Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

20; 신성한

şaka maka 20.bölümdeyiz... okuyup seven herkese teşekkür ederim, yazmak benim için nefes almak gibi ve yazıyor oluşuma saygı duyup okumanız gerçekten çok güzel, yazarı robot yerine koyup hikayenin bitmesini bekleyenlerin aksine fhdkjj önümde çok sıkı bir eğitim yılı var ama ben elimden geldiğince her hafta bölüm koymaya çalışacağım :') yolunuz buraya düştüyse siz de bir yorum yapıverin kırmayın beni, iyi okumalar. :)

_________________

Uyandığımda odanın içinde basık bir hava vardı. Gece yatmadan önce pencereyi açık bıraktığıma emindim ama şimdi havasızlıktan nefes bile alamıyordum. Yataktan kalkıp ağır adımlarla Yoongi'nin dün gece beni kremleyip yatağa postalamasının ardından banyoda yıkayıp kalorifere astığı birkaç parça kıyafete ilerledim. Onları toplayıp yatağın ucuna bırakmış, en sonunda nefes alabilme amacıyla pencereyi açmıştım. Yağmur yağmaya devam ediyordu.

Yoongi neredeydi, hiçbir fikrim yoktu ama dün Min Borin'in evinden ayrılırken yanımızda getirdiğimiz kitap ve defterler odada olduğuna göre beni bırakıp kaçmamıştı. Cildimin ne halde olduğuna bakmak ve sabah rutinlerimi gerçekleştirmek üzere banyoya gittiğimde ışığı açamamış, Yoongi'nin dışarı çıkarken oda kartını da yanında götürdüğünü fark etmiştim. Karanlıkta da olsa işimi görüp hızla üzerimi değiştirdim, bedenimin görebildiğim kısımları dün geceye göre fazlasıyla iyi durumdaydı ve pijamalarımı çıkarıp rahat eşofmanlar giyindiğim sırada da cildime sürünen kumaş canımı yakmıyordu. Alışverişe çıktığımız gün Yoongi'ye aldığımız gri renkli ince ceketi üstüme geçirdim, bina içinde giymeye en uygun şey oydu çünkü.

Sonra da telefonumu alıp kartım olmadığı için geri giremeyeceğimi tamamen unuttuğum odadan çıktım.

Otel çok da büyük değildi ama odamız üçüncü kattaydı, bu yüzden ikinci defa düşünmeden asansöre yönelmiştim. Zemin kata ulaşıp asansörün kapıları açılırkense beni Yoongi'nin sırtı ve sesi karşıladı. Resepsiyondaydı, otel çalışanlarından biriyle konuşuyordu. "Otobüs olmaz," dediğini duydum. "Tren yok mudur?"

Çalışan ona saygılı bir şekilde cevap verirken Yoongi'nin omuzları düşmüştü, konunun neyle alakalı olduğunu bilmiyordum ama Yoongi resepsiyondaki adama "Eşimi araba tutuyor." dediği an ona doğru attığım adım havada kalmış, nefesim kesilmişti. Gözlerimin irileştiğini hissedebiliyordum, katın ortasında öylece kalıvermiştim.

Eşim.

Başka neler konuştular, ben orada daha ne kadar dikildim öyle bilmiyordum. Yüzündeki o yara izleriyle nasıl olurdu da eşi varmış gibi konuşabilirdi? Yoongi konuşması bitince çökük omuzlarıyla asansöre, yani benim olduğum yere doğru dönmüş; hareketsiz bir şekilde öylece durduğumu görünce de kocaman açtığı gözleriyle karşımda beni taklit edercesine durmuştu. Kendini toplaması bana kıyasla oldukça kısa sürdü, birkaç saniye sonra hızlı adımlarla yanıma varmıştı. "Yah," diyerek yumuşak bir sesle selamladı beni. Eşim. "Günaydın."

Yutkunarak kendime geldim. Duyduğumu bilmemeliydi. Kitaplarda ne kadar sert olabildiğini okuduğum bu adam benim yanımda yumuşak, sakin ve samimi olmaya çekinmemeliydi. "Günaydın, hyung."

Elini belime koyup beni bir yöne çevirirken yüzünde hafif bir gülümseme vardı. "Ceket yakışmış."

Ceketin yenlerini parmak uçlarıma kadar çekip ellerimi önümde birleştirdim, kızarmaya başladığımı hissedebiliyordum. "Üşüdüm."

"Hadi kahvaltı yapalım, servis saati başlamıştır." Otelde kaldığımız ilk günden beri bir kez olsun yemeğe inmemiştik ama Yoongi nerede olduğunu biliyormuş gibi yönlendiriyordu beni, yemek odasına girdiğimizde yarısının anca dolu olduğunu görmüştüm. Elini belimden çekip büfede önüme geçti ve aldığı tabağını doldurmaya başladı. Aç hissetmediğim için onun aksine daha boş bir tabak aldım ve masaya oturduğumuzda kaşlarını çatarak önümdeki kahvaltıya bakmasına sebep oldum. Ben ne olduğunu anlamadan tabaklarımızı değiştirdi. "Hyung!"

Umursamaz bir tavırla omuz silkip çubuklarını tabaktakilere daldırmıştı, oflayarak ben de çubukları parmaklarımın arasına aldım. Bir süre boyunca o azar azar yedi, bense tabaktakilerle oynadım. "Çorba alayım," diye ayaklandığında başımı hafifçe sallamış, masadan uzaklaştığında da cebimdeki telefonu çıkarıp tabağımın yanına koymuştum. Namjoon-ie hyung ararsa gözden kaçırmak istemiyordum.

Masaya iki ufak kaseyle döndü Yoongi, benim için ayrıca kaşık da almıştı. Öfkeli bakışlarını görünce daha da sinirlenmesini engellemek için bir parça ıspanak alıp ağzıma tıktım; bakışlarını benden ayırmadan çorbasını içmeye başladı.

Sessizliğimiz yalnızca birkaç saniye sürmüştü. "Nasıl hissediyorsun?"

"Daha iyiyim, hyung. Sen nasılsın?"

"İyi ol." dedi sorduğum soruyu tamamen es geçerek ve bakışlarımı endişeyle üzerinde gezdirmeme yol açtı. Dün o da sarsılmıştı, bencilliğim yüzünden oturup düşünmemiştim ama Yoongi resmen onu yazan kişiyle – tam anlamıyla olmasa da – karşılaşmıştı. Bir şey söylememe izin vermeden "Ne düşünüyorsun?" diye sorarak devam etti konuşmaya.

Duraksadım, bakışlarım bir an için de olsa tabağımın yanındaki telefona kaymıştı. Yoongi'ye yalan söylemek istemiyordum, beni yalancı diyerek suçlayacak oluşundan kaynaklanan bir korkunun meyvesi değildi bu; basit bir şekilde ona karşı dürüst olmak, kitaplarda karşısına çıkan herkes ona yalan söylemişken güvenine sahip olmak istiyordum. Sinirlenebileceğini düşünsem de "Namjoon-ie hyung'u." diye cevapladım sorusunu. Sonra da kaşlarını çatmasını, onu nasıl da öptüğümü yüzüme vurmasını ve masadan kalkıp gitmesini bekledim.

Ama o sadece "Kahve ister misin?" diyerek sandalyesini geriye itti. Bu soruyu biliyordum. Kitaplarda ne zaman birisiyle oturup konuşmak istese kahve içmek isteyip istemediklerini sorardı, bu onun kendine has küçük ve de klişe bir alışkanlığıydı. Sorduğu insanlardan biri onu kendi kahvesiyle zehirlemeye çalıştıysa da Yoongi bu huyundan vazgeçmemişti. İnsanlara olan güveni buhar olup uçsa da kahveye karşı olan sevgisi ilk günkü gibi tazeydi.

Yoongi kahve almak için yanımdan ayrılırken hoşuna gitmesini umarak tabağımdakilerden elimden geldiğince yemeye çalıştım. Ne konuşacağımızı bilmiyordum ama bana sinirlenmesini istemiyordum. Dünden beri, sırf Min Borin o portalın seni Jimin'e götürmesinin bir sebebi var dediği için yanımda kalıyormuş gibime geliyordu. Aksi takdirde neden yanımda kalsındı ki? Önce bir kitap karakteri olduğunu ondan gizlemiştim, ardından da kitaplarının yazarı olduğunu iddia ettiğim kadının evinde parmak izimle çalışan bir bilgisayar bulmuştuk? Yetmezmiş gibi bu bilgisayarda bulunan video hem Yoongi'den, hem de benden bahsediyordu?

Kim olsa giderdi.

Eşimi araba tutuyor.

"Al bakalım." Fincanı telefonumun dibine koyup yerine geçti. Ufak bir teşekkür mırıldanıp tabağımı eşelemeye geri döndüm. Kafamı kurcalayan o kadar şey vardı ki, nasıl patlamamıştım hala şaşıyordum. Yoongi'nin bana seslendiğini birkaç denemenin ardından fark etmiştim. Elbette. Kahve getirmişti. Konuşmak istiyordu. "Hm?"

"Namjoon'la diyorum," diye tekrarladı bastırarak, son birkaç saniyedir bana duyurmaya çalıştığı cümlesini. "...ne zaman başladınız?"

Ne çeşit bir dramanın içine sıkışıp kalmıştım bilmiyordum ama, Namjoon-ie hyung'la aramda geçen her şey Yoongi için yaşanmıştı. Yoongi o gün gelip benim kapımı çalana kadar benim taştan farksız olmayıp göğsümde bana boş yere ağırlık yapan kalbim Namjoon-ie hyung'a karşı bir şeyler hissetmemişti. Yoongi'nin yumuşatıp büktüğü bu kas kütlesinin Kim Namjoon için, bunca yıldır böylesine yoğun olarak hissettiği ilk şey borçluluk hissiydi. Yoongi'ye yardım etmişti, ona borçlanmıştım. "Çıkmıyoruz." diye mırıldandım. "Hiç başlamadık."

Dudaklarını alaylı bir gülümseme kapladığında sinirlendiğini hissetmiştim, herhangi bir karşılık vermeden fincanı dudaklarına götürdüğünde "Ne?" diye sordum.

Omuz silkti. "Hareketlerinin doğuracağı sonuçları bir durup düşünsen keşke."

Bana beni kıskanamazsın palavrasını sıkıp kendisi böyle rahat konuşabiliyordu yani, öyle mi? "Neyin ne olduğunu ayırt edecek kadar deneyimim var," diye karşılık verdim aldığı son yudumun boğazında kalıp öksürmesine sebep olmasını umursamadan. "Senden öğrenecek değilim."

"Yok canım," dedi düzgün bir şekilde nefes alabildikten sonra. "Ne haddime? Gördüm neler yapabildiğini."

Senin için yaptım, aptal herif! "Ben bu konuyu daha fazla konuşmak istemiyorum." Beklemeden ayaklanıp elimi uzattım. "Kartı ver."

Önce bir yudum bile almadığım kahveme baktı, ardından da bakışlarını ağır ağır yüzüme kaldırdı. "Otur."

"Konuşmak istemiyorum, hyung."

"Otur dedim."

Onu umursamadan çıkış kapısına doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım, niyetim asansöre binmekti. Zaten asansör de kahvaltıya inen birkaç kişi yüzünden henüz ulaşmıştı zemin kata, boştu ama yedek kartlardan birini almak için yönümü resepsiyona çevirdim. Ben ne olduğunu anlamadan bir el – büyük ve soluk renkli bir el – kolumu sertçe kavramış, beni asansöre adeta fırlatıp beklemeden kapıların kapanmasını sağlayan düğmeye basmıştı. "Hyung-"

"Çok meraklısın insanların önünde sahne çekmeye, değil mi?" diye yürüdü üzerime. Gözlerim korkuyla irileşirken sırtımı asansörün duvarına yasladım. Yoongi'yi devirmek benim ufacık bir bilek hareketime bakardı ama ani öfkesinin şoku yüzünden tepki veremiyordum. "İstasyonda da aynısını yaptın."

Görmüştü. "Hyung, ne dediğini bilmiyorsun." Asansör kata ulaşıp kapılarını açtığında beklemeden yanından geçip koridora çıktım, kart onda olduğu için önde yürümem mantıksızdı ve böyle yaparak onu daha da sinirlendiriyordum ama elimde değildi. "Melek," diye tıslayarak geldi arkamdan, korkumdan bana melek dememesi için çemkiremedim bile.

Kapıya ulaşıp umutsuz bir çabayla açmaya çalıştım, Yoongi bu sırada yanıma varmış ve beni kolumdan yakalayıp kendine çevirmişti, sırtım kapıyla buluştu. Dudaklarını araladığı an konuşmasına engel olmak için "Kapıyı aç." dedim.

"Konuşacağız."

"Kapıyı aç!" Sesimi yükselttiğimde sırf beni susturmak için kartı kullanarak kapıyı açmış, ben içeri girdiğim an arkamdan gelmişti. Ondan uzakta olmak istiyordum, elimden geldiğince ondan uzak durmak ve temas etmemek istiyordum ama Yoongi elbette söz dinlemiyordu. "Melek." dedi dikkatimi çekmek istercesine ama ona bakmadan banyoya doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım. Kaçamıyorsam saklanırdım, kapıyı kilitlediğim takdirde kıracak hali yoktu ya.

Yeniden kolumu yakaladı ve yerimde kalmamı sağladı, güç kullanarak kendimi kurtarmaya çalıştım ama canını yaktıysam da parmakları tutuşunu gevşetmedi. "İnsanların içinde büyük cümleler kurmaya bayılıyorsun," dedi karşıma geçip banyoyla arama girerken. "Ben konuşunca mı suç oldu?"

Cevap verme Jimin. Konu hoş yerlere gitmeyecek, sakın söyleme. "Hyung, seninle Namjoon-ie hyung'u konuşmak-"

"Namjoon-ie hyung'un umurumda değil!" diye kükredi yüzüme doğru, korkuyla geriye doğru bir adım attım. "Seninle oturup iki kelime konuşmak istedim ben!"

"Ben istemedim!" diye bağırarak karşılık verdim ben de. Biliyordum işte, Namjoon-ie hyung'la çıkmıyorduysam neden onu öptüğümü soracaktı ve her şeyi onun için yaptığımı öğrendiği an seni de, sözünü de istemiyorum diyecekti. İşlerimi bu yolla çözmeye alışık olduğumu öğrenince bana bir daha asla eskisi gibi bakmayacaktı, bu sabah kahvaltıya giderken gülümsediği gibi gülümsemeyecekti belki de. Bana aşık olduğunu iddia eden Kim Namjoon bile geçmişimi benimle beraber istemiyordu, sırf yazarı öyle dedi diye yanımda kalan Suga beni neden istesindi?

Bağırmamla beraber, belki de kurduğum cümlenin anlamıyla beraber gerilemiş, aramızdaki mesafeyi açmıştı. Bir anda durgunlaştı, kavga etmekten mi yorulmuştu yoksa benden mi, bilmiyordum. Gözlerimin yanmaya başladığını hissedince içimden ağır bir küfür savurdum, onun önünde ağlarsam konuyu irdelemeye devam edecekti.

"Min Borin istediği için seninle kalıyorum sanıyorsun, değil mi?" diye sordu.

Boğazım düğümlendi, en başından beri amacının buradan gitmek olduğunu biliyorken böyle düşünmeyi nasıl engelleyebilirdim? Gözlerim doluyordu, dudaklarımın alaylı bir gülümsemeye kıvrılmasına engel olamadım. Bir insan neden Park Jimin'le kalmak isterdi ki?

"Az önce aşağıdayken seninle gerçekten de konuşmak istedim." Bakışları dudaklarımdaki gülümsemeye takılmıştı ve onunla alay ettiğimi düşündüğünü anlamıştım ama ben kendimle alay ediyordum. İstasyonda Chimmy'yi ziyarete gelsin diye ona zorla verdirdiğim sözle; ait olduğu yere dönerken belki suçluluk hisseder diye sen zaten aklımdasın diyerek sıktığım palavrayla alay ediyordum. Park Jimin'le, ne kadar acınası olduğuyla, hayattaki en büyük başarısı Suga'nın kapısını çalması oluşuyla dalga geçiyordum. Ben onun oyuncağıyken onunla oyun oynayamazdım. "Seninle Min Borin istedi diye kalmıyorum, aramızda o kadın dışında da bir muhabbet geçsin istedim."

Gözlüğünü çıkarıp boştaki elinin avucuyla sol gözünü ovuşturdu, başını öne eğmişti. Dudaklarımdaki gülümseme silindi, artık kendimle dalga geçmeye bile tahammülüm yoktu. Duyduklarım hayatım boyunca duymadığım, inanılması benim açımdan imkansız olan şeylerdi. Taehyung her zaman en yakın arkadaşı olduğum için minnettar olduğunu, başkalarını verseler de beni değişmeyeceğini söylerdi. Sonra gelip eş depresyonundayım diye kalbimi kırardı. Namjoon-ie hyung beni sevdiğini ve kararlarıma saygı duyduğunu söylerdi ama ne zaman geçmişime dair bir konu gündeme gelse elinden gelen tüm güçle yaptığım, yaşadığım şeyleri görmezden gelirdi. Öz ailem bir noktada zaten benden umudunu kesmişti.

Yoongi'nin bana yalan söylemeyeceğini bilmiyor olsam, bu dediklerine alayla gülerdim.

Ama öyle değildi.

"Bir daha sırf benim için, sevmediğin insanları öpme, melek." Gözlüğünü yeniden takıp adımlarını kapıya çevirmiş, bana yeniden bakmadan koridora çıkmıştı. "Sana da, sözüne de minnettarım ama ben bunlara değmem."

Sonra da içeriye girerken yere fırlattığı kartı almadan kapıyı arkasından çekip gitti.

**

Çıldıracaktım.

Yoongi elbette dönecekti, eşyaları buradaydı, Min Borin'in evinden aldığımız şeyler buradaydı; onları böylece bırakıp nereye gidecekti ki? En azından, kafamı dağıtmak için yazarın evinden aldığımız kitaplardan birini okumaya başladıktan sonraki dört saatte kendime söylediğim şey buydu. Yoongi dönecek.

Sonra o gideli sekiz saat oldu bir anda.

Birkaç gün önce cüzdanıma sakladığım sarı kurdeleyi bulup parmaklarımın arasındayken ağlaya ağlaya uyuyakalmış, hayatımın en korkunç kabuslarından birini görmüştüm. Öyle kan ve vahşet dolu bir rüya değildi ama yine de...

Yatakta sarsılarak açtım gözlerimi, Yoongi yanıma oturmuştu, parmakları elimin içinde, kurdelenin yerini almıştı. Endişeyle üzerime eğildi, boştaki elinin parmakları yanaklarımı okşuyor, başparmağı gözyaşlarımı siliyordu. "Geçti." diye mırıldandı korkumu yatıştırmak için. "Rüyaydı, geçti."

"Hyung," İç içe geçmiş olan parmaklarımızı yüzüme doğru çekip tenime yasladım, gözlerimi sımsıkı yummuştum. "İki tane Jimin vardı," Gerçek hayatta bir tanesine katlanamıyorken... "Sen de vardın. Gözlerimi kapatıyordun, sonra ben senden kaçıyordum. Hyung, ben senden kaçmam ki."

Yanağımı okşayan eli önce enseme kayıp terli saçlarımla oynamış, ardından omzuma kayarak beni yavaşça doğrulmaya zorlamıştı. "Hadi elini yüzünü yıkayalım."

"Elimde elma vardı, sikeyim, anlamlarını bile bilmiyorum ama o kadar korktum ki." Yoongi beni yataktan kaldırıp banyoya sürükledi, yüzümü yıkamama yardımcı olmuş ve havluyla yavaş yavaş, nazikçe kurulamıştı tenimi. Anlatmak istiyordum ama o inatla dinlemek istemiyordu sanki. Havluyu yerine asıp iki elimi de tuttu ve iyi olup olmadığımı anlamak için ciddi bir ifadeyle gözlerime bakmaya başladı. "Hyung..."

"Neden bu kadar korktun?" diye sordu titreyen göz bebeklerime ithafen, şaşkınlıkla. Söylediğim şeylerin kulağa korkunç gelmediğini biliyordum ama o kadar canlı bir şekilde yaşamıştım ki etkisinden çıkamıyordum.

"Diğer Jimin... çok güzeldi." dedim fısıltıyla. "Çok... tanrısal bir güzelliği vardı, hyung."

Anlamayarak kırpıştırdı gözlerini. "Güzelliğinden mi korktun?"

Başımı ağır ağır iki yana salladım. "Onu benden korumaya çalıştın."

Ellerimi bir anda bıraktığında uçurumdan düşmüş gibi hissettim, irileşmiş gözlerimle ona bakakalmıştım. Kaşlarını çatarak geriye doğru bir adım attı, neler olup bittiğini anlamaya çalışıyor gibiydi. "Nasıl bir güzellik dedin sen?"

Yutkundum. "Tanrısal."

Büyük ihtimalle okuduğum kitaptan etkilenmiştim, eğitim hayatımız boyunca bize öğretilen bilgilerin genel olarak toparlandığı bir kitaptı, Naamkahu'yla ilgili dolusuyla bilgi vardı. Ama Yoongi'nin bir anda neden böyle davrandığını anlamadığım için rüyanın içime yerleştirdiği korku tohumları yeniden yeşermeye başlamıştı. "Hyung?"

Davranışının beni nasıl etkilediğini fark edince gözlerini kırpıştırarak kendini toparladı ve beklemeden elimi tutup beni odaya doğru çekiştirdi. "Hadi akşam yemeğine inelim seninle. Bütün gün bir şey yememişsindir."

"Hyung, odaya nasıl girdin?"

"Resepsiyondan yeni bir kart aldım." Kıyafetlerim terli olduğu için bavula doğru eğilip bana yeni ve temiz giysiler bulmaya çalıştı, bense o sırada yatağın yanında, halının üzerinde olduğunu gördüğüm sarı kurdeleye doğru ilerledim. Parmaklarımın arasına alıp geri oturdum yatağa, o kadına yıllardır beklediğini getirmeyen bu ufak şey bana iki defa getirmişti Yoongi'yi.

"Melek!" Yoongi bağırdığında oturduğum yerde korkuyla zıplayarak bakışlarımı ona çevirdim, beni korkuttuğunu fark edince az da olsa sakinleşmişti ama yine de yüzünde sabırsız bir ifade vardı. "Sesleniyorum, duymuyor musun?"

"Dalmışım..."

"Hadi giyin." Benim için seçtiği kıyafetleri yatağımın ucuna bıraktı, bakışları bir an için komodinin üzerindeki kitaba takılsa da uzun sürmemişti, adımlarını kapıya çevirdi. "Ben dışarıda bekliyorum."

"Hyung!" diye seslendim umutla. Omzunun üstünden dönüp bana baktığında, konuşmaya devam etmeden önce dudaklarımı ıslatmam gerekmişti. "Yemekten sonra... kahve içmek ister misin?"

Sabahı silmek, onunla yeniden eskisi gibi olmak istiyordum ve biliyordum ki bu sefer adım atması gereken kişi bendim. Yoongi bedenini yavaşça bana doğru çevirip bir süre beni izlediğinde teklifimi cidden gözden geçirdiğini, bana cidden yeni bir şans vereceğini düşünmüştüm. Ama onun aklında çok farklı şeyler vardı. Bana kalp krizi geçirtebilecek, hayatımı bir daha asla aynı kılmayacak şeyler.

"Konuşacağımız şeyler var." dedi.

"Ne hakkında konuşacağız?" diye sordum korka korka.

"Japonya hakkında." dedi ve ben söylediği şeyi sindiremeden devam etti. "Japonya ve çukur hakkında."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro