19; the fall of the rebel angels
Bana ne zaman gideceğini söylese onu bir şekilde kalmaya ikna etmiştim. Ama şimdi, buradan sağ çıkabildiğimiz takdirde gitmek isteyecek olursa, ona kal demeye yüzüm olmayacaktı. Çünkü ben, Park Jimin, yıllardır hayalini kurduğum yolculuğun ilk dakikasında direksiyonun hakimiyetini kaybetmiştim. Onu yalnızca yavaşlatmıyordum, ben Suga'yı yoldan çıkarmıştım.
Şimdi masanın üzerindeki potansiyel ipuçlarıyla değil de dizlerinin üzerine çöküp sinir krizi geçiren benimle ilgileniyor olması, bunun en büyük örneğiydi. Etrafı kolaçan etmem gerekiyordu. O rahat rahat işini hallederken benim arkasında olup onu korumam gerekiyordu. Suga'nın yalnız olmadığını bilip bunu hissetmesi gerekiyordu ama ben ona bir yoldaştan çok yük haline gelmiştim. Derinden gelen sesi kısık bir vaziyette "Melek..." diye sayıklarken bakışlarımı gözlerinden çekememem de bu yüzdendi. O an için beni sakinleştirebilen tek şey benden umudunu kesmediğini haykıran bakışlarıydı. "Sana ihtiyacım var," diye devam etti.
Beni asıl üzen şeyse bu halinin bana duyduğu ihtiyaçtan değil, hakkımda duyduğu endişeden kaynaklanıyor olmasıydı. Diyorum ya, o ne yapar eder kurtulurdu bu durumdan. Ama şimdi iki kişiyi kurtarabileceğinden emin değildi, bu yüzden benim için endişeleniyor ve kendime gelmemi sağlamaya çalışıyordu.
Söz vermiştim.
Yoongi'ye söz vermiştim.
Dudaklarını alnıma, olduğunu düşündüğü yere bastırdı. Ama tam karşımdaydı. Bir eli kolumu okşarken diğeri ensemdeki saçlarla oynuyordu. Dudaklarından tenime geçen ısıyı hissedebiliyordum. Bana değil, benim kendimi kurtarabilmeme ihtiyacı vardı. Hayatımda yarattığı etkiyi görebilmeye, gerçekten de kahramanım olduğunu ona göstermeme ihtiyacı vardı. Beni kurtarmak için bir yol bulmaya ihtiyacı vardı.
Dudakları tenimden ayrıldı, bakışlarımız yeniden kesişti ve içimde bana ait olmayan o sesi uzun zaman sonra yeniden duydum. Jimin, dedi Yoongi'nin bakışlarında kaybolup ruhunu görebildiğim sırada. Sen susun. Sen ne yapar eder, bir yolunu bulursun.
"Hyung." En sonunda bir tepki vermemle derin bir nefes almış, gözlerini bir an için yumup yeniden açmıştı. "Sen masayla ilgilen," dedim tutuşundan kurtulup ahşap zeminde ayaklanmaya çalışırken. "Ben o çirkinleri hallederim."
Dudaklarına heyecan dolu bir gülümseme yayılırken beni başını sallayarak onaylamış, hemen ardından da benim gibi doğrularak masaya koşmuştu.
Zemindeki yarığa diktim bakışlarımı, anladığım kadarıyla gül ve onunla ilgisi olan her şeyin melekleri önleyici bir etkisi vardı. Yoongi silahın kabzasındaki desenden bahsederek bunu ima etmişti, Min Borin'se zeminini gül yapraklarıyla doldurarak meleklerin bu kata çıkmasını engellemeye çalışmıştı. Neden sadece bu kat, diye düşünmeden edemedim. Lanet kadın neden bahçesini gül fidanlarıyla doldurmamıştı sanki?
Korkarak da olsa pencereye yaklaştım, bahçede onlarca melek olduğunu görünce acıyla inlemeden duramamıştım. Yoongi bana bakmadan "Ne oldu?" diye sordu, masayı terk etmiş, bakışlarıyla duvarlarda bir şey arıyordu.
"Naamkahu peşimize ordu takmış."
Aradığı şey odanın ışığını açan anahtardı, koşarak elektriğin olup olmadığını kontrol etmiş ve oda bir an için aydınlandığında zevkle gülmeye başlamıştı. Yeniden masaya koştu, bilgisayarı kurcalamaya başladı.
"Kapıdaki sistem çalıştığına göre elektriğin olduğunu tahmin etmek zor olmamalıydı." diye mırıldandım.
"Kapat çeneni," diye homurdandı. Onu böyle iş üzerinde görmek beni büyülemişti, farkında olmadan sırtımı pencereye dönmüş ve onu izlemeye dalmıştım. Bilgisayarın klavyesinde gezinen parmakları bir an için duraksamış, başı yavaşça bana dönmüştü. Gözleri korkuyla irileşince fark etmiştim kendi gölgemin üzerindeki diğer gölgeyi. Cam parçalandı, iki güçlü el omuzlarımı kavradı ve ben çığlık atmak dışında bir şey yapamadım.
Yoongi'nin daha önce öyle hızlı hareket ettiğini görmemiştim. Beni kaldırımda bırakıp Hope diye bağırarak koşarken aslında bir kaplumbağadan farksızmış, meğer. Bir anda yanımda belirdi, sol kolu güçlü bir şekilde belime sarılırken sağ elinin içindeki gül yapraklarını meleğin üzerinde kullanmış – melek arkamda kaldığı için ne yaptığını görememiştim – ve omuzlarımın o sıkı tutuştan kurtulmasını sağlamıştı. Dengesini sağlamak için benimle beraber bir adım geriledi ve düşmemi engellemek için kendi etrafında döndü, tek koluyla beni taşımakta zorlandığı için sırtının kırık camın önünde, savunmasız kalmasına izin vermişti ve gül yaprakları yüzünden tıslayarak kaçan meleğin yerine gelen bir başka melek beklemeden ona uzandı. İçgüdüsel bir şekilde yumruğumu o çirkin suratına savurdum.
Sonra acıyla tıslayan da ben oldum.
"Seni ahmak," Yoongi benimle beraber kendini ileri atmış, yerde yuvarlanarak pencereden uzaklaşmamızı sağlamıştı. Melek beklemeden içeri daldı ve ayakları yere konduğu an... alev aldı.
Yalnızca birkaç saniye sürmüştü, o koca kütle gözlerimin önünde yok olup az önce bulunduğu yerde hiçbir şey kalmazken alevler de onunla beraber gözden kaybolmuştu. Yoongi büyük elleriyle kulaklarımı örtse de acıyla attığı çığlığı duymuştum ve uzun bir süre kabuslarıma konu olacağına emindim. Öyle farklı bir histi ki... O çığlığı duyunca onun çektiği acıyı çekmiştim, benim tenim kavrulmuştu sanki alevlerin içinde.
Yoongi'nin gözyaşları yanaklarından süzülüp çenesinden benim üzerime damladığında, çığlığın onun üzerinde de aynı etkiyi bıraktığını fark etmiştim. Ama Min Yoongi buna rağmen benim kulaklarımı kapatmaya, benim acı çekmemi engellemeye çalışmıştı. Biliyordu, meleklerin çığlıklarının böyle bir etkisi olduğunu biliyordu ve yine de kendini düşünmemişti.
Tir tir titriyordu, eti kavrulmuş gibi ağlıyor ve yine de ellerini kulaklarımdan çekmiyordu. "Hyung," dedim kendi gözlerimin de dolmasına engel olamadan. "Hyung, iyiyiz..."
"Biliyorum," dedi kekeleyerek, kelimeleri zorlukla telaffuz ediyordu. Onu böyle görmek canımı daha çok acıtmıştı, meleğin yanıp kül olması Yoongi'nin gözyaşlarını görmenin yanında hiçbir şeydi. "Sanırım zemin gül ağacından." Çektiği acıya rağmen olup bitenlerden bir şeyler çıkarıyor olmasına inanamıyordum. Ağlamama dayanamıyormuş gibi elleri kulaklarımı terk etti ve yanaklarıma kayıp onun için akan gözyaşlarımı silmeye başladı.
Bir anda titremeyi kesti. Dudaklarının arasından kaçan nefes tenime çarptı, benim gözyaşlarım onun etini kavuran ateşi söndürmüştü sanki. Acısı dinmiş gibi duruyordu üzerimde, ve evet, hala yuvarlandığımız noktada uzanıyorduk. "Eline bakayım," diyerek kalktı üstümden, kekelemeyi kesmişti. "Çok acıdı, değil mi?"
"Taşa vurdum sanki."
İç geçirdi. "Bir dahakine suratına gül yaprağı fırlatmayı dene."
"O an onu düşünemedim." diye homurdandım. Dudaklarının köşesi hafifçe kıvrılırken bakışlarını benden kaçırmıştı, parmak boğumlarıma dokunarak acıyla tıslamamı sağladı ve eğilip ben ne olduğunu anlamadan dudaklarını zedelenmiş elimin üzerine bastırdı. Öyle ağlamıştı ki gözyaşları dudaklarına ulaşmıştı, ufak öpücüğü tenimde ıslak bir iz bıraktı.
Sonra Yoongi hiçbir şey yaşanmamış gibi beni zeminde bırakıp masadaki işleriyle uğraşmaya geri döndü.
Cesaretimi toplayıp meleklerin ne alemde olduğunu kontrol etmek üzere pencereye son kez yaklaştım. Yoongi arkamdan "Dikkatli ol." diye seslendi, onu mırıldanarak onayladım. Başımı yavaşça kırık camdan dışarı uzattım ve meleklerin hepsinin bahçe duvarının dışında, tek bir sıra halinde beklediğini gördüm. Onları öyle düzenli görmek Namjoon-ie hyung'un söylediği, bunca zamandır gözümden kaçan şeyi hatırlamamı sağlamıştı.
"Bilgisayarı açamıyorum." diye homurdandı Yoongi.
Bedenimi heyecanla ona çevirdim. "Ev hapsi."
"Parmak izi gerekiyor." diye devam etti beni duymadan.
"Hyung!" Heyecanla bağırarak yanına koştum. "Ev hapsi! Min Borin'i bunca zamandır kayıp sanıyorduk ama kadın ev hapsindeydi!"
Bakışlarını bana çevirdi, yavaş yavaş anlamaya başladığını görebiliyordum. Dudaklarıma yayılmasını engelleyemediğim bir gülümsemeyle devam ettim konuşmaya. "Bir yazar neden hapse girer?"
Dudakları aralanırken başını çevirmiş ve masanın yan tarafında kalan kitaplığa bakmaya başlamıştı. Kitaplığın rafları Kaahujangi'yi konu alan birkaç kitap ve Min Borin tarafından doldurulduğuna emin olduğum birkaç deftere ev sahipliği yapıyordu. Aynı zamanda karalamalarla dolu bir yığın, A4 boyutunda beyaz kağıt... "Düzene meydan okuduğu için." diye mırıldanarak sorumu yanıtladı Yoongi.
"Min Borin yeryüzünde en büyük takipçi sayısına sahip olan dine meydan okudu," dedim heyecanla. "Seni yazdı, milyonları ayaklandırdı."
Kitaplığa ilerledi, bakışları ilgiyle defterlerin üzerinde geziniyordu. "Kadının elinde ne gibi bir bilgi vardı ki bu kadar korktular ondan?" diye sorarak devam ettim. "Şimdi nerede? Şimdi gerçek anlamda kayıpken altıncı kitabı nasıl yazabiliyor?" Konuşurken farkında olmadan sağlam olan elimi masaya koymuştum, neye dokunduğumu bilmiyordum ama bilgisayardan bir anda oturumun açıldığına dair bir ses yükselmişti. Yoongi şok içinde bana döndü, elim parmak izi tarayıcısının üzerinde duruyordu.
"Suga?"
Odaya yayılan kadın sesiyle beraber ikimiz de buz kestik. Bu sesi daha önce verdiği röportajlarda duyduğum için tanımam kolay olmuştu, Yoongi'yse ismini duymanın getirdiği şaşkınlığı yaşıyordu. "Özür dilerim," diye devam etti bilgisayarın ekranındaki Min Borin. Yoongi yanıma geldi, irileşmiş gözleriyle ekrana bakıyordu. "Bunca acıyı hak etmedin."
"Neden senin parmak izini kabul etti?" diye sordu Yoongi fısıldayarak.
"Lütfen beni bul," diye devam etti yazar. "Korkuyorum, meleklerin buna ulaşmasını engellemek için birçok önlem aldım ama yine de korkuyorum." Yoongi'yle konuştuğunu sanıyordum, sanıyorduk ama kurduğu bir sonraki cümle ulaştığımızı düşündüğümüz tüm cevapların üzerini çizmişti. "Lütfen beni bul, Jimin."
Yoongi başını öyle hızlı bir şekilde bana çevirdi ki boynunun kırılacağından korktum. "Suga, sana vereceğim çok cevap var, bilinmeyenlerin acısını Jimin'den çıkarma. O portalın seni ona götürmesinin bir sebebi var."
Oynayan videonun arka tarafında bir siluet hareketlendi, ne olduğunu anlamadığım bir mırıltı Min Borin'e ulaştı ve kadın bir an için onunla konuşan kişiye bakıp yeniden kameraya döndü. "Suga, Jimin'e güven." dedi. "O ne yapar eder, bir yolunu bulur."
Video bitti, otomatik bir komutla açılan uygulama kaydı baştan başlatmak isteyip istemediğimizi sordu ve ben en sonunda dayanamayarak bakışlarımı monitörden ayırdım. Yoongi son birkaç saniyedir yaptığı gibi, gözünü kırpmadan beni izliyordu. Bana yine ona yalan söylemişim gibi bakıyordu. Tek kelime etmemiştim, ve o bana yalancı muamelesi yapıyordu.
Bana küfredecek sandım. Bağırıp çağıracak, beni yerden yere vuracak sandım. Gidecek sandım. Bunun yerine bir süre sessiz kalmış, en sonunda araladığı dudaklarından kısık sesli bir "Yazar nerede?" sorusunun dillenmesine izin vermişti.
Aklımdan tek bir adres geçiyordu. Sebebini bilmiyordum. Yalnızca, en başından beri, herkes oraya gitmemi engellemeye çalıştığı için, elimin kolumun nasıl da bağlı olduğunu hatırlatmıştı bana. Yoongi bana öyle bakarken kendimden nasıl da nefret ettiğimi hatırlamıştım. O silah şimdi parmaklarının arasında olsaydı, beni öldürmeyeceğini bile bile, aksini dileyerek boşaltırdı kurşunları üzerime.
Yoongi'ye bakmak aynaya bakmak gibiydi. İkimiz de Jimin'den nefret ediyorduk.
Konuşmadan önce dudaklarımı ıslattım. "Japonya'da."
**
Garip bir şekilde, evden çıktığımızda, görünürde bir tane bile melek yoktu. Evin içinde olup bitenlerden o kadar etkilenmiştik ki yalnız oluşumuzu sorgulamamıştık bile. Yoongi yalnız değiliz, demediği için bu sefer kurtulduğumuza tam anlamıyla emin olmuştum. Kollarının arasına sıkıştırdığı kitapların hafifçe üzerine eğilmiş, yağmurda ıslanmalarını önlemeye çalışmıştı. Bir elim hasarlı olduğu için ben ona kıyasla daha az şey taşıyordum. Ses çıkarmadan, birbirimize tek kelime etmeden gittik otele. Attığım her adımda ömrümden bir yıl eksildi sanki.
Odaya girer girmez Yoongi kucağındakileri kapıya en yakın yatağa – benim yatağıma – bırakmış ve beklemeden benim tuttuklarımı da alıp beni yükümden kurtarmıştı. Parmakları üzerimdeki monta davrandı, benimle konuşmuyordu ama benimle ilgileniyordu. "Banyoya," diye mırıldandı montumu çıkarıp arkamda bir yere fırlatırken. "Eline soğuk su tutalım, hadi."
Bileğimden tutup beni banyoya sürüklemesine izin verdim, küvetin kenarına oturmamı sağlamış ve yanımdan eğilip duş başlığıyla ilgilenmeye başlamıştı. Suyun sesi az da olsa rahatlamamı sağladı, Yoongi suyun birkaç saniye akmasına izin vermiş ve ardından da boştaki elini hasarlı elime uzatmıştı. "Acıyor mu?"
Soğuk suyun temasıyla beraber baştan aşağı ürperdim ama bu tamamen üşümemden kaynaklanıyordu. Başımı iki yana salladım, elimin durumu en baştaki kadar kötü değildi. Başta kırıldığını bile düşünmüştüm ama şimdi oluşmaya başlayan morlukların üzerine sert bir şekilde çarpan sudan kaynaklanan acı dışında hiçbir şey hissetmiyordum.
"Çok çabuk iyileşiyorsun." diye mırıldandı Yoongi.
Sıcak bir duş almamı söyledi, otelin revirine inip – geçen gün bana ilaç bulmaya çalışırken keşfetmişti – elimdeki morluklar konusunda işe yarayacak bir krem bulacağını söyleyerek beni yalnız bırakmıştı. Onu ikiletmeden soyunmaya başladım. Banyoda kısa bir süre kalıp vaktimin çoğunu benden nefret etmemesi için ona yalvarmaya ayırmayı düşünüyordum ama Yoongi kapının ardından "Melek?" diye seslendiğinde suyu kapatıp dikkatimi ona vermiş ve "İyi misin? Elli dört dakika oldu." dediğinde şaşkınlıkla kendime gelmiştim. Suyun neredeyse kaynadığını ve bütün vücudumun acıyla kasıldığını o an fark ettim. Yanmıştım. Kendimi yakmıştım.
Belimin etrafına sardığım havluyla beraber kapıyı açtım, Yoongi bir anda yüzüne çarpan sıcak bulutla panik içinde gerilemişti. "Ne oldu sana?" diye sordu kıpkırmızı olmuş cildimi fark edince.
Bir şey demedim. Ne olduğunu ben de bilmiyordum ki. Yoongi'nin bir kitap karakteri olduğunu öğrendiğinde hissettiği şey bu muydu? Birilerinin sizi bilmesi ama sizin hiçbir şeyden haberinizin olmaması böyle mi hissettiriyordu? Canına kıymanın ne kadar da kolay olduğunu anlamıştım. O an ölmek, gözüme en güzel seçenekmiş gibi görünüyordu.
Serin parmakları ilaç gibi dokundu tenime, bileklerime sarıldı. "Doktor olan sensin," dedi panik içinde. "Ne yapmam gerekiyor? Revire gidip yanık kremi alayım mı?"
Odada yabancı bir ses vardı. Beni beklerken içeride ses olsun diye televizyonu açmıştı, ekranda izlemediğine emin olduğum bir magazin programı yayınlanıyordu. Beni yavaşça kendi yatağına çekti ve ucuna oturmamı sağladı, gözlerim ekrana kilitlenmişti. Yoongi hemen yanımda, beni rahatlatmak istercesine tenime üflüyordu.
"Bak," dedim onun tarafında olmayan elimi kaldırıp televizyonu işaret ederek. "Oda arkadaşın Kore'ye dönmüş."
Odamda posterleri olup Yoongi'ye arkadaşlık eden Kim Seokjin uzun zamandır Amerika'da yaşıyor ve Kore'ye asla ayak basmıyordu. Busan'dayken ondan oda arkadaşım diye bahsedişi aklıma gelince dudaklarımın buruk bir gülümsemeye kıvrılmasına engel olamadım.
"Neden böylesin?" diye sordu Yoongi.
Çünkü benden nefret ediyorsun, diyemedim. Min Borin'e ulaşmana yardımcı olacağım için beni bırakıp gitmiyorsun, aslında beni sevmiyorsun, diyemedim. "Neden durgunsun?" diye devam etti sorularına. "Yazar ismini söylediğinden beri böylesin."
"Sen benim ismimi neden söylemiyorsun?" diye sordum istemsizce. Sesim kısıktı, bakışlarım ekrandaydı. "Bugün hayatımda ilk defa bir melekle karşılaştım ve emin olduğum tek şey onlarla alakam olmadığı."
"Onlarla alakan yok zaten." dedi Yoongi. Başımı yavaşça ona çevirdim, dudaklarında buruk bir gülümsemeyle beni izliyordu. "Ama sen de meleksin."
Ne olurdu bir kez adımı söyleseydi sanki...
"Farkım ne o zaman?" diye sordum.
"Sen benim meleğimsin." Dudaklarım aralık bir şekilde ona bakakaldığım sırada beni umursamadan ayaklanmış ve "Revire iniyorum," diyerek kapıya yönelmişti. "Yanık kremi bulayım."
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro