten korkarcasına temkinli davranıyordu. "Hyung?" dedim yeniden, sadece benim duyabileceğim bir sesle. Birisi omzuma dokundu, ben hala Yoongi'nin az önce olduğu yere bakıyordum. "Hyung?"

"Evlat, iyi misin?" Gemideki çalışanlardan biri benimle konuşuyordu. "Arkadaşını arıyoruz, sen içeri-"

"Yoongi!" Suya atladım, arkamda bıraktığım kalabalığın attığı çığlıkları duyabiliyordum. Onu kaybedene kadar hiçbir şey kaybetmeyeceksin. "Hyung! Yoongi hyung!" Suyun içinde zorlukla da olsa yüzeye çıktım, dalgalar beni batırmaya çalışıyor; ağzım sürekli tuzlu suyla dolup nefes almam engelleniyordu. Onu kaybedene kadar. "Yoongi!" Yeniden daldım, daldırıldım, yüzeye ulaştığımda ölümün kahkahasını ensemde hissediyordum. Ağzımın yeniden suyla dolacak olmasını umursamadan, ciğerlerimde kalan son güçle, "Yoongi!" diye bir çığlık attım.

Ve denizin yüzeyi satenden bir çarşaf gibi düz kesildi.

Birini kaybetmekten korkmak mı; yoksa kaybetmekten korkacağın birine en başından sahip olmamak mı?

"Yoongi... Yoongi..." Gemideki insanlar bağırıyor, çığlık atıyorlardı ama ben yağmur yağmaya devam etse de hareket etmeyen denizin içinde bir oraya, bir buraya dönüyor, Yoongi'yi arıyordum. "Yoongi..."

Tam o an elim bir şeye çarptı.

"Yoongi!" diye heyecanla döndüm arkama. Neden batmadığını anlamadığım Kumamon peluşu, suyun üzerinde bana bakıyordu. "Yoongi nerede?" diye sordum. "Sen batmadıysan o da batmamıştır." Peluş bana cevap vermedi. Kafayı yiyordum, o kadar öfkeliydim ki deniz beni taklit edercesine, bir anda kaynıyormuş gibi fokurdamaya, adeta göğe yükselmeye başlamıştı. "Yoongi! Yoongi!"

O an gözümü bir ışık aldı, yanıp sönüyordu. Atladığım gemiyle beraber yola çıkan diğer gemiden geliyordu ışık. Bizim gemimizden bir ip atıldı olduğum yere. "Arkadaşını kurtarmışlar!" diye bağırdı ben güvertedeyken benimle konuşan adam. "Karada kavuşursunuz, hadi gel!"

Gemiye döndüğümde deniz yine sakinleşmişti, normal şartlarda görsem kafayı yerdim ama şimdi her şey Yoongi'ye ulaşmama yardımcı oluyormuş, zaten yardımcı olmak zorundaymış gibi hissediyordum. Deniz de edecekti yardım, gök de, arasındakiler de. Yoongi'yi kurtarmışlardı, Yoongi'yi kurtarmışlardı.

Sudan çıkıp gemiye döndüğümde omuzlarıma örttükleri battaniyeyi fırlatırcasına attım üzerimden, gemi iskeleye yanaşırken benimle ilgilenen adam "Ben eşyalarınızı indiririm, sen arkadaşına git." demişti. Geçit kurulur kurulmaz, kimseye fırsat vermeden koşmaya başladım. Diğer gemi iskeleye bizden önce girmişti; yolcuları çoktan inmiş olmalıydı. Hızlı tavrım yüzünden arkamda kalan insanlar yavaş olmamı, dikkat etmemi söylese de umurumda değildi. Yoongi'yi görünce, Yoongi'nin iyi olduğundan emin olunca, Yoongi'ye kavuşunca yavaşlar, dikkatli olurdum. "Yoongi!"

Diğer gemiden inmiş olan biri iskelenin yakınındaki binayı işaret etti, hızlı adımlarım o tarafa yönelirken yağmur yüzünden kısıldığını düşündüğüm sesimle, yeniden, bağırdım. "Yoongi!" Etrafa, insanlara verdiğim rahatsızlık umurumda değildi. Benim ruhumdaki rahatsızlığın yanında onlarınki hiçbir şeydi. "Yoongi!" diyerek daldım binaya. "Yoongi, Yoongi..."

En köşede, herkesten ayrı oturuyordu. Onun da omuzlarına bir battaniye örtmüşlerdi, parmaklarının arasındaki ufak kağıt bardaktan buhar yükseliyordu. Teni bembeyaz kesilmişti; dudakları, gözaltları koyulaşmıştı.

Koştum. Bardağı oturduğu yere bırakarak ayaklandı, titriyordu. "Yoongi!" dedim ve ilk defa bu sefer sadece onun duyabileceği bir ses kullandım, aramızda birkaç metre kalmıştı. "Yoongi!" Kollarımı etrafına sarma amacıyla, son metreyi zıplayarak aşmıştım. "Yoon-"

Min Yoongi o cılız kollarıyla bedenimi; tuz bulaşmış, koyu renk dudaklarıyla dudaklarımı yakaladı.  

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro