23; fernweh/heimweh
6k kelimelik, canıma okuyan bölümle geldim... iyi okumalar, yorum yapmayı unutmayın :')
_______________
Dayanamıyordum.
Yoongi duşa gireli bir saate yakın oluyordu ve ben elimdeki kitaba bir türlü odaklanamıyordum. Su sesi kesileli dakikalar oluyordu ama içeriden kurutma makinesi de dahil hiçbir şey duyulmuyordu. Bir şey mi olmuştu? Kendine bir şey mi yapmıştı?
Kitabı yavaşça bırakıp yataktan ağır ağır ayaklandım, dudaklarımı ıslatırken ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Banyonun kapısına yaklaştıkça gerginliğim artıyordu ama her şeyi hiçe sayıp kapıyı tıklatmayı başardım. "Hyung?" diye seslendim sonra da, sesim çatlayınca boğazımı temizleyip yeniden konuşmuştum. "Hyung, iyi misin?"
Birkaç saniye boyunca sessizlikle yüzleştim ama kapı en sonunda açılmış ve sıcak bir buhar kütlesinin etrafımı sarmasına sebep olmuştu. Bir adım gerileyerek önümde olup bitenleri daha net görmeye çalıştım. Yoongi beline sardığı bir otel havlusuyla, ıslak bir halde dikiliyordu karşımda. Nemli saçları dağınıktı, cildi az da olsa renklenmişti. Direkt olarak gözlerime bakıyordu. "Şey, uzun süredir oradasın da," diye mırıldandım.
"Bir şey mi oldu?" diye sordu. Kızmıyordu, hesap sormuyordu. Gerçekten de soruyordu, gerçekten de gelip kapıyı çalmam için bir sebebim var mıydı, gerçekten de iyi olup olmadığını merak etmiş miydim diye soruyordu. Son birkaç günde kırılıp göğsümün her yanına dağılan parçaları sızladı kalbimin, onu karşımda böyle görmekten nefret ediyordum. Ona sırt çevireceğim düşüncesine bürünmüş gibiydi, bunu fark etmek ilk zamanlarımızı hatırlamamı sağlamıştı. Ne zaman onu kovacağımı düşünse verdiğim sözü hatırlatırdı, şimdiyse korkulu bakışlarıyla adımı söylemenin ötesine geçmiyordu.
Ufacık, ufacık bir umut kırıntısı belirdi zihnimin bilincime en uzak köşesinde. Yaptıkların karşılıksız değil, Jimin, dedi iç sesim Yoongi'nin lafını bana satarak. Onun bendeki yerini, ben onda karşılıyor olabilir miydim? Ben onu üzüp onu kaybetmekten nasıl korkuyorduysam; aynı şekilde, Yoongi de beni üzmekten korkup onu bırakmamdan endişeleniyor olabilir miydi? "Bir şey olmadı," diye karşılık verdim kısık sesle. "Epey zaman geçti duşa gireli, ondan..."
Bir süre boyunca bakıştık, Yoongi gözlerini gözlerime dikmiş, konuşmadığım kelimeleri toplamaya çalışırken ben ne yapıp edip bir yolunu buluyor, bakışlarımı ustalıkla onun bakışlarından kaçırıyordum. "Çıkayım o zaman," dedi en sonunda. Neyden bahsettiğini anlamayarak öylece baktım yüzüne. "Duştan," dedi anlamamı umarcasına, dudaklarında ufak bir gülümseme vardı şimdi. "Duştan çıkayım."
Bakışlarım çıplak gövdesinde, havluyla sarılmış olan alt bedeninde gezindi. Ne kadar oyalandım bilmiyordum ama işim bittiğinde Yoongi'nin gülümsemesinde belli bir gelişme vardı; gözlük almaya gittiğimizde bana aynadan attığı bakışları hatırlamıştım. Bir anda neden yaşadıklarımız üşüşüyordu aklıma bilmiyordum, keşke Yoongi de biraz durup ona söylediğim şeyleri tartsaydı kafasında, ona yalan söylemediğime azıcık da olsa inansaydı. Ona hyung, ben seni bırakmayacağım, dediğimde; o Busan gecesinde son derece ciddiydim. Kalbimin kırılması ilk defa gelmiyordu ki başıma, bunu da atlatırdım ben. Yoongi donuk rolü yaptı diye onu yarı yolda bırakmayacaktım elbet.
"Şu notları, kitapları inceleyelim." dedim kapıdan az da olsa uzaklaşarak. "Birkaç gün içinde yola çıkarız. Tamam mı?"
"Tamam."
Ve böylece dünden beri aramızda olan gerilim kısa bir süreliğine de olsa rafa kaldırılmış, ikimiz de sonunda önceliğimiz yapmamız gereken konuya, yani yolculuğumuza odaklanabilmiştik. Her durakta kavga ediyor olmamız ikimizin aptallığıydı ama bugün ikimiz de artık finale ulaşmaya karar vermiştik.
"Jimin?" Neredeyse bir saattir sessiz sessiz araştırma yapıyorken bir anda ismimi söylediğinde başımı yavaşça kaldırıp ona baktım, bu hisse asla alışamayacakmışım gibi geliyordu. Sessiz bir şekilde ona bakmaya devam ettiğimde cümlesinin devamını beklediğimi fark etmişti. "Sanırım tüm bu bilgilere dalmadan önce kendi bildiklerimizi karşılaştırmalıyız."
Oturduğum yerde daha dik bir konuma geldim, gözlerimi kısmıştım. "Nasıl yani?"
Kucağındaki kitabı işaret etti. "Bu kitapta bilmediğim bir şey yok ama sen kendi kucağındakini yiyecekmiş gibi okuyorsun."
Dudaklarıma yayılan gülümsemenin önüne geçemedim. "Beni mi izliyorsun sen?"
Gözleri hafifçe irileşirken yerinde rahatsız olmuş gibi kıpırdanmıştı, homurdanmaya başladı. "Hayır, seslenmeden önce gördüm."
"Hm."
Bakışlarını kaçırırken elini ensesine atıp saçlarıyla oynamıştı. Daha da rahatsız olmasın diye "İyi fikir," diyerek oturduğum yerde bedenimi ona çevirdim. "Bu kitaba göre Kaahujangi tek tanrılı bir din değilmiş, Afrika'da ortaya çıkmış olsa da çevre kültürlerle karışıp karma bir din haline gelmiş. Tabi bugün bize okullarda sadece Naamkahu'dan bahsediyorlar."
Benim gibi bedenini çevirip bağdaş kurdu, aramızda yalnızca bir metre vardı ama onunla böyle oturup konuşmak harika hissettiriyordu. "Ne düşünüyorsun?" diye sordu bir anda, anlamadığımı fark edince de açıklayıcı bir tavırla "Naamkahu hakkında?" diye ekledi.
Birkaç saniye boyunca oda sıcaklığıyla kuruduğu için kabarmış olan saçlarını izledim, bu konuyu daha önce konuşmamıştık. Konuştuysak da ben hatırlamıyordum. Yoongi'yle başlayan muhabbetlerimiz güzel de olsa bir süre sonra sarpa sarıyor ve en sonunda birimiz çok acı bir şekilde kırılıyorduk. Bilgi alışverişi başkaydı, Yoongi bana resmen öldürmek istediği tanrı hakkındaki kişisel görüşümü soruyordu.
Konuşmadan önce yutkunmam gerekmişti. "Naamkahu'nun bir gün yeryüzüne inip eşi olmayan insanları kurtaracağı söylenir." diye başladım konuşmaya. "Ama takipçileri bizi tapınaklara bile almıyorken... evine bile giremediğim tanrının beni kurtaracağına inanmak biraz saçma, öyle değil mi?"
Bir şeyler söylemek istediğini biliyordum, bunu gözlerinde görüyordum ama tanıştığımız zamandan beri ilk defa kırılmamdan korkuyormuş gibi çekiniyordu. "Jimin," dedi en sonunda, dayanamayarak. "Kurtarılacak bir şey yok."
Pilheu olmak onun için sorun olmayabilirdi ama benim için sorundu. Doğduğumdan beri eşime kavuşmanın hayalini kurmuştum ben, kitaplara göre asla hissetmemem gereken eşimin hayalini! Kitaplara göre bilgisi ruhuma işlenmemiş olan, eksikliğini hissetmemem gereken eşim. Ama aynı kitaplar bana neden çocukluğum boyunca koluma çiçekler çizdiğimin cevabını vermiyordu. "Hyung, hiç hissetmedin mi?" diye sordum. "Birinin yokluğunu... Hyung, olmayan birini hiç özlemedin mi?"
Büyük elini yavaşça kaldırıp aynı ağır hareketlerle çıkardı gözlüğünü, bu sırada iç geçirmeden de duramamıştı. Kendimi tutamamış olmanın acısını çekeceğimi biliyordum, kalbimi kıracak bir yorum dudaklarından düşmek üzereydi. "Pilheu olduğunu on yedi yaşındayken öğrenmişsin, en azından bana öyle demiştin," dedi yüzüme bakmadan. "Bu yüzden sana hayal kurdun diye kızamam. Ama ben en başından beri biliyordum, bu hayatta tek olduğumu her zaman biliyordum, Jimin."
İmkansızdı. Sekiz yaşını geçince tedavi olmasını gerektirecek bir kaza geçirmiş, bir sorun yaşamış olmalıydı ama her zaman biliyordum dediğine göre bu, çocukluk yıllarını da kapsıyordu ve anne sütü-
Duraksadım.
Yoongi anne sütüyle büyümemişti.
Evi olan çocuklar.
"Çocukken nasıl anladığımı düşünüyorsun, değil mi?" diye sordu burukça gülümserken. Ağlayacakmış gibi hissediyordum, ben yalnızca bir hayale tutunarak on yedi yıl yaşayabilmiştim ama Yoongi... Onun kadar güçlü olabilir miydim, emin olamıyordum. "Bir çocuğun pilheu olup olmadığı neden anlaşılmaz?" diye devam etti sorularına. "Doktor olan sensin. Söyle bakalım."
Yutkundum. "Anne sütünün koruyucu etkisi var. Bebekken bir yerin kanasa da anne sütüyle beslendiğin için bedenin tedaviye yanıt verir. Bir bebeğin en uzun emzirilme süresi üç yıldır, günümüz şartlarında da anne sütü beş yıla kadar etkisini yitirmeden muhafaza edilebilir. Toplamda sekiz yıl. Bir çocuğun pilheu olup olmadığını, hayatının ilk sekiz yılında anlayamazsın çünkü her şekilde kurtarılabilir."
"Güzel," dedi başını sallayarak söylediklerimi onaylarken. "Peki annesi olmayan çocuklar?"
"Hyung-"
Lafımı keserken yüzündeki buruk gülümsemeyi korumaya devam ediyordu ve bu hali canımı daha çok yakıyordu. "Bildiklerimizi karşılaştırıyoruz sadece, Jimin. Bir sorun yok. Söyle hadi."
"Diğer çocuklarla eşit şartlara sahip olmaları için, annesi olmayan çocuklar sekiz yaşına kadar karantinaya alınır." dedim kısık sesle. "Herhangi bir aile ferdi hayattaysa bu karantina ev ortamında sağlanabilir ama yetim- yani, demek istediğim, yetimhanelerde sekiz yaşından önce evlatlık verme gibi bir şey söz konusu değil."
"Aile ferdi hayatta olan kısmı benim dünyamdakiyle aynı." dedi, şimdi o, kendi bildiklerini anlatıyordu. "Yetimhanelerde durum farklı. Eş kavramı en başından öğretilmiyor çünkü herkese pilheu olduğu varsayılarak davranılıyor."
"Nasıl yani?" diye sordum dehşet içinde, aklıma gelen şeyler yüzünden kendimi camdan atabilirdim.
Yoongi omuz silkti. "Pilheu değilsen, anne sütü yokken yediğin o dayaklarla hayatta kalman zaten imkansız."
Kusacakmış gibi hissediyordum. Yoongi'nin hayatının bilmediğim kısmını öğrenmek istediğimde alacağımı düşündüğüm bilgilerin bunlarla uzaktan yakından alakası yoktu. Normalde de kendini düşünen bir insan değildi, şimdi Hope isimli arkadaşına neden böylesine değer verdiğini daha iyi anlıyordum. Kendisinden küçük birinin, kendisi gibi bir çocuğun, gözlerinin önünde dayak yediğini görünce ister istemez bir koruma ve sahiplenme mekanizması geliştirmiş olmalıydı. Birinin de onu koruyup sahiplenmesini çok isterdim. Bu yaşımda bu görevi sahiplenmeye gönüllü olsam da, kaybettiği yıllar sırtıma Atlas'ınkinden daha büyük bir yük bindiriyordu sanki.
Sessiz kalıp düşüncelerime dalmam Yoongi'ye bir fikir vermiş gibi, kucağındaki kitabı yavaşça yere bırakıp duştan çıkınca giyindiği kazağın eteklerini kavramış ve beklemeden gövdesinden sıyırıp çıkarmıştı. Başını eğip cildine bakarken dizlerinin üzerinde yükseldi, bana bir şey göstermek istiyor gibiydi. Kazağı bırakan ellerinden biri havalanıp sol köprücük kemiğinin hemen altındaki gümüşümsü yara izini işaret ederken diğer eli avuç içini göbeğine yaslamıştı. "Bu iz-"
Ne yaptığımı bilmeden kestim lafını: "Han Nehri canavarı, değil mi? Koyu yeşil, dinozora benziyor?"
Dudaklarından eğlendiğini belirten bir nida döküldü. "Evet. Peki bunu biliyor musun?" Parmağı biraz daha aşağı kayıp kalbine yakın bir noktadaki lekeyi işaret etti. Ne olduğunu, bir doktor olduğum için kolaylıkla tahmin edebiliyordum ve ben hayatımın hiçbir anında yanılmayı bu kadar istememiştim.
"Noel canavarı." dedi Yoongi gülerek. "Buğday tenli, insana benziyor."
"Hyung..."
Dizlerinin üzerinden inip yeniden bağdaş kurdu, kazağını ağır hareketlerle giyinirken konuşmaya devam ediyor ama bana bakmıyordu. "Dört yaşındaydım, noel zamanında, bütün çocuklar şöminenin önünde oturup eğleniyorduk. Yaşı büyük olanlar noel hikayeleri anlatıyor veya ilahi söylüyorlardı, yılın en sevdiğim zamanıydı. Sonra..." Kazağın yakasını başından geçirirken duraksamıştı. "O gün yetimhanede kalan dadı bağırıp çağırarak yanımıza geldi, bizim yüzümüzden noeli evde ailesiyle geçiremediğini söyledi. Şömineleri kurcaladığımız uzun, metal çubukları biliyorsundur-"
"Hyung!" diye bağırdım dehşet içinde.
Omuz silkti. "Acıdan bayılmışım, pek de hatırlamıyorum doğrusu. Neyse ki kalbime denk gelmemişti, Hobi'yi o manyakların elinde tek başına bıraktığımı hayal bile etmek istemiyo- Jimin?" Normal bir ses tonuyla konuşurken bir anda ismimi fısıldadığında dayanamayarak yüzümü avuçladım. "Jimin, ağla diye anlatmadım."
Karşılık vermedim, iç geçirdiğini duydum, bir an sonra da elleri bileklerimi kavradı. "Yah," Burnumu çekerken ellerimi indirmesine izin verdim ama yine de yüzüne bakamıyordum. "Jimin, ağlaman ya da bana acıman için anlatmadım-"
"Acımıyorum." Ellerimi bileklerimi kavrayan ellerinin içine kaydırmış, parmaklarımızı birbirine kenetlemiştim. Az önce başımı kaldıramazken şimdi tereddüt bile etmeden bakıyordum gözlerine. "Hyung, ben senin bana anlattığın her şeyde seninle biraz daha gurur duyuyorum." Onun gibi dizlerimin üzerinde yükseldim, şimdi tam anlamıyla karşı karşıya duruyorduk ve yüzlerimizin arasında santimler vardı. Kelimelerimin onu şaşırttığını net bir şekilde görebiliyordum. "Sadece, tüm bunlara tek başına göğüs germiş olduğun gerçeği üzüyor beni. O zamanlarında yanında olmak için feda edemeyeceğim hiçbir şey yok."
Burukça gülümserken sağ elini tutuşumdan kurtardı ve ben iki elimle sol elini sıkıca tutarken yanağımı avuçladı, başparmağıyla gözyaşlarımı silmeye başladı. "Teşekkür ederim. Ama ağlama." Gülümsemeye çalıştığımda hafifçe kıkırdadı. "Bir daha anlatmam bak," diye tehdit etti sonra da. "Bunları kimseyle paylaşmamıştım daha önce, içimden atmak iyi hissettiriyor..."
Kurduğu cümleyle beraber ellerimi teninden çekip hızla kuruladım yanaklarımı, yeniden yere otururken gülümseyerek beni izliyordu. "Anlat," dedim onu taklit edercesine kalçamı yere yaslarken. "Sen bana hep anlat, ben seni hep dinlerim."
"Biraz da sen anlat," dedi yalandan da olsa azarlayan bir ses tonuyla.
"Ne anlatayım?" diye sordum şaşkınlıkla.
Konuşmadan önce birkaç saniye de olsa duraksamıştı, söyleyeceklerini tarttığını görebiliyordum. En sonunda derin bir nefes aldı, diliyle ıslatmıştı dudaklarını. "Madem konu yara izlerimiz-" Gözlerim irileştiğinde sesi çekingen bir tona bürünmüştü. "Bacağındaki-"
"Nereden biliyorsun?" diye sordum dehşet içinde. Yüz ifademin de korku dolu olduğuna emindim zira Yoongi beni rahatlatmak istercesine dizlerime yaslamıştı ellerini. "O gün pijamanı giyinmene yardım ederken görmüştüm, rahatsız olursun diye sormadım ama dünkü muhabbetimizden sonra..."
Sessiz bir şekilde konuşmaya devam etmesini bekledim. Bu konuyu bir gün elbet konuşacaktık, bunu biliyordum ama bu kadar erken olacağını, ya da Yoongi'nin geçmişimi bu kadar içten bir merakla sorgulayacağını hiç düşünmemiştim. Konuşmadan önce alt dudağını ısırdı. "Jimin, pilheu olduğunu nasıl öğrendin?"
Aklımda her zaman bir balkon olduğunu hayal ederdim. Kulağa komik geldiğini biliyordum ama tam başımın ön kısmında, ahşap korkuluklarla kaplanmış bir balkon hayal eder ve o an ne rolünü yapıyorsam onu çıkarırdım sahneye. Mutlu rolü yapıyorsam on yedi yaşından önceki Jiminlerden biri korkuluklara tırmanır ve tiyatromun yönetmenliğini üstlenirdi mesela ve şimdiye kadar bu taktikle yaşamayı başarmıştım. Sorun çıkmamıştı.
Yoongi gelene kadar, tabi.
Yoongi bana ne zaman böyle baksa o balkonda yeller esiyordu.
"Sana dans ettiğimi söylemiştim." dedim gülümseyerek. Rol yapmıyordum. Mutlu değildim ama gülümsüyordum, gülümsüyordum çünkü acımı Yoongi'yle paylaşıyordum. "Öylesine bir uğraşı değildi. Profesyoneldim." Dizlerime koyduğu elleri bir anda yukarı doğru kayıp beni belimden yakalamış ve bedenimi hiç de ağır değilmiş gibi kucağına çekmişti, ellerim omuzlarına tutunurken şaşkınlıkla gözlerine bakıyordum. Yüzünde küçük ama güzel bir gülümsemeyle gözlerime bakarken bir eli bacağımın alt kısmında, yara izimin olduğu noktanın üzerindeydi. Sırtını arkasında kalan yatağına yaslarken "Böyle daha rahat, değil mi?" diye sordu. "Devam et bakalım."
Yutkundum. "Dans ekibimle o gece yola çıkmıştık. Bir yere gitmiyorduk, yalnızca arabayla turlamak istemiştik. Çok yakın arkadaşlarım, Taehyung onları çok kıskanırdı- Hoseok-ie hyung dışındakileri yani. O zaten dans dışında grupla takılmazdı, benim de sürekli dışarıda olmamdan rahatsız oluyordu. Bana karşı fazla korumacıydı." İç geçirdim. "O gece dışarı çıkmamamı söyledi. Dinlemedim."
"İsimleri?" Panik olduğumu görünce elini alt bacağım boyunca gezdirerek rahatlamamı söyledi. "Sorun değil, Jimin. Onlar hala senin arkadaşların."
"Arabayı Jinhyeon hyung kullanıyordu." Sesim titremeye başlamıştı ama hala ağlamıyor olmam iyiye işaretti, sanırım Yoongi bu kadar derin bakıp bu kadar ilgili dinlediği için gerilmiştim yalnızca. "Ön koltukta Seungdae hyung oturuyordu. Ben arkadaydım, kalabalığız diye Heungmin-ie hyung beni kucağına almıştı. Dans pratiğinden sonraydı, biraz eğlenmek istemiştik..."
Bir süre sessiz kalıp kendimi toplamaya çalıştım, Yoongi bu süre boyunca parmaklarını narin bir tavırla bacağımda gezdirmiş ve tek kelime etmeden konuşmaya devam etmemi beklemişti. "Sarhoş bir sürücü yanlış şeritten geldi. Kamyon. Sadece ben kaldım."
"Sadece sen kaldın," diye fısıldayarak onayladı söylediğimi.
Başımı salladım. "Bir tanesi olay yerinde hayatını kaybetmiş. Diğerleri de hastanede, tedaviye yanıt vermedikleri için. Bacağıma parça takıldı, dans edemiyorum." Eli hareket etmeyi kesti, gözlerine bakmakta zorlandığım için bakışlarımı burnuna kaydırmıştım. Bacağımı tutmayıp da belimde dinlenen eli yavaş yavaş, gövdeme sürtünerek yüzüme tırmandı, parmak uçları boynumdaki tenle temas edince kucağında baştan aşağı titremiştim ama Yoongi bununla ilgili hiçbir şey söylemedi. "Jimin." dedi sadece, aklımın gerisinde kalıp da onu öpmemi emreden sesi uyandırmak istercesine. Sesindeki pürüz ismimin harflerini okşuyordu sanki. "Gözlerime bak."
Yutkunmuş, yalnızca bir saniye süren bir duraksamanın ardından bakışlarımı gözlerine çevirmiştim.
Dudağının sol köşesi kancaya takılmış gibi yukarı kıvrıldı. "İyi ki pilheu'sın." Hayatım boyunca ilk defa böyle bir şey duyuyor olmanın getirisiyle, şok içinde kalmıştım kucağında. "Buraya düşüp de sana denk gelmediğim bir macera hayal edemiyorum."
Onca anıyı canlandırıp da beni ağlatmayan adam, şimdi tek lafıyla, yeniden kahramanımın kimliğine bürünerek gözlerimin dolmasını sağlamıştı. Yoongi tam o an, yanağımı okşarken beni olduğum gibi kabullenip bağrına basmıştı. Ben bile kendimi kabullenemeyip her gün içimdeki çatışmaya uyanırken, kazanmayı bırakın hayatta kaldığımı bile hissetmezken Yoongi bana huzur dolu yepyeni bir nefes aldırmıştı. Kendimi her zaman kırgın, yaralı, başına gelenleri hak etmeyen biri olarak görüp Park Jimin olmaktan nefret etmiştim. Yoongi cümlesini dillendirdiğinde, on yedi yaşından beri ilk defa güçlü, hayatta kalan, Yoongi'nin karşısına çıkıp da kazanan bir Jimin oluvermiştim sanki.
Ve ben bu Jimin'i çok sevmiştim.
Hala düzelmiş değildim. Tek lafıyla tüm dertlerim silinmemişti – içimde bana ait olmayan ses onu bir kere öpsem her şeyin iyi olacağını söylese de – ya da artık asla bulunmadığım o şehri özlemiyor değildim. Yalnızca, o saniye, kolunda çiçek çizimleriyle yaşamış bir çocuğun yetişkin hayaleti değil de; hayatı boyunca çiçek koklamamış bir çocuğun yol arkadaşı olmuş ve bunu başarabildiğim için kendimle gurur duymuştum.
Yoongi bana gelmişti.
Kazanmıştım.
**
"Bak, burada yazana göre, Kaahujangi dokuz tane tanrı ve tanrıçaya sahipmiş," Yoongi'nin ilgisinin bende olduğundan emin olunca kalemi parmaklarımın arasında çevirerek konuşmuştum. Akşama doğru yanımıza aldığımız birkaç kitap ve defterle dışarı çıkmış, yol üzerindeki kafelerden birine oturmuştuk. "Eşler bölündükten sonra her tanrı kendi seçtiği ruhlara kendi elementlerini bulaştırmış. Yedi küme olma sebebiyse tanrılardan birinin bölünmenin aksi yönünde oy vermesi ve istediği şey olmayınca da diyarı terk etmesiymiş. Bir tanrının daha elementi yok."
Sessiz sessiz beni dinlemiş, cümlem biter bitmez de kaşlarını kaldırarak çenesinin altını kaşımıştı. "Eşler nasıl bölünmüş?"
"Ah," O kısmı anlatmadığımı fark edince sandalyemde geriye yaslandım, kalemimin ucunu kitaba bastırıyordum. "İnsanlar en başta yaratıldıklarında, iki kişi tek bir bedende yer alıyormuş. Aynı şeyi Yunan mitolojisinde de okumuştum, karma din derken kastettikleri bu sanırım. Savaş tanrısı Orakumi, Naamkahu'nun en yakın arkadaşı, insanların bu formdayken neredeyse tanrılar kadar güçlü olduğunu savunuyor ve onları ayırma fikrini konseye sunuyor. Yalnızca Naamkahu ve şu dokuzuncu tanrı karşı çıkıyor ama oy çokluğuyla eşleri bölmeye karar veriyorlar. Dokuzuncu tanrı konseyden ayrılıyor, Naamkahu da eşlerin tanrısı haline gelip onları koruyacağına söz veriyor."
"Önceden neyin tanrısıymış?"
"Su." Yoongi şaşkınlıkla duraksadığında sebebini bilmediğim bir şekilde ürpermiştim. "Şu anda da kümesi su olan insanlara Naamkahu'nun dokunduğu söylenir."
"Savaş tanrısının elementi neymiş?"
"Elementi yok." Bakışlarım kitaba kayarken boştaki elimle ensemde biten saçlarımla oynuyordum. "Dokuzuncu tanrı dışında insanlara dokunmayan tek tanrı o. İnsanları yaratma fikri toprak tanrısı olan Niemtooy'dan çıkıyor, diğer tanrılar işe sıcak baksa da Orakumi meleklerle yetinmeleri gerektiğini savunuyor. Tanrılar dışında herhangi bir varlığın irade sahibi olmasından fazlasıyla rahatsızmış."
Dirseklerini masaya yaslayarak öne doğru eğildi, kaşlarını çatıyordu. "Ne ayrıntılı bir kitap o öyle." diye mırıldandı.
"Yanıma gelsene." Son seferimizde onun yaptığı gibi bu sefer ben sandalyemi duvara doğru kaydırdım. Sandalyesinde ayaklanıp kenarlarından tutarken bakışları hala kitaptaydı. Bugün odamızdayken yiyecekmiş gibi okuduğumu söylediği kitaptı, mitoloji her zaman ilgimi çekmişti ve şimdi yıllardır bildiğimi sandığım bir şeyin köküne inmek beni fazlasıyla heyecanlandırmıştı. Yoongi yanıma oturur oturmaz bedenimi hafifçe ona doğru çevirerek anlatmaya devam ettim. "Konseyden ayrılan tanrının adı zaman içinde kaybolmuş, bu din Kıptilerin ve Mısır'da yaşamış olan diğer uygarlıkların çok daha öncesinde. Bence çevre coğrafyadaki din ve mitolojilere ilham veren de bu; karma olmaktan çok öncü diyebiliriz."
"Bitirme tezini bunun üzerine yaz istersen?"
"Dalga geçme," dedim omzumla omzuna vururken. "Her neyse, o tanrının elementi hava. Hava olaylarını kontrol ettiği söyleniyor, aynı zamanda gizli gerçeklerin tanrısıymış."
"Yani," Derinden gelen pürüzlü sesiyle konuştuğunda dikkatimi kitaptan çekip ona verdim. "Yağmurun gittiğimiz her yerde bizi takip etme sebebi bu herif, öyle mi?"
Gözlerim irileşirken kalem parmaklarımın arasından düşüp masa boyunca yuvarlandı. "Hyung-"
"Çevre illerden uçak yerine gemi fikrini öne sürdüğünde emin oldum. Salak değilim."
Öyle olduğunu hiçbir zaman söylememiştim. Sadece, emin olduğum bir şey değildi bu, onun da aklını kurcaladığını tahmin etmemiştim. Yağmur bizi takip ediyordu ve sebebini ikimiz de bilmiyorduk. "Her neyse," diye devam etti Yoongi cevapsız kalmamı umursamadan. "Havalı Adam ve Naamkahu aynı partiye oy veriyor. Ben arkadaşını öldürmek istiyorum diye de bu herif benim peşime yağmur fırtınası takıyor. Buraya kadar tamamız."
"Diyarı terk etmiş bir tanrı neden sırf senin için geri dönsün?" diye sordum.
Dudakları can yakan bir gülümsemeye kucak açarken sandalyesinde yavaşça bana doğru eğilmişti. "Sen dönmez miydin?"
"Siparişleriniz." Masanın dibinde biten garson beni ölümümden kurtarırken sandalyemde geriye yaslanarak Yoongi'nin işgal ettiği kişisel alanımı yeniden kazandım. Arada şu arsız gülüşünü takınıp beni mahvediyordu, üzerimdeki etkisini bildiği için mi yapıyordu bilmiyordum ama ismimi söyleyip de içimdeki sesi kudurttuğundan beri işler çok daha karmaşık bir hal almıştı.
Artık hızlanan tek şey kalbim olmuyordu.
Garson Yoongi'nin istediği makarnayı ve benim istediğim patates kızartmasını önümüze bırakıp yanımızdan ayrıldı. Ben hala Yoongi'nin etkisinde olduğum için onun gibi yemeğe başlayamamış, oturduğum yerde boş boş bakınmaya devam etmiştim.
Bana hayatım boyunca hissetmediğim şeyleri hissettirse de, bir gün tüm bunların bitecek olduğu gerçeği içimi dağlıyordu.
"Jimin?" Gözlerimi kırpıştırarak kendime geldim ve hafifçe gülümseyerek bakışlarımı Yoongi'ye çevirdim. Komik bir şekilde tuttuğu çatalını makarna dolu tabağına daldırmış, neden yemeye başlamadığımı sorgulayan gözlerini üzerime dikmişti. "Ne oldu?"
Bir sebep bulma amacıyla etrafıma bakındım. "Şey, çatalla yiyemiyorum ben." dedim en sonunda da, mantıklı duyulmasını umarak. "Çubuk isteyeyim."
Başını sallayarak çatalını makarnasından çekip benim patateslerime daldırdı ve bir tanesini ağzına attı. Sıcak oluşuyla araladığı dudaklarından derin bir nefesi dışarı vermişti. "Çok güzel," dedi lokmasını yutunca da, öyle bir ses tonu kullanmıştı ki patatesi kıskanmıştım. Bahsettiği kadar güzel olamayacağına kanaat getirerek tabağımdan bir patates kızartması aldım – çatal hakkında yalan söylediğim anlaşılmasın diye parmaklarımı kullanmıştım – ve ısırdım. Verdiğim ilk tepki yüzümü buruşturmak olmuştu. "Aish," dedim Yoongi ifademe gülerken. "Çok tuzlu." Isırdığım patatesi tam tabağıma geri bırakıyordum ki Yoongi beni öldürdü.
Bileğimi yakaladı, elimi dudaklarına doğru çekti ve patatesi ağzına aldı.
Buraya kadar her şey normaldi, bunu normal arkadaşlar da yapardı, değil mi? Yani, Taehyung'la ben yapmıyorduk ama Yoongi'nin parmaklarımın arasındaki patatesi alıp da yemiş oluşu cidden garibime gitmemişti. Beni mahveden şey, işaret parmağımın ucuna sardığı dudaklarıydı; parmağıma bulaşmış tuzu emmesi ve tüm bunlar olurken de gözlerini gözlerimden çekmemesiydi.
Sonra tek parmağım yetmemiş gibi patatese dokunan başparmağıma uzattığı pembe dudaklarıydı beni deli eden.
Sağ dizim hızla havalanıp gürültülü bir şekilde masaya çarptı ve üzerindeki her şeyin sallanmasına sebep oldu; elimden düşüp masa boyunca yuvarlanan kalemim yere düşmüş ve yemeğimin yanında gelen çatalım da onu taklit edercesine zeminle buluşmuştu, Yoongi'nin tabağı benim tabağıma çarptı, yarım saat önce içtiği kahvenin bardağı devrildi, kitaplar kaydı... Ama Yoongi ne dudaklarını tenimden, ne de bakışlarını bakışlarımdan ayırdı. Panik içinde ayaklanırken sandalyeyi geriye öyle bir itmiştim ki arkamızdaki masada oturan kişinin sandalyesine çarpmış ve Yoongi arsız sırıtışıyla oturduğu yerde doğrulurken insanlara rahatsızlık vermiştim. Özür diledim ama bakışlarım Yoongi'deydi, ağzını çekmiş olsa da parmakları hala bileğimi sarıyordu. Gülümsemesi yüzünden dizim yeniden yükselecek gibi oldu. "Tuzluymuş," dedi arsız dışında herhangi bir kelimeyle tanımlayamadığım gülüşü dudaklarında asılı kalmaya devam ederken. Arsız, arsız, arsız! "Tuzlu severim ben."
Bileğimi elinden kurtardım, niyetim tuvalete gitmekti ama arkamda oturan insanlar; yanımdaysa Yoongi vardı ve kapana kısılmış bir halde öylece dikilmiştim olduğum yerde. Yoongi ne yapmak istediğimi biliyormuş gibi başını öne çevirmiş ve sandalyesinde geriye yaslanıp ayaklarını altına çekerek geçmem için daracık da olsa bir alan sağlamıştı. Arsız!
Önünden geçerken bacaklarım bacaklarına sürtündü, masaya tutunmak zorunda kaldığımda arsızlığı gülüşüyle sınırlı kalmamış ve o pembe dudaklarından bir de kıkırtı dökülmüştü.
"Siktir, siktir, siktir..." Kafenin tek kabinli tuvaletinin boş olmasına sevinirken Yoongi'ye küfürler ederek kapıyı kilitledim arkamdan. Kemerimi çözerken ellerim titriyordu, dengemi sağlayamamış ve sırtımı kapıya yaslamıştım. "Sikeyim," diye fısıldadım parmaklarımı etrafına sararken. Islak dilini hala tenimde hissedebiliyordum. Ciddi ciddi içimdeki sesi duyabildiğini düşünmeye başlamıştım, bana karşı her zaman biraz cüretkar olmuştu ama ismimi söyleyip bütün hücrelerimi dudaklarına kul ettikten sonra bu tahrik edici tarafını baskın olarak göstermesinin başka hiçbir açıklaması yoktu. İçimdeki ses Yoongi'yi öp, dedikçe Yoongi onu öpmem için sebep sunuyordu önüme.
İki büklüm oturdum tuvalete, normalde kafelerde tuvalet bulmak zor olurdu ve sokaktaki umumi yapılardan birini kullanmam gerekirdi. Üniversitedeki sevgililerimden az çekmemiştim, şimdi başımı geriye atıp inlerken bu kadar rahat davranmamın sebebi de öncesinde çok daha kötü hazlar yaşamış olmamdan kaynaklanıyordu. Tuvalet kafenin karanlık koridorunun sonundaydı ve hayatım boyunca birisinden edinemediğim hazzı yalnızca Yoongi'nin düşüncesiyle tadıyor olmam bütün bariyerlerimi yıkıyordu. Ufak ellerimin yerine onun büyük ellerini düşünüyor, kısa parmaklarım yerine penisimi o uzun parmaklarıyla kavradığını hayal ediyordum. Jimin, deyişi düştü aklıma, gözlerim geriye yuvarlandı. "Yoongi," diye mırıldandım tuvaletin kirli ışığının altında, çok daha kirli bir sesle. "Ah..."
Tuzlu seviyor.
Dudaklarımın arasından ağlamaya benzer bir ses döküldü, liseli bir ergen gibi davrandığımı biliyordum; çünkü liseli bir ergen gibi hissediyordum. İlk defa uyarılmış gibi, ilk defa dokunulmuş ve hazza ilk defa ulaşmış gibi. Bundan önceki tüm partnerlerimin ne kadar da beceriksiz olduğunu fark etmiştim, Yoongi hepsinden iyi hissettiriyordu ve bulunduğum an içinde bedenim Yoongi'yi ağırlama lütfuna bile erişmiyordu. Pürüzlü sesinden dökülen ismim, o küçük dili, pembe dudakları...
Nefes nefese kalmış bir halde bittim, ismini son kez söylemiş ve duvarlarda yankılanmasını sağlamıştım.
Ne kadar kaldım öyle oturduğum yerde bilmiyorum, sensörlü ışık sönmüş ve karanlıkta kalmamı sağlamıştı ama hareket etmediğim için yeniden yanmıyordu da. Dakikalarca oturmuş ve nefeslerimin düzene girmesini beklemiştim. Birisi kapıyı tıklattığında klozetten kalkıp yanan ışıkla beraber tam karşımda kalan aynada yansımamı görmüş ve ağladığımı fark etmiştim.
Liseli bir ergen gibi, ilk defa aşık oluyormuş gibi.
**
Kafede yaklaşık iki saat daha oturup Kaahujangi mitolojisi hakkında tartışmış ve gece geç bir saatte otele geri dönmüştük. Tuvaletten çıkıp masaya geri döndüğümde Yoongi'yi sandalyesini yerine çekmiş, yemeğini yerken bulmuştum. Hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu, yalnızca birkaç dakika öncesinde yaşadığım şeyler yüzünden suratım yanarken konuyu rafa kaldırması işime gelmişti. Yerime oturup tuzlu patatesimi yemiştim ben de. Şimdiyse odaya dönmüş, Yoongi uyuyana kadar beklemiş ve en sonunda sıkıca giyinerek telefonumu kaptığım gibi balkona çıkmıştım.
Biriyle konuşmam gerekiyordu, aksi takdirde ya kafayı yiyecek, ya da aldığım her nefeste beni boğan keder yüzünden ölecektim.
"Jimin?" Taehyung uykulu sesiyle aramamı yanıtladığında saatin geç olduğunu hatırlayarak kendime ağır bir küfür etmiştim. "Uyuyor muydun?" diye fısıldayarak sordum balkon kapısına çöküp iki büklüm bir halde otururken. Boştaki kolumu karnıma çektiğim bacaklarımın etrafına sarmıştım. "Özür dilerim, Tae."
"Hayır, yarın boş günüm, tembellik ediyordum." diye yanıtladı ve hemen ardından esnedi. "Şu birkaç gündür delirmemek için kendimi zor tuttum, televizyon izleyerek beynimi öldürmeye karar verdim en sonunda."
Hafifçe kıkırdadım. "Jungkook nasıl?"
"Sınav kağıtlarını okurken uyuyakaldı, sabah onu uyandırmadığım için beni boğacak büyük ihtimalle." dedi, ses tonundan gülümsediğini anlamıştım. "Okulda çok yoruluyor. Hastanede ondan daha çok yorulduğumu düşündüğü için de tek kelime etmiyor ama biliyorum."
Karanlıkta, balkonu ıslatmayan yağmurun karşısında burukça gülümsedim. Onların aşkına tanıklık etmek beni çok mutlu ediyordu. Evet, aramıza çektiğim bir sınır vardı ve evet, hayatlarında hiçbir zaman istediğim yere sahip olamayacaktım ama bu, onları ne kadar çok sevdiğim gerçeğini değiştirmiyordu. "Mingi psikolojik tedavi görüyor." diye devam etti Taehyung ben cevap vermeyip sessiz kaldığımda. Ah, Mingi için aradığımı düşünmüş olmalıydı. Halbuki ben yalnızca en yakın arkadaşıma ihtiyaç duymuştum... "Eş birimlerine bildirdik. Üstünü örttüler, sanırım medyanın duymasını istemiyorlar."
"Anladım..."
"Sen nasılsın?" diye sordu hemen ardından. "Min hyung- yani, Yoongi hyung nasıl?"
Yoongi'nin adı geçince öyle bir iç geçirmiştim ki Taehyung duraksamıştı. Hatta birkaç saniyelik de olsa bir sessizlik çöktü, Taehyung esen rüzgarı duymuş ve dışarıda olup olmadığımı sormuştu. "Balkondayım," diye cevaplamıştım. "Hyung uyuyor da."
"Bir sorun mu var?" diye devam etti sorularına. "Beni bu saatte arıyorsun..."
"Sanki hiç aramıyorum." dedim yalandan alınmış bir ses tonuyla.
Ama Taehyung "Aramıyorsun." dedi ve ben duvara çarpmış gibi öylece kalıverdim. "Bunu sen de biliyorsun, Jimin."
Soğuk yüzünden yaşarmaya başlayan gözlerimi yumdum. Aramıza çektiğim o çizgiye rağmen böyleydik, böyle yakındık, böyle biliyordu beni, böyle görüyordu hissettiklerimi. Taehyung'u, ona en yakın kişi olmayı özlüyordum, deli gibi özlüyordum hem de. Ama yerimi öğrenmiştim, öğrenmek zorundaydım. Eşlilerin yanında eşi olmayanlar olarak, değerimizi bilmek zorundaydık.
"Sen o gece arkadaşlarını kaybettin," dedi Taehyung. "Ben de en yakın arkadaşımı."
"Taehyung, böyle söyleme-"
"Jimin, bir sorun mu var?" diye üsteledi. "Bana söyleyebileceğini biliyorsun. Gerekirse yürüyerek gelirim, hem Jungkook uyanınca beni öldüremez."
Suratımı dizlerime gömüp gözyaşlarımın arasında kıkırdadım. "Seni seviyorum."
"Kulübe hoş geldin."
"Kulübü ben kurdum!"
Bu sefer kıkırdayan Taehyung olmuştu. "Hadi söyle. Seks mi yaptınız?"
"Taehyung!" Sesim bir an için oldukça yüksek çıkmıştı. Yoongi hyung'un uyanmış olabileceğinden korkup Taehyung hattın diğer ucunda homurdanırken ben nefesimi tutarak odada yaşanan herhangi bir hareketlenmeye kulak kabarttım ama saniyeler geçmesine rağmen olup biten bir şey yoktu. "Saçmalama. Olmadı öyle bir şey!"
"Henüz~"
"Kim Taehyung, tanrı şahidim..." İç geçirdim. "Olmadı. Olmayacak da."
Ses tonumdaki ciddiyeti fark etmiş ve dalga geçmeyi bir rafa kaldırıp "Neden?" diye sormuştu ilgiyle. "Jimin, ben sizi çok yakıştırıyorum. Yemin ederim-"
"Gidecek."
Rüzgar biraz daha hızlı esti sanki, yağmur şiddetini arttırdı. Gidecekti. Kalbimi oyun hamuru diye vermiştim ellerine ama ondan, onun kalbini istemeye yüzüm yoktu. Gidecekti. Kalbim göğsümde yine taş kesecekti, arkadaşlarımla arama çok daha kalın bir çizgi çekilecekti ve ben yine başka tenlerde şifa arayacaktım. Her gün hayat kurtarıp biraz daha ölecek, ellerini tutup kollarında uyuduğum adamla yalnızca kitap sayfalarında buluşacaktım.
Tanrım, ben ne yapacaktım?
"Ama ben sizi çok yakıştırıyorum..." diye fısıldadı Taehyung.
Derin bir nefes alırken gözlerimi devirdim. "Taehyung, sen son birkaç yıldır Namjoon-ie hyung'la aramı yapmaya çalışmıyor musun? O geri zekalı eşinle beraber?"
"Yah," diye homurdandı. "Hata etmişim. Edemez miyim?"
"Tae-"
"Jimin, yıllardır neler yaşadın... Namjoon-ie hyung'la ya da bir başkasıyla. Gecelik sevgililerini biliyorum, Namjoon-ie hyung'a borçlu hissettiğinden verdiğin tavizleri biliyorum. Kırılmasından korktuğun kalbini kendine bile açmadığını biliyorum Jimin." Birkaç saniye boyunca duraksayıp sessiz kalmış, söyleyeceği şeyleri düzgün bir sıraya koymaya çalışmıştı. Taehyung'un kelimelerle arası iyi değildi, çiftlikte büyüdüğü için Korecesi standarttan oldukça uzaktı. En yakın arkadaşı olduğum için lisede onun çevirmenliğini hep ben yapardım. "Kendini her zaman benden uzak tuttun, sanırım benim de seni kırmamdan korkuyordun ve bu olasılığın içinde yeşermesine bile fırsat verdiğim için senden özür dilerim. Ama, Park Jimin, sen yıllar sonra kalbini ilk defa şimdi açıyorsun bana." Sonraki cümlesini kurarken gülümsediğini anlayabiliyordum. "Yoongi hyung sayesinde."
Sesi kesilir kesilmez gözlerimin damlatan muslukları sonuna kadar açılmıştı, Taehyung ismimi mırıldanırken hıçkırarak ağlamaya başlamıştım. "Gidecek," diyordum kekeleyerek, nefesim kesik kesik olduğundan sesim de kesik kesik duyulurken. "Gidecek, Taehyung."
"Elini tutarsın."
Ağlamam içeriden duyulmasın diye kolumu ısırmam gerekmişti. "Jimin, o adam sadece üç haftadır hayatında." Bilmiyordu, tüm hayatım onun satırlarında can bulmuştu, anlatamazdım. "Şu haline bak. En son ne zaman bir adam için ağladın? Agust D'nin son filminde Kim Seokjin'in ne kadar yakışıklı olduğuyla ilgili ağlaman dışında, yani?"
"Kalmaz," dedim burnumu çekerek. "Gider. Gidecek de. An kolluyor, fırsat karşısına çıktığı an bırakacak beni."
"Jimin, bunu onunla konuştun mu?" Sorusunu büyük bir coşkuyla reddettiğimde iç geçirmişti. "Şu an yalnızca olasılıklar yüzünden ağlıyorsun. Ya farklı hissediyorsa?"
"Nasıl yani?"
"Ya karşılıksız değilse, Jimin?"
Yaptıkların karşılıksız değil.
"Taehyung," Telefonu tutmayan elimi yumruk yapmış, gözümü ovuşturuyordum. Mızmız, küçük bir bebek gibi hissediyordum ama bunca yılın ardından birinin bebeği olmaya ihtiyacım vardı. Hyung olmaktan, sunbae ve doktor bey olmaktan yorulmuştum. Birinin küçüğü, birinin kıymetlisi olmak istiyor ve bu arzum yüzünden de kendimden küçük olan en yakın arkadaşıma ağlıyordum. "O... Benim flörtöz tavırlarımı bilirsin, bana karşı öyle... Arsızın teki zaten-" Hattın diğer ucunda kıkırdamaya başlamıştı. "Bazen beni önemsediğini de hissediyorum. Bugün öyle bir şey dedi ki..." Ne dediğini söyleyemezdim. İyi ki pilheu'sın. Açıklamasını asla yapamazdım. "...kollarının arası dünyadaki en güvenli yer gibi hissettiriyor."
"Jimin, senin bekaretini kaybetme zamanın gelmiş, arkadaşım."
Ofladım, iki dakika ciddi olsa ölürdü sanki. "Senin aksine ben yirmi dört yaşına kadar kurtlanmadım, Taehyung."
"Yirmi üç buçuk. Ayrıca, anal bekareti-"
"Taehyung."
Artık kahkahalarla gülüyordu. "Japonların penisi kısa olu-" Ani bir darbe sesiyle beraber Taehyung hattın diğer ucunda acıyla inlemişti, havaya karışan kahkahasıyla beraber bu sefer benim dudaklarım kıvrıldı. Hemen sonraki saniye arka taraftan Jungkook'un "Beni neden uyandırmadın?" diye kükreyen sesi duyulmuştu.
"Jimin, ben seni arayaca-" Arama bir anda sonlanınca telefonumun ekranını kilitleyip kollarımı bacaklarımın etrafına sarmış ve başımı önüme eğip yavaş yavaş da olsa kendimi toplamaya çalışmıştım. Taehyung'un kafamı dağıtıp moralimi düzeltmeye çalıştığının farkındaydım, yıllar sonra dertlerimi ona açmama minnet duyuyor ve işi eline yüzüne bulaştırmamaya çalışıyordu. Öyle ki ne zaman ismi geçse somurttuğu Japonya'yı bile muhabbetimize katmıştı.
Taehyung beni yaklaşık beş dakika sonra aradı. "Heh, kaçtım evden." dedi aramasını yanıtladığım an, kıkırdayarak. "Canavar uyandı."
Ben de kıkırdadım. "Ne fırlattı kafana?"
"Terlik!" Ses tonundan şaşkınlık akıyordu, Jungkook'un nasıl böyle bir şey yapabilmiş olduğunu sorguluyor gibiydi. Jungkook'un ona çok daha kötü şeyler fırlattığını görmüştüm ama hemen ardından gelip silahının isabet ettiği noktayı öpücüklere boğduğunu da biliyordum. Burukça gülümsemekle yetindim. "Neyse, ne diyordum? Yoongi hyung. Epey yakışıklı, kaçırma derim."
"Taehyung, ben seni çok seviyorum."
İç geçirdi. "Ben de seni." dediğinde alaylı tavrını bir kenara bırakıp ciddiyete büründüğünü anlamıştım. "Gideceğini söylüyorsun ya... Bir yılı mı var? Bir ay mı, yoksa bir hafta mı? Önemi yok, Jimin. Yarın mı gidecek? Hemen bu gece git ve öp onu. Eğer onu en sonunda kaybedeceksen, onu kaybedene kadar hiçbir şey kaybetmeyeceksin. Bırak kırılsın kalbin. Sevmekten olacaksa varsın olsun. Pişman olmanı istemiyorum, neden yapmadım diye diye kendini yemeni istemiyorum. Hatırlamıyor olabilirsin, ama sevmek sana çok yakışıyor, Jimin-ah."
"Tae..."
"Ben sevdiğim adama kavuştum. Ama ne zaman aynada yansımamı görsem onu daha erken öpmedim diye azarlıyorum kendimi."
"Jungkook senin eşin."
Cümle dudaklarımdan çıkar çıkmaz pişman olmuştum. Taehyung'la aramızdaki farkı gündemde tutmak öyle bir alışkanlık haline gelmişti ki, yıllar sonra yaşadığımız bu keyifli konuşmaya bile gölgesini düşürmeden edememiştim.
"Jimin, Jungkook her şeyden önce benim seçimim." dedi Taehyung. "Artık sen de mutlu olmayı seç. Lütfen."
Taehyung'la yaklaşık bir saat konuşup baştan aşağı buz kesmemin ardından en yakın arkadaşım eşini özlediğini söyleyerek eve dönmeye karar vermiş ve yeniden araşmaya söz vererek muhabbetimizi noktalandırmıştık. Taehyung'a kızmamıştım, Taehyung da ona kızmadığımı biliyordu; çünkü ben de Yoongi'yi özlemiştim. Sırtımı yasladığım kapının ardındaydı ve ben onunla aynı odada bulunmayı özlemiştim.
Onunla aynı gezegende olmamaya nasıl katlanacaktım ben?
İçeri girdim, sıcak hava anında etrafımı sararken olduğum yerde titremiştim. Yorganımın altına girmeyi ve uykuya dalana kadar Yoongi'nin uyuyan figürünü izlemeyi iple çekiyordum. Montumun fermuarını indirdiğim an uykulu sesiyle "Jimin?" diye seslenmiş ve gözlerim irileşirken hareketsiz kalıp olduğum yerde dikilmeme yol açmıştı. "Neredeydin?" diye devam etti konuşmaya. Başımı yavaşça ona doğru çevirdim, benimle konuşurken gözlerini bile açamıyordu.
"Balkondaydım, telefonda konuşuyordum."
Uyku yüzünden iyice pürüzlenen sesi anlamsız kelimelerle söylediğimi onaylarken yorganının ucunu tutup kaldırmış ve yatakta kayarak yanına başka bir bedenin sığacağı kadar yer açmıştı. Ne istediğini anlamadığım, daha doğrusu herhangi bir anlam veremediğim için olduğum yerde durup bir şey söylemesini bekledim. İnleyerek gözlerini açmış ve "Kolum yoruldu, hadi." demişti.
"Hyung?"
"Ryan." dedi mızmız sesiyle. Montumu çıkarıp ikilemesine izin vermeden girdim koynuna, yorganı üstüme örtüp kollarını etrafıma sardı. Neden, diye soramadım. Niye böyle yapıyorsun, madem gideceksin, neden kalbimi parmaklarının arasında tutuyorsun, diyemedim. Öpmedim de. Uyurken dudakları sarkmıştı, beni yanına çağırırken aklı yerinde bile değildi belki ama yarın, haftaya, sonraki ay, seneye... Bir gün gidecekti. Bir gün bana sarılıp uyumak istemeyecekti.
Ben de sormadım.
Yalnızca onu seçtim.
Onu kaybedene kadar hiçbir şey kaybetmeyeceksin.
kazada kaybettiği arkadaşlarını başta Taemin squad yazmıştım ama dayanamadım, değiştirdim isimleri... zaten prensip meselesi olarak bangtan dışında idolleri yazmıyorum fiklerimde ama gerçek hayatta arkadaşlıklarını çok sevdiğim için burada da kullanmak istemiştim, sonra dedim ki BEN NAPIYORUMÖÖÖÖ ve değiştirdim, yine de sizinle paylaşmak istedim hislerimi:(
ayrıca kafedeki tuvalet sahnesini konuşmayı yasaklıyorujfmdşlsakfghsldkja
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro