Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

18; guns n' roses


 "El yazın çok güzel." Yoongi omzumun üzerinde konuştuğunda oturduğum yerde korkuyla sıçramıştım, halime pis bir kıkırtıyla cevap verdiği sırada adresin yazılı olduğu kağıdı tutmayan elim göğsüme yaslıydı. Namjoon-ie hyung telefonda son kez konuştuğumuz o gün ayrıntılı adresi mesaj olarak atmıştı; Yoongi'nin uyarısıyla mesajı silinmeden kağıda geçirmiştim. Geçen gün montumun cebine sızan yağmur yüzünden kağıt yer yer ıslanmıştı ama adres hala okunuyordu. "Bir doktora göre, yani." diye devam etti Yoongi, kağıdı parmaklarımın arasından çekip alırken.

Ona cevap verecektim ama Yoongi bana arkasını dönmüş bir halde pencere pervazına ilerlerken çalan telefonum bana engel olmuştu. Ürkerek duraksadım, Yoongi de endişeyle bana çevirmişti bakışlarını. Yataktan kalkıp komodine ilerledim, ekranın üzerinde gördüğüm Kim Taehyung yazısıyla rahat bir nefes almıştım. "Tae?" diyerek açtım telefonu. Yoongi de benim gibi rahatlamış, geriye doğru attığı ufak adımlarla pencereye vararak kalçasını hemen dibindeki kalorifere yaslamıştı. Bakışları hala üzerimdeydi ama ben ne zaman ona baksam umurunda değilmişim gibi bir tavırla elindeki kağıdı izliyordu.

"Min geldiğinden beri beni unuttun, ona bir şey demiyorum," diye çemkirdi sesimi duyar duymaz.

"Bir ismi var-"

Umursamadı. "Kızını da mı unuttun?!" Chimmy hattın arka tarafında Taehyung'u desteklercesine miyavladığında dudaklarıma yayılan gülümsemeyle beraber yatağa çökmüştüm. Yoongi'nin bakışlarını sırtımda hissedebiliyordum. "Kaç gündür hastayım," diye mırıldandım. "Sen de beni bir haftadır aramıyorsun, ona ne demeli?"

"Hasta mısın?" Endişeyle sordu, yeniden mırıldanarak onu onayladım. "Ne oldu? Üşüttün mü?"

"Yağmurun altında kaldım biraz..." Sesim cümlemin sonuna doğru kısılıp kaybolmuştu, Yoongi'nin odada olduğu gerçeğini unutup kafama göre konuşmuştum. Çekingen bir tavırla omzumun üzerinden ona baktım ama bana değil, elindeki kağıda bakıyordu. Aramızdaki mesafeye rağmen birbirine sıkıca bastırdığı pembe dudaklarını görebiliyordum.

"Sesin şimdi iyi geliyor ama." dedi Taehyung. "Annen sana bakmayı özlemiş sanırım, hm?"

"Busan'da değiliz."

Hatta birkaç saniyelik de olsa bir sessizlik çöktü ve onun da aslında benim gibi mutluluk oyunu oynadığını tam o an fark ettim. "Haberin var mı?" diye sordu Taehyung.

"Var," diye onayladım. "Konuştuk."

"Nasıldı?"

"Endişelenmememi söyledi."

Sessizlik kendini tekrarladı, ikimizin de ismini kullanmaktan kaçınıyor oluşu hattın dinleniyor olduğu ihtimalinin tohumunu içime ekmiş; Taehyung'un hemen değil de üzerinden birkaç gün geçmişken arayıp hiçbir sorun yokmuş gibi davranması bu tohuma en verimli suyla can vermeye başlamıştı. "Jungkook çok ağladı."

Yutkundum, alt dudağımı öyle ısırıyordum ki canım acıyordu. Benim suçumdu. Namjoon-ie hyung'un başına gelen her şey benim suçumdu. Özür dilemek istedim, hayatımızın iki haftada aldığı hal yüzünden özür dilemek ve beni affetmesi için üç arkadaşımın da ayaklarına kapanmak istedim ama işin en korkunç kısmı şuydu ki, yine olsa yine yapacağımı biliyordum. Şu birkaç gündür Yoongi'ye öyle alışmış, varlığını öyle benimsemiştim ki, o yanımda olacaktıysa başımıza bin bir çeşit kötülüğün gelmesine razı olmuştum. Günde üç defa dışarı çıkıyor, bana yiyebileceğim bir şeyler buluyordu. Sırf canım çekti diye tüm Daegu'yu gezip taze yuja çayı aramıştı, ayrıca hasta olduğum için sorduğum sorulara beni terslemeden insan gibi cevaplar veriyor ve geceleri de ben uyumadan uyumuyordu. Yoongi'yle yaşamak en büyük rutinim haline gelmişti.

Taehyung'la biraz daha konuştuk, artık Seul'e dönmem konusunda bana yalvardı ve Chimmy'nin onu tırmaladığı yerlerinden bahsetti. Gülüştük, yalan morallerimizi yeşerttik ve arama bitti. Yatakta otururken, ekranı kararmış telefonum parmaklarımın arasında, öylece durdum. Neyse ki Yoongi düşünmeme fırsat bırakmadan "Melek," diye seslenmiş ve beni zihnimin karanlık köşelerinden korumuştu. Şimdi düşünmeye başlarsam sonu güzel olmazdı, bunu ikimiz de biliyorduk. "Acıktın mı? Yuja dışında istediğin bir çay var mı?"

Gülümseyerek kalktım yataktan, çayı maalesef bulamamıştı. "Hyung, artık gidelim mi?" diye sordum bedenimi tamamen ona çevirerek. Kaşları bir an için de olsa havalandı ve bakışları beni baştan aşağı süzdü. "Hastasın." dedi hemen ardından, otoriter bir sesle.

"Değilim," diye ısrar ettim. "Artık değilim, kaç gün oldu... Bu odada tıkılı kaldın sen de."

"Benim bir sorunum yok." Başını iki yana sallıyordu ama onun da kapana kısılmış gibi hissettiğini biliyordum. Yaklaşık on dakikalık bir dil dökmenin ardından onu iyi olduğuma ikna etmiştim, böylelikle Min Borin'in evine doğru yola çıkmak üzere hazırlanmaya başlamıştık.

**

Tarihin herhangi bir karesine işlemiş herhangi bir inanç sistemi düşünün. Sonra da bu inanç sisteminin portrelediği melek figürünü gözünüzün önüne getirin. Min Borin tarafından kaleme alınmış olan Agust D serisini okuyana kadar, aklınızdaki o masum, beyaz tenli siluet asla şaşmaz. Sonra kendinizi o sayfalarda kaybedersiniz ve bum; yepyeni bir dünya.

Suga, asla ve asla, karşısındaki kişiyi görüntüsüyle ele alıp yargılayan biri olmamıştı. Bu nedendendir ki kitaplarında karşısına çıkan kimseyi net bir görüntüyle göremezdiniz gözlerinizi kapadığınızda. Karşısına çıkan insanlar ona kötülük yapana kadar oldukça güzellerdi, kimse hakkında tanıştığı dakika kötü düşünmüyor oluşundan kaynaklanıyordu bu. Canını yaktığı ansa dünyadaki en çirkin mahlukata dönüşüveriyorlardı. Onu kandırmaya yeltenen canavarlar başta oldukça güzel görünen mitolojik yaratıklardan farksızdı, ne zamandı ki birisi zehirli iğnesiyle tenini deliyordu, işte o an o mitolojik efsane suratı siğillerle dolu bir irin yığınına dönüşüyordu.

Ama melekler...

Suga'nın karşısına çıkıp onu yaralayan melekler her zaman güzeldi.

"Hyung," Karşısında durduğumuz yalnız ev son birkaç dakikadır gözlerimizin önündeki tek şeydi. Yoongi'yle yan yana durmuş, neyden kaynaklandığını bilemediğimiz o büyülü hisse kapılmıştık. Ev bizi çağırıyordu, ve bunu benden önce fark etmiş olan Yoongi elimi tutmuş, öne doğru bir adım bile atmama izin vermemişti.

"Yalnız değiliz." diye mırıldanmıştı sadece.

Bahçe kapısı kilitli değildi ama aynı şey evin giriş kapısı için söylenemezdi. Yoongi önde, elini tutan bense yalnızca birkaç adım arkasında binaya doğru ilerlerken yağmur yağmaya devam ediyor, rüzgar iliklerimize işliyordu. Günlerdir başımıza gelen şeyler çocuk oyuncağıymış gibi, verdiğim tüm kararlar ne kadar da yanlış olduklarını tam o an; yalnız olduğunu bağıran eve yalnız değiliz, diye karşılık veren Yoongi'nin elini tutarken hissettirmişti. Kapının önünde durduk, aramızda konuşulmamış bir anlaşma varmış gibi ben etrafı gözlerken Yoongi kapının hemen yanında duran elektronik sistemle uğraşıyordu. Eve girdiğimiz takdirde kurulu bir alarmın en yakın polis merkezine haber vermemesini umuyordum.

Hayatımda gördüğüm en güzel adamlardan biriyle de tam o saniye içinde göz göze gelmiştim. Hemen bahçenin dışında, bahçe duvarlarının üzerini saran korkulukların ardında bizi izliyordu. Şemsiyesi yoktu, ıslanıyordu ve öyle güzeldi ki, Yoongi'ye onun varlığını bildirmeden önce nefesimi birkaç saniye de olsa tutarak olduğum yerde öylece dikilmiştim. "Hyung," diye fısıldadım, yabancı beni o kadar mesafeden duymuş gibi bir tavırla, yavaşça gülümsedi.

"Şifre soruyor," diye mırıldandı Yoongi kendi kendine, düşünceli bir sesle. "Ne olabilir ki?"

"Hyung," diye tekrarladım. Yabancının gülüşü gittikçe genişliyordu ve korkudan bayılmama ramak kalmıştı. Can yakacak kadar korkutucu bir güzelliği vardı. "Hyung!"

"Şifreyi mi buldun?" diye sordu, normal zamanlarda sesimdeki korkuyu hemencecik fark edip beni kollarının arasına alacak olan adamın şimdi böyle umursamaz bir tavra bürünmüş olması sinirlerimi iyice gererken bakışlarımı yabancıdan ayırıp ona çevirmiş ve son defa da olsa "Hyung!" diye tıslamıştım. "Melek!"

Yoongi'nin bakışları beni buldu, dudaklarında saf bir gülümseme, gözlerinde sarhoş bir hülya vardı. Neler olduğunu anlamayarak panik olmuştum ki dudakları yavaşça aralandı, "Sensin." diye mırıldandı sonra da.

Dayanamayarak, orada olup olmadığını kontrol etmek için bakışlarımı yeniden korkulukların ardındaki meleğe çevirmiştim ki yalnızca birkaç metre ötesindeki bir diğer meleği fark ettim. Onun da güzelliği dünyalara bedeldi ve ben akıl sağlığımı geçen her saniyede biraz daha kaybediyordum. Tüm hayallerim Suga'yla beraber canavar avına çıkmaktan oluşuyordu ama melekler hiçbir zaman bu düşlerin bir parçası olmamışlardı.

Bunu düşünecek kadar aklım vardı en azından.

"Hayır, hyung," dedim elini bırakıp yüzünü avuçlarımın arasına alırken. Başını sert bir şekilde korkuluklara doğru çevirdim ve "Melek." diye tekrarladım. "Melekler."

Sarhoş bakışları birkaç saniye boyunca boşlukta gezinmiş, hemen ardından fark edebildiği – şimdi sayıları üçe çıkmış olan – siluetlerle beraber yeniden bana dönmüştü. Yüzündeki ellerimi umursamadan sol kolunu o kadar sert bir şekilde sardı ki etrafıma nefesim kesildi, suratım omzuna adeta gömülürken diğer eli havalanmıştı ve tuşların çıkardığı seslerden anladığım kadarıyla da elektronik sistemin şifresini girmişti. Kendini geriye fırlatarak sırtını kapıya çarptı, kullandığı güçle beraber kilidi açılmış olan kapı kolaylıkla içeriye doğru savrulmuş ve Yoongi'yle beraber binaya girmemize olanak tanımıştı. Tüm bunların yalnızca birkaç saniyede gerçekleşmiş olması olayların gerçekliğini gölgede bırakıyordu. Bana sarılmayan eli kapıyı yeniden yakalayıp arkamızdan kapattı ve hemen ardından da sırtı kapıyla buluşan kişi ben oldum. Etrafıma sarılı olan kolu sırtım ve kapının arasında ezilmişti ama Yoongi'nin dudaklarının arasından acıya dair hiçbir nida dökülmedi. Bedenini tümüyle benim bedenime yaslarken omzumun üzerinden kafasını uzatarak kapının deliğinden dışarıyı izlemeye başlamıştı. Benim kalbim onun göğsünü döverken onunki de aynı kuvvetle bana karşılık veriyordu.

"Korktun mu?" diye sordu. Az önce gördüğüm o olağan dışı tavrından eser yoktu. Sesi soğuktu ama halinin hedefinde ben olmadığımı bildiğimden kendimi kötü hissetmeyi kolaylıkla rafa kaldırabilmiştim. Onun sorusuyla hatırladım nefes almayı, başım dönüyordu. Tanıştığımız zamanki gibiydi, şu an kollarının arasında olduğum adam Min Yoongi değildi de Agust D kimliğinin arkasına saklanan Suga'ydı sanki. Ona sunduğum mola buraya kadardı, artık yola devam etmesi gerekiyordu.

Ve ben şu son birkaç günü bir daha yaşayamayacak olmanın korkusuyla tehlikeli bir kriz geçirmek üzereydim. "Korktum." dedim titreyen sesimle. Bunca zamandır onunla yollara düşmenin hayalini kurmuştum ve daha ilk adımı atmışken son durakta ayrılacak olduğumuz gerçeğiyle kendimi yiyordum, bu tam da benlik bir davranıştı. "Korkuyorum."

Başını yavaşça geriye çekerek bakışlarımızı buluşturdu ve hemen ardından da kolunu geriye çekti, her noktamızın birbirine yaslandığı bedenini bedenimden uzaklaştırdı. "Sen etrafı kolaçan et." dedi yüzüme yeniden bakmadan bulunduğum yerden hızla uzaklaşırken. "Ben evin içindeyim."

Beni yalnız bırakmaması için çığlık atmak istiyordum ama kendimi tuttum, dudaklarımı sertçe birbirine bastırırken yüzümün morarmaya başladığını hissediyordum. Yoongi görüş açımdan kaybolunca kendime gelmiş ve en yakınımdaki pencereye koşmuştum. Meleklerin sayısı, görebildiğim kadarıyla, yediyi bulmuştu. İlk gördüğümün parmakları önündeki parmaklıkları sıkıca kavramıştı ve hayatımda kimsenin ağzının sırf gülümsediği için o kadar açıldığını şahit olmamıştım.

Asıl korkutucu olansa, öyle manyak bir şekilde gülümserken bile böylesine güzel olmasıydı.

Beklemeden koşmaya başladım, adımlarımın ahşap zeminde çıkardığı ses Yoongi'yi ürkütebilirdi ama o an için gerçekten de umurumda değildi, korkudan delirmek üzereydim. Üst kata çıktım ve katın tamamından oluşan tek bir odayla karşılaştım. Yoongi üzerinde bilgisayar, adını bilmediğim birkaç cihaz ve birçok kitabın bulunduğu dev bir çalışma masasının önündeydi. Geldiğimi fark edince "Etrafı kolaçan et demiştim." diye mırıldandı. Parmaklarının arasında daha önce gördüğüme yemin edebileceğim kadar tanıdık bir tonda olan yeşil bir kağıt tutuyordu, görmemi istemiyormuşçasına kağıdı katlayıp montunun iç cebine tıkmıştı.

"Bu katın pencerelerinde perde yok." dedim yanına yaklaşırken. "Buradan bakarız." Kanımda yüzen korku yüzünden etraftaki o çürük kokusunu birkaç saniye de olsa geç fark etmiştim. Burnumu kırıştırmadan edemedim. "Hyung?"

"Ben de alıyorum kokuyu." Vücudunu bana çevirerek kalçasını masaya yasladı. "Herhangi bir tahminin var mı?"

Tahmin. Sorusunu umursamadan, başka bir soruyla karşılık verdim. "Şifreyi nereden biliyordun?"

Bakışları etrafımızı kaplayan ahşap duvarlarda ve zeminde geziniyordu. "Bilmiyordum." diye mırıldandı. "Nereden geliyor bu koku?"

"Melekler burada olduğumuzu nereden biliyordu?" diye devam ettim sorularıma. Yoongi beni umursamıyordu, bakışları zeminde gezinirken sesli bir şekilde nefes alarak kokuyu tanımaya çalışıyordu. Zehirli değildi de az da olsa rahatsız eden bir çürük kokusuydu bu, tapınaklarda yakılıp koklanmaya zorlanan ağaç yapraklarını hatırlatıyordu. "Hyung!" diye bağırdım dikkatini çekmek istercesine. Kalçasını masadan çekmiş, zeminde ağır ve temkinli adımlarla yürümeye başlamıştı. "Sessiz ol." dedi yalnızca. Adımlarını dinlediğini fark edince sözünü dinleyip çenemi kapattım.

Birkaç adım attı, pencereden vuran ışık ahşap zeminde belli bir bölgeyi diğer kısımlardan daha açık renk gösteriyordu. Yoongi'nin ayağı ışığın değdiği bölgeye dokunur dokunmaz ayakkabısının altındaki zemin kulak tırmalayıcı bir sesle gıcırdamıştı. Yoongi'nin yüzünde, günler sonra ilk defa o Suga gülümsemesini gördüm.

Dizini kırarak ayağını havaya kaldırmış, hemen ardından da beni yerimden sıçratacak kadar güçlü bir darbeyle topuğunu zemine gömmüştü. "Hyung!" Çığlık atarak ona doğru bir adım attım ama hiçbir sorunu yoktu, ayağını çarptığı noktada yer yer parçalanıp aşağıya dökülen ahşaba gülümsemeye devam ediyordu. Kırılan yerden bir koku bulutu havalandı, Yoongi çürüğü bulmuştu.

Kurumuş çiçek yaprakları. Özellikle belirtmek gerekirse, kurutulmuş gül yaprakları. Kat zemininin içi kurutulmuş gül yapraklarıyla doluydu. "Anlaşılan yazarımız olup bitenlerden habersiz değilmiş." dedi Yoongi tek dizinin üzerinde zemine çökerken. Onu taklit edercesine, ben de dizlerimin üzerine oturdum karşısında. "Meleklere karşı kendini koruma altına almış."

"Ne?" diye sordum anlamayarak. "Gül yaprakları mı? Neden ki?"

Alaylı bakışları kirpiklerinin altından beni buldu. "O silahın kabzasında neden gül işlemesi olduğunu hiç sorgulamadın mı?"

Zaman durdu, Yoongi beni aşağılarken ortamdaki değişimi fark etmemişti ama ben tüm duyuları beş katı bir güçle çalışan ayaklı bir bomba gibiydim adeta. "Hyung," diye fısıldadım birazdan gerçekleşecek olan şeylerin korkusuyla. Pencerenin önündeydik, içeri vuran ışık sayesinde birbirimizi görebiliyorduk ama Yoongi o ufak farklılığı hala idrak etmemişti. Sesimdeki korku sinirlerini bozmuş olmalıydı ki kaşlarını çattı. "Ne?" diye sordu sonra da o derin, pürüzlü sesiyle.

"Pencerenin önündeyiz."

"Farkındayım."

Yutkundum. "Hyung, üç tane gölge var."

Sanki başımı pencereye çevirmek için ihtiyaç duyduğum cesaretin kaynağı oydu, o cama döner dönmez onu taklit etmiş ve gülümsemekten ağzı yırtılmak üzere olan melekle burun buruna gelmiştim. Hayatım boyunca attığım en büyük çığlığı atmış olmalıydım, Yoongi'yse bu sırada ondan beklemediğim – Suga'dan bekleyebileceğim – bir soğukkanlılıkla büyük ellerini zeminde açtığı yarığa daldırmış ve avuçlarının içine aldığı gül yapraklarıyla beraber ayaklanarak pencereye koşmuştu. Meleğin gülümsemesi anında silindi, kapalı cama rağmen duyabileceğim bir tıslamayla beraber ipleri kesilmiş kukla misali, aşağı yönde gözden kayboldu.

"Ayaklan." Yaprakların ellerinin içinden dökülmesine izin vererek adımlarını yeniden masaya çevirdi. "Arkasında bir şeyler bırakmış olmalı. Nerede olduğuna dair herhangi bir ipucu."

"Tüm bunlara alışkın olan sensin," Sesimin bir mızmızlanmadan öteye gidememiş olması bana sinirleneceğini düşünmeme sebep olmuştu ama bakışları şaşkınlık bulaşmış bir tavırla bana döndü. "Bende bunları çözecek zeka yok."

"Melek?" dedi soru sorarcasına. Bu kadar kolay pes etmemi beklemiyor olmalıydı. Hey, Suga-ya, sen benim en sevdiğim karaktersin ve ben seni daha ilk durakta bırakıyorum, aigo.

"Bana melek deme!" diye bağırdım. Gördüğüm o varlıklardan sonra bana melek diyerek ya benimle dalga geçiyordu ya da gerçek meleklere hakaret ediyordu. "Onlarla bir ilgim var mı? Nerem melek?"

Böyle bir tepki beklediği son şey olmalıydı zira herhangi bir karşılık veremiyordu. İşin ortasında böyle büyük bir sinir krizi geçirmem yolculuğumuza yapılacak en büyük sabotajdı ama engel olamıyordum. Suga'ya inanırken onun dünyasını tamamen göz ardı etmiştim, o dünyada hayatta kalacak kadar güçlü değildim ben. Gördüğüm ilk melekte akıl sağlığımı kaybetmiştim resmen, Suga kadar güçlü değildim, olamazdım.

Bir anda yanımda belirdi, elleri ellerimi kavrarken bakışlarını gözlerimden çekmiyordu. "Bana bak," dedi tane tane, beni etkisi altına aldığını bildiği sesini iyice derinleştirerek. "Biz her zaman hayatta kalırız, değil mi?"

Cevap veremedim.

"Bu sefer sadece hayatta kalmayacağız," diye devam etti yüzünü yüzüme yaklaştırarak. "Duyuyor musun beni? Bu sefer kazanan biz olacağız." Tatlı nefesini yavaşça dudaklarıma üfledi, onunla geçirdiğim her gün beni bu gezegenin kazananı yapsa da dillendirmedim bu gerçeği.

Ellerimi bırakmadan önce son kez konuştu. "Çünkü yanımda sen varsın."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro