Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

14; ryan

 "Bir düşmanı affetmek bir dostu affetmekten daha kolaydır." diyor William Blake. En azından, Taehyung'un zoruyla aldığım dünya edebiyatı dersinden hatırladığım kadarıyla, böyle bir cümle kurmuşluğu vardı o çok meşhur ama benim derse girene kadar haberimin olmadığı şair. Adamı bilmek o kadar da önemli değil, ama kelimelerinin dünyanın diğer ucunda, oldukça farklı bir zamanında yaşıyor olan Park Jimin için bu kadar büyük bir anlam taşıyor olması takdire şayan doğrusu. Öyle kitaplar okursunuz ki yarası ömür boyu geçmez; bazense bunun yaşanması imkansız, dersiniz oldukça detaylı bir şekilde döşenmiş bir paragrafa. Cümleyi ilk duyuşumda etkilenmiş olsam da, eserin geri kalanı benim için o kadar da ilgi çekici değildi; ilk satırın yarası zihnime işlerken geriye kalanını silip atmıştı hafızam adeta. Yine de bir gün işte bu, bu yaşanan şeymiş yaramı kanatmaya devam eden diye düşünürsünüz. Beni hayatta tutan adammış en başta beni kanatan bıçağın kabzasına parmakları sarılı olan.

Suga yalan söylemişti.

"Jimin, neden yemeğine dokunmadın?"

Annemi uzun, çok uzun bir zamandır görmüyordum. Ara sıra yaptığımız zoraki telefon görüşmeleri dışında sesini duymuyordum; özlemi tuttukça telefonundaki videolarımı izlemiyorduysa onun da benden aşağı kalır yanı yoktu. Annemden uzaktım. Çocukluğum boyunca masallarını dinlemeden uyuyamadığım, bana ilk Agust D kitabımı okuyan, ben galiba ölüyorum cümlesini sesinden işittiğim ilk insandı annem. Aylarca içinde taşıyan, bana ismimi veren, düşüp dizimi kanatırım diye korkudan dışarıya salmayan kadındı. Dans etmek istediğimde beni kursa yazdıran, sırf ben istiyorum diye gecenin üçünde kalkıp tatlı patates pişiren, babamla ne zaman fikir ayrılığına düşsek sesini yükselten annem. Eve geleli neredeyse bir saat olmuştu, ve annem bana hala sarılmamıştı.

O an beş kişi oturduğumuz yemek masasında, hemen karşımda yanına Yoongi'yi almış bana neden yemeğime dokunmadığımı soran kadın.

Affedecek düşmanım yoktu, karşımdaki iki dostu affetmeyi nasıl öğrenecektim ben şimdi?

"Aç değilim."

Yoongi'nin bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Babam garip bir şekilde annemin Yoongi'ye olan tavrının üzerinde durmazken Jihyun benimle olan tek kişiydi. Her anne çocuğunun arkadaşlarıyla iyi geçinmek isterdi ama hangi anne o arkadaşı kendi kanından daha çok severdi? Bu soruyu bana dün sorsanız benim annemin o listede olmadığını söylerdim, şimdiyse ne yanıt vereceğimi şaşırmıştım. Elbette benim kadar sevmiyordu, sevemezdi; peki ona neden bana dediği gibi oğlum demişti?

Çünkü Min Yoongi yalan söylemişti.

İzin isteyerek kalktım sofradan, babam ismimi söylese de yemek odasından çıkarken dönüp ona bakmamıştım. Yaptığım şeyin saygısızca olduğunu biliyordum ama düşüncelerim beni yerken ben kimçi jjigae yiyemiyordum. Yetişkindim, kendi ayaklarımın üzerinde durmamı sağlayan bir maaşım ve ismim vardı. Annem ve babam artık benim için yalnızca simgeydi, gerçek bir aile sıfatı taşımıyorlardı. Buna sebep olan da yine ben ve benim düşüncesiz bir şekilde atladığım çukur maceramdı; ama insan düşünmeden edemiyordu. Ben atlarken neden elimden tutmadınız?

Taehyung'un tutmasına izin vermemiştim, o da peşimden gelmişti mesela. Ne annem ne de babam beni engellemek için bir şey yapmıştı ama Taehyung beni bulmak için aylarını harcamıştı. Üniversiteye benim yüzümden geç başlamıştı, beni düzeltmek için uğraşırken derslerinden geri kalmış ve okulun ilk dönemini tekrarlamak zorunda kalmıştı. Ben bugün Taehyung'a bir sunbae olarak kafa tutabiliyorduysam bunun sorumlusu Taehyung'du, ve benim artık güvende olduğumu bilen Taehyung'un rütbe olarak benden altta olmakla hiçbir sorunu yoktu. Taehyung benim ailemdi. Jungkook, Namjoon-ie hyung benim ailemdi.

Suga benim istediğim aileydi, şimdi de evime girip eski ailemi ellerinin arasına almıştı.

"Jimin-ie?" Namjoon-ie hyung telefonu ilk çalışında cevapladığında balkondaydım, üzerime bir hırka bile almamış olmanın acısını çekiyordum ama önemli değildi. Hattın diğer ucunda beni sarıp sarmalayacak birilerinin olduğu gerçeği beni hayatta tutacak kadar ısıtıyordu zaten. "Vardınız mı? Her şey yolunda mı?"

"Evdeyiz hyung, geleli bir saat falan oluyor." diye cevapladım. "Her şey yolunda, sesini duymak istemiştim."

"Oh." Verdiği tek tepki bu olmuştu, hatta birkaç saniye süren rahatsız edici bir sessizlik çöktü ve William Blake'in bahsettiği dost acaba Namjoon-ie hyung'a karşı ben miyim diye merak ettim. Kalbini kıran bir yabancı olsaydı belki de hyung o gece bir başkasının kollarına girip sarardı yaralarını, ben ondan geriye bir şey bırakmadığımda beni affedebilecek miydi? Hangi kollar saracaktı onu da yaraları kabuk bağlayacaktı?

Ne yapıyorsun, diye sordu iç sesim dehşet içinde, yine bana ait olmadığını düşündüğüm sesti bu. Ne yapıyorsun sen, lanet olası?

"Jimin, her şey yolunda mı?" diye sordu tekrar, bu sefer gerçekten de emin olmak istiyor gibiydi. "Sorun Min mi? Ailen bir şey mi dedi?"

"Hayır, hayır..." Derin bir nefes aldım, soğuk havanın düşüncelerimi temizlememe yardımcı olmasını umuyordum. "Uzun zaman sonra burada olmak garip hissettirdi, hepsi bu."

Yalancı. Bu sefer kafamda duyduğum ses Yoongi'ye aitti, kendisi riyakarın önde gideni olduğu halde bana ders vermeye devam ediyordu, hem de kendi kalın kafamın içinde. Yeniden derin bir nefes aldım, hattın diğer ucunda Namjoon-ie hyung da iç geçirmişti. Aynı anda kıkırdadık sonra, ona yalan söylemenin bana bu kadar haz vermesinden tiksindim. Namjoon-ie hyung tüm bu on yedi, çukur, aile dramasından sonra girmişti hayatıma, bu yüzden başıma gelen şeyi tam olarak anlamasını beklemiyordum. Kendisinin pilheu olduğunu öğrenmeden önce de ailesiyle müthiş bir ilişkisi yoktu, annesiyle konuşmaya devam ediyor olsa da babası ve kız kardeşi hakkında pek bir bilgim olduğunu söyleyemezdim. Şimdi yalanıma kanıp beni teselli etmeye çalışması da bu yüzden bu kadar hızlı olmuştu. "Tüm ömrün orada geçmeyecek," dedi beni rahatlatmaya çalışan bir ses tonuyla. "Kısa bir süre."

"Kısa bir süre..." diye tekrarladım son dediğini.

Konuşmaya devam etmek için birkaç saniye bekledi. "Sana ihtiyacı olduğunu söyledin, Jimin."

Yoongi.

Artık hyung'la olan konuşmalarım bile dönüp dolaşıp bu isme çıkıyordu. Hyung onu bırakmamı, başıma iş almamamı söylediğinde ona bunu söylemiştim, bana ihtiyacı var. Bunca zaman ona duyduğum ihtiyaçla yaşamış ve bana muhtaç olduğu ilk saniyede düşmüştüm ağına, reddetmeye yüzüm yoktu. Bu yüzden buradaydım. Bana ihtiyacı olduğunu düşündüğüm için izne çıkmış, şehrimden ayrılmıştım. Ama olan şey bu değildi. Benim ona, onunla olmaya, onunla maceralara atılmaya ihtiyacım vardı. Benim kapımın çalınmasına ihtiyacım vardı, o da çalmıştı. Hayal aleminde yaşıyordum, hyung haklıydı. Yaptığım şey buydu, hayallere kapılmak. Ben bir yetişkindim, kurulu bir düzenim vardı, şimdi Busan'da, bu balkonda olmamam gerekiyordu. Nasıl affedeceğim, diye kendimi yeyip bitirmemem, bu kadar düşünüp kendimi kahretmemem gerekiyordu. Benim yine eski, sıkıcı, evden işe işten eve Park Jimin olmam gerekiyordu.

Tüm bunların bitmesi gerekiyordu.

"Hyung, senden bir şey isteyebilir miyim?"

Güldü, onu sadece konuşmak için aramadığımı fark ettiği için, acı acı güldü. Keşke, diye düşündüm. Keşke düşmanı olsam.

"İste bakalım."

"Min Borin." dedim. "Adresini bulabilir misin?"

"İsmi tanıdık geliyor..."

"Ünlü bir yazar, uzun zamandır ortalarda yok-"

"Jimin," diyerek kesti lafımı. "Neden?"

Ben de soruyordum bunu kendime. Neden? Annem neden eşi olduğu, mutlu bir evlilik sürdürdüğü halde gece uykuya dalmakta zorluk çeken oğluna tanrıyı öldürme yemini etmiş bir adamın hikayelerini okumuştu? Annem beni neden Suga'ya kavuşturmuştu?

"Ne var, biliyor musun?" dedi Namjoon-ie hyung. "Nedene ihtiyacım yok. Bulmak için elimden geleni yaparım."

Yalnızca birkaç saat önce aramızda her şey harikayken şimdi yine bir okyanusun iki ucunda el ele tutuşmaya çalışıyormuşuz gibiydi. Bir şeye ihtiyacım olursa aramamı söylemişti, öylesine de arayacağımı söylemiştim; ihtiyaçtan aramıştım, öylesine aramadım diye üzülmüştü. Biz nasıl toparlanacaktık, biz nasıl biz olacaktık, hiçbir fikrim yoktu. Bu işin sonunda dostu olmayı bırakın, düşmanı bile olup olamayacağımdan emin değildim.

Konuşma bitti, balkonda üşümek için kendime birkaç dakika daha tanıdım ve bedenimi kapıya çevirdiğim an Yoongi'yle karşılaştım. Odanın ortasında dikilmiş, öylece beni izliyordu. Bakışlarından biraz merak biraz da endişe akıyordu ve ben yine kendimi, ona bahane ararken bulmuştum. Kendini affettirmeye bile çalışmıyordu ama ben orada durmuş o benim dostum değil ki, diye kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Ne olmuştu yalan söylemişse? Yaşadıkları da yalan değildi ya.

Ne olmuştu sanki Suga pilheu değildiyse? Ateşin ta kendisiyse, kümesi ateş olan annemle de sırf bu yüzden böyle anlaştıysa?

"Neden Naamkahu'nun peşine düştün?" diye sordum. O benim düşmanım değildi, dostum hiç değildi. O benim kahramanımdı ve ben onun, benim hikayemdeki kötü karakter olmasını istemiyordum.

Dudaklarının sol köşesi alaylı bir gülüşle yukarı kıvrıldı, ne kadar da aptal olduğumu söyleyen bir ifadeye bürünmüştü yüzü. Sinirlendiğimi hissettim ama buna hakkım olmadığını da biliyordum. Kitaplarda ne zaman düşmanlarından biri ona kafa tutsa onlara yalnızca alaylı bir şekilde gülümserdi (bölümün sonunda da o düşmanı mutlaka mağlup ederdi ve ben her okuyuşumda kitabı bırakıp onu alkışlardım) ve ben hayatım boyunca o gülümsemeyi görmek istemiştim. Şimdi karşımdaydı. Bu sefer bana gülümsüyordu.

Bu sefer düşman bendim.

"Her şey bitince..." dedi aramızdaki sessizliği bozarak. "Bunu tekrar sor."

**

"Jimin-ah?" Annemin sesi aralanarak koridordaki ışığı odamın karanlığına düşüren kapının ardından gelince uğraştığım telefonun ekranını kilitleyip bakışlarımı ona çevirdim. "Gelebilir miyim?"

Saat gece yarısını geçmişti, evdeki herkes odasına çekilirken Yoongi salondaki üçlü kanepede uyuyordu. "Gel, anne." Yorganı hafifçe itip doğrulmaya çalıştım, ben sırtımı yatak başlığına yaslarken annem de yatağımın kenarına oturmuştu. Bana gülümsedi, yirmi yıl önce de yatağımın kenarına oturup bana gülümserdi ama şimdi gülüşünün etrafını çizgiler sarmıştı. Annem yaşlanıyordu, ve ben bu yılların hepsini kaçırıyordum. Benim tarafımdaki eli havalanıp yanağıma kondu, artık avucunun altındaki ten çocukluğumdaki gibi şiş değildi. Yanaklarımı eritmek için yapmadığım diyet kalmamıştı, ve annem tüm o yılları kaçırmıştı.

"Nasılsın, benim küçük kuşum?" diye sordu. Gece olduğu için mi sesini böyle kısık tutuyordu bilmiyordum ama üzerimde rahatlatıcı bir etkisi olduğunu reddedemezdim. "Seninle ilgilenemedim."

"Git Yoongi'yle ilgilen." dedim umursamaz bir tavırla, canımın ne kadar da yandığını görsün istiyordum ama annemin gülüşü yalnızca genişlemişti. Oyun oynuyorum sanıyor olmalıydı, yoksa kim annesiyle arkadaşı geçinmesin isterdi ki? Yoongi'nin sıcak bir yuvası olsun, önüne istediği yemekle dolu bir kase konsun, her gece başını koyabileceği bir yastığı olsun... tüm bunlar benim canı gönülden dilediğim şeylerdi; ama bunlara ulaşması en büyük yalanını ortaya çıkarınca yuvam da, yemeğim de, yastığım da elimden alınmış gibi hissetmiştim. Eşi vardı. Yoongi'nin bir eşi vardı, Yoongi ateşti. Yıllardır kendisi gibi bir ateşle iletişim kurmayan annem de evine gelen ilk alevin kollarına atmıştı kendini, ellerimde başka hiçbir açıklama yoktu. Bu yüzden ona öyle büyük bir hasretle bakmıştı. Babam ateş değil topraktı, benim kümem yoktu, Jihyun'sa aydı.

"Çok yalnız, çok yaralı bir çocuk..." dedi annem buruk bir ifadeyle. "İyi ki almışsın onu yanına."

Ne diyeceğimi bilemedim. Suga olduğunu bilseydi nasıl bir tepki verirdi, düşünmeden edemiyordum.

"Ona da kuşum diyor musun bari?"

"Jimin," Annem kıkırdadı. "Yoongi kuş değil ki. Kedi."

"Harika." Gözlerimi devirdim, annemin kıkırtıları kontrol edilemez bir hal almıştı. Onu böyle görmek kendimin uzun saçlı ve oldukça yaşlı bir versiyonunu izlemek gibiydi. Yaşlı, ama on yediden küçük.

"Yarın alışverişe çıkın." diye devam etti konuşmaya, kıkırdamayı kestiği an. "Senin kıyafetlerin sana anca yetiyor, bavulun çok küçük..."

"Uzun süre kalmayacağız." dedim.

"Olsun," Omuz silkti. "Rahat değil, görebiliyorum. Sana yük olduğunun farkında ama başka çaresi yok ve bunu bilmek onu kahrediyor."

İşte bu söylediği dikkatimi çekmişti, sırtımı yasladığım yerde dikleştirdim. Annem yanağımdaki elini kucağına indirirken gözlerimdeki soru işaretlerini yanıtsız bırakmamak adına "Yüzünde kaç yara var, saymadım," demişti. "Ama kalbindeki çok daha fazla. Jimin, o çocuk hayata küsmüş."

Beni hayatta tutan adamın hayata küsmesi ne büyük ironiydi! Yine de şaşırtıcı değildi duyduklarım, canına nasıl, tereddüt bile etmeden kıydığını okumuştum kitaplarda ve Min Borin bu kısmı yazmamış olsa da Suga'nın hayal aleminin gerçek olmamasını, o gün sabaha çıkmamayı dilediğini biliyordum. Yoruluyordu, ona verilen hayat onu yeterince yormuyormuş gibi seçtiği hayat da tekme atmaktan çekinmiyordu. Benim evimde, kitaplığımın önünde canına kıymaya kalkıştığında yalnızca olduğunu düşündüğü hayal aleminden ayrılmak istememişti, Yoongi o gün gerçekten de ölmek istemişti. Sebebini sormamıştım, gölgede kalmak isterken spot ışığının altında nefes almak onu boğdu diye düşünmüştüm yalnızca.

"İçindeki ateş onu zor ısıtıyor ama dayanacak kadar güçlü." dedi annem yatağımdan kalkmadan önce. "Sen o ateşi harlarsın, sen benim oğlumsun." Yavaşça eğilip yeniden yüzümü avuçladı ve dudaklarını elinin olmadığı yanağıma bastırdı. İç çekerek yumdum gözlerimi. Önce teşekkür ettim, sonra da iyi geceler diledim ona. Gülümseyerek odamdan ayrılmasını izledim, ayak sesleri kaybolana kadar bekledim ve hemen ardından da yataktan fırladım. Telefonum parmaklarımın arasındaydı. Odadan çıkmadan önce terliklerimi bile giymemiştim, tek istediğim bir an önce salona ulaşmaktı.

"Hyung?" Koltuğun başında dikildiğimde uyumuyor olduğunu biliyordum ama gözlerini açmadığı için numara yapmasına izin verdim. "Hyung?"

"Hm?"

"Neden uyumuyorsun?"

İç geçirerek açtı gözlerini. "Çünkü tepemde dikiliyorsun."

Bir an için duraksadım. Neden beni görünce ilk tepkisi her zaman beni terslemek oluyordu? Sana yük olduğunun farkında ama başka çaresi yok ve bunu bilmek onu kahrediyor. Bana kötü davranmaya devam ettiğinde onu bırakacağımı mı düşünüyordu? İçten içe istediği buymuş gibi hissediyordum. Ona yardım edip dostu olmamı istemiyordu, kalbini kıracağımı düşünüyordu, bu yüzdendi düşmanca davranışları. Yavaşça dizlerimin üzerine, koltuğun dibine çöktüm. Kollarım bedeninin yanında, koltuğa yaslanmıştı. "Hyung, ben seni bırakmayacağım." dedim gözümü bile kırpmadan. Başını uzandığı yerde bana çevirmiş, gözlerime bakıyordu. "Beni itmekten vazgeç."

Bir şey demedi ama bakışlarına bulaşan üzüntüyü görebiliyordum. "Rahat değil misin?" diye sorarak devam ettim konuşmaya. "Herkes uyudu, sen neden uyanıksın?"

"Sen de uyumamışsın."

"Ben telefonumla uğraşıyordum." Çok güzel bir noktaya parmak basmıştı.

Derin bir nefes alıp başını çevirdi ve bakışlarını tavana dikti. "Oda arkadaşım olmadan uyuyamıyorum."

Birkaç saniyeliğine de olsa duraksadım, Chimmy'den bahsediyor olsaydı kedi diyeceğini biliyordum. Bugün trende de uyuduğuna şahit olmuştum, yalnızca konudan uzaklaşmak için böyle bir cevap verdiğini fark edip "Oda arkadaşın kim?" diye sordum.

"Duvardaki."

Dudaklarımın ufak bir gülümsemeye kıvrıldığını hissettim. Odamda uyumaya alışmıştı ve her gece posterlerime bakarak uyumuştu. "Çok yakışıklı, değil mi?"

"Benim tipim değil."

O derin, pürüzlü sesinin iyileştiremeyeceği hastalık yoktu ama kısa ve düz cümleler kurup da dünyayı bu şifadan mahrum bırakmayı tercih ediyordu. "Senin tipin nasılmış?" diye sordum gülümseyerek.

Derin bir nefes aldı. Bu konudan da sıkıldığını fark edince pes ederek telefonumun ekranını aydınlattım, niyetim saate bakmaktı ama salonu bir anda parlak bir ışık kaplayınca başı hemen bana dönmüş, bakışları elimdeki cihazı bulmuştu. Gözleri rahatsız olduğunu bağırırcasına kısılırken "Üzgünüm." diye mırıldandım. "Saat neredeyse bir olmuş..."

Ekranı kilitlediğim halde az önceki ışık kaynağının olduğu noktaya bakmaya devam ediyordu, ilgisini bu kadar çeken şeyin ne olduğunu merak ettiğimden bir tepki vermesini bekledim. "Onları seviyor musun?" diye sordu en sonunda. Kilit ekranımda gördüğü fotoğraftan bahsediyor olmalıydı.

"Oh." Bakışları yüzüme kaydı, anlatacak çok şeyim olduğunu hissetmiş gibi koltukta kayarak ince bedenini arkaya sıkıştırmış ve uzanmam için yanında yer açmıştı. Hipnoz olmuş gibi çöktüğüm yerden kalkıp yanına uzandım. Bedenlerimiz birbirine değiyordu. "Elbette. Onlar benim arkadaşlarım."

Kilit ekranımda Taehyung ve Jungkook'un eşlenme töreninde çekildiğimiz bir fotoğraf vardı. Arkadaşlarım iki yanıma geçip benim etrafımdan birbirlerine sarılıyordu ve hepimizin yüzünde kocaman gülümsemeler vardı. Fotoğrafı Namjoon-ie hyung çekmişti. "Nasıl tanıştınız?" diye sordu, ses tonunda saf bir merak gizliydi. Bir pilheu'nın eşli insanlarla arkadaş olmasına böyle büyük bir tepki vermesi canımı acıtmıştı, kendi dünyasında hiç arkadaşı olup olmadığını merak ettim ve sonra aklıma o isim geldi; Hope. Kitaplarla ilgili bana sorduğu ilk isim o olmuştu ve ona olumsuz bir yanıt verdiğimde nasıl üzüldüğünü görmüştüm. Arkadaşı mıydı?

Arkadaştan ötesi miydi, diye ekledi iç sesim ve nedenini bilmediğim bir şekilde kalbim göğsümün duvarlarına sürtünüp canımı yaktı.

"Jungkook Busan'dan arkadaşım, aynı dans kursuna gidiyorduk." diye anlatmaya başladım ama sözümü "Dans mı ediyorsun?" diyerek kesti. Kendisi müziğe ilgili olduğu için benim de bir sanat dalıyla uğraşmam hoşuna gitmiş olmalıydı. "Eskiden." diye cevaplamakla yetindim, sesimdeki üzüntüyü fark edip üstelememişti. "Liseyi okumak için Seul'e gittim, Taehyung'la da orada tanıştım. İki yıl sonra Jungkook da bizim okuduğumuz liseye geldi... öyle işte."

"Eşler hemen buldu mu yani birbirlerini?"

"Ah, hayır." Başımı olumsuz anlamda sallayınca yan yana uzandığımız için saçlarımız birbirine sürtündü, kokusu etrafımı sarmışken uyuyakalacakmış gibi hissediyordum. "Taehyung çocukken ailesiyle beraber Busan'a tatile gelmiş ve Jungkook'la tanışmışlar. Bunu yıllar sonra fark etti tabi salaklar. Seul'deyken de aynı adama aşıklardı."

"Ne?" diye sordu dehşet içinde, onun bu hali beni güldürmüştü. Dirseğinin üzerinde yükselip başını eline yasladı ve bana yukarıdan bakmaya başladı; gülüşümü izliyordu. "Sen ciddi misin?"

"Evet." dedim gülmeye devam ederken. "Birbirlerini rakip olarak görüyorlardı, sürekli kavga edip o adamı elde etmeye çalışırlardı... Eş oldukları ortaya çıkınca epey gülmüştüm."

"O nasıl oldu?"

Gülüşümün yavaş yavaş silindiğini hissettim, Yoongi de modumun düştüğünü fark edip duraksamıştı. "Başta üçümüz yakın arkadaştık." dedim yavaşça, kısık sesle. Bakışlarımız birbirine kenetliydi ve yüzlerimizin arasında böyle kısa bir mesafe varken sorusundan kaçamayacakmışım gibi hissediyordum. "Sonra ben bir ara Japonya'ya gittim. Lise biter bitmez."

"Neden gittin?" Dudakları hafifçe aralanmıştı ve neden bilmiyorum ama, benim hikayemi Taehyung ve Jungkook'un hikayesinden daha çok merak ediyormuş gibime geliyordu. "O başka bir hikaye," dedim burukça gülümseyerek. "Onu sonra anlatırım."

Cevap vermediğinde beklemeden devam etmiştim. "Döndüğümde Jungkook hala lisedeydi, okulun yurdunda kalmaya devam ediyordu ama Taehyung bir üniversite öğrencisiyle eve çıkmıştı."

"Dur tahmin edeyim," dedi oyuncu bir sesle. Tavrı beni az da olsa gülümsetmişti, bu açıdan öyle güzel görünüyordu ki... "Aşık oldukları adam."

"Aynen öyle." dedim başımı eğip çenemi sıkıştırarak, ifademe gülümsedi. "Kim olduğunu da tahmin edebilir misin?"

Birkaç saniye boyunca sessiz kaldı, aklında dönen ismi biliyordum ama söylemek istemediğini görebiliyordum çünkü durumumuz tarihin en büyük komedisi olabilirdi. Cevap vermeyeceğini anlayınca "Namjoon-ie hyung." dedim gülerek. Haklı olmak midesini bulandırmış gibi gözlerini devirdi, bense gülmeye devam ediyordum. "Siz nasıl bir arkadaş grubusunuz böyle?"

"Şimdi gülüyorum ama gerçekten de çok sancılı dönemlerdi." diye devam ettim. "Jungkook şarkı söyleyip ses kayıtlarını hyung'a yollardı; Taehyung onun için bütün giyim stilini değiştirmişti... Sürekli birbirlerini yenme yarışı içindelerdi, artık durum Namjoon'u etkilemektense bir diğerini yenme kavgasına dönüşmüştü." Çenemi gururla kaldırdım. "Ben fark etmiştim."

"Neyi?" diye sordu kaşlarını kaldırarak.

"Taehyung ve Jungkook'un birbirine aşık olduğunu."

"O zaman eş olduklarını bilmiyorlardı ki?"

Öylece baktım suratına, eşler hakkında herhangi bir bilgisi var mıydı? Bir insan eşine sırf eşi diye aşık olmazdı ki. Evet, günün sonunda seçimi her zaman eşinden yana olurdu ama eş olmak sadece romantizm ve seksten ibaret olan bir şey değildi; benim hasretini çekme sebebim de buydu işte. O insan senin yalnızca kaderin değil, aynı zamanda kendi hür iradenle yaptığın seçimindi. Ben ne birinin kaderi, ne de seçimiydim. "Eş olmak sadece aşık olmak değil ki, hyung..." diye mırıldandım. "Eşiyle evli olmayan binlerce insan var, aromantikler, aseksüeller..."

Sessiz kaldı, söylediğim şeyin aklına yatmadığını biliyordum ama umursamadan devam ettim. "Bir gün Taehyung çok ileri gitti." dedim yutkunarak, Jungkook'un kollarımda ağladığı anı düşmüştü yine aklıma. "Jungkook o gece bende kalıyordu, mesaj geldiğinde koltukta yan yana oturmuş anime izliyorduk. Taehyung ona bir fotoğraf atmıştı. Namjoon-ie hyung'un yatağında çekilmiş bir fotoğraf." Telefonumu açıp Yoongi küfrederken parlaklığını kıstım ve o fotoğrafı bulmaya çalıştım, bunca yıldır saklıyordum. "Jungkook sabaha kadar ağladı, hıçkıra hıçkıra ağladı hem de. Ama Namjoon için değil, Taehyung için." Fotoğrafı bulup ekranı Yoongi'ye çevirdim. Taehyung üstü çıplak bir halde, Namjoon-ie hyung'un Ryan peluşlarının arasında uzanıyordu. Jungkook o kadar etkilenmişti ki, kaybettim deyişi hala kulağımda çınlıyordu. Namjoon'u kazanma davasını değil, Taehyung'u kaybettiğini fark etmişti ve benim de ona aşık olduğunu anladığım an o geceydi. Taehyung ve hyung'un arasında hiçbir şey olmamıştı, Tae yalnızca numara yapıyordu ama Jungkook onunla aylarca konuşmamıştı.

"Bunlar ne?" Düşüncelerimden sıyrılıp ilgimi Yoongi'ye verdim, boştaki elini kaldırıp işaret parmağını ekrandaki peluşlardan birine dikmişti. "Çok fazla."

"Ryan." dedim. "Hyung onu çok seviyor."

"Ne işe yarıyor?" Sen hangi gezegenden geliyorsun, dercesine baktım yüzüne. Sorumu duymuş gibi "Bilmiyorum," dedi. "Cidden bilmiyorum."

"Gece sarılıp uyuyabilirsin." dedim aklıma gelen ilk şeyi söyleyerek. "Çocukken hepimizin olmuştur..." Çocukluğu hakkında en ufak bir bilgim olmadığını hatırlayınca sesim cümlemin sonuna doğru kısılıp kaybolmuştu.

"Belki de evi olan çocukların vardır ama ben hiç görmedim." dedi düşünceli bir sesle, benden çok kendi kendine konuşuyormuş gibiydi.

Evi olan çocuklar.

Dikkatini yeniden bana verince panik içinde yüz ifademi kontrol altına almaya çalıştım ama ona nasıl baktığımı görmüştü. "Bilmiyor muydun?" diye sordu şaşırmış bir şekilde. "Kitapta yazmıyor muydu?"

"Kitapta yirmi altı yaşından öncesine dair hiçbir şey yazmıyor, hyung." diye mırıldandım. "Evin yok muydu?"

"Ben yetimhanede büyüdüm." Şaşkınlığıma sevinmiş gibi, böyle bir haberi verirken bile dişlerini göstererek gülümsemeyi başarmıştı. "Sen bilmiyorsan kimse bilmiyordur, değil mi?"

Bilinmekten öylesine nefret ediyordu ki, bu çocuksu sevinci karşısında o bıçağı nasıl göğsüne doğrulttuğunu hatırlamadan edememiştim. Tren istasyonundayken de, insanlar yara izleri yüzünden ona bakınca montun şapkasını kafasına geçirip başını Chimmy'nin taşıma çantasına doğru eğmiş ve gözlerden kaçınmak istemişti. Belki de, diye atladı bana ait olmayan o iç ses lafa. Belki de sana yalan söylemiyordur, Jimin.

Ne yapıyor o zaman, diye sorarak karşılık verdim ben de.

Belki de yalnızca saklanıyordur.

"Yah," Sessizliğimden rahatsız olmuş gibi telefonu tutan elimi bileğimden yakalayıp dikkatimi yeniden ona vermemi sağladı. Ekranı kilitleyip cihazı karnıma bastırdım. Bakışlarım yüzünde gezindi, koridordan gelen ışık sayesinde görebiliyordum onu ve düşünmeden edemiyordum. Eşi vardıysa, nasıl bu yara izleriyle hayatta kalabilmişti? Ateş değildiyse annem neden öyle bir tepki verip onu bağrına basmıştı? Nesin sen, diye bağırmak istedim yüzüne. Bu kadar sır ağır gelmiyor mu sana?

"Bilmiyorlardır." diye cevapladım sorusunu en sonunda, sesim yalnızca bir fısıltıdan ibaretti.

"Tamam, bilmemeye devam etsinler." dedi uyarırcasına, başımı sallayarak onayladım onu. "Anlatmaya devam et. Nasıl fark ettiler?"

"İkisinin de haritalarını alıp pilheu olmadıklarını kabullendikleri, Namjoon'u rahat bıraktıkları bir zamandı." dedim ağır ağır. "Taehyung'un haritasında dört kişi vardı, eşini bulmak onun için zordu ama Jungkook sadece bir kişiye sahipti, o da Seul'de görünüyordu. En başından beri Jungkook Taehyung'a daha yatkındı zaten, Taehyung ona kıyasla kendini geri tutuyordu. Arkadaşlarıyla kamp yapmaya gitmişlerdi, ormanı yeterince araştırmamışlar... Taehyung hayvan saldırısına uğradı, Jungkook-"

Başını kaldırıp elini yastığa, başımın hemen yanına yaslarken diğer eli yanağıma uzanıp aktığını fark etmediğim gözyaşlarımı silmeye başladı. "Melek," diye fısıldadı sakinleştirici bir ses tonuyla. Taehyung'un o hali aylarca kabuslarımı terk etmemişti, Jungkook eş olduklarını fark edip tedaviye dahil olmasaydı ben o gece en yakın arkadaşımı gerçek anlamda ellerimin arasında kaybedecektim ve bunun yarattığı etki üzerinden birkaç yıl geçmiş olmasına rağmen ruhumu terk etmiyordu. "Bugün bana iyi yolculuklar diledi," İsim kullanmasa da Taehyung'dan bahsettiğini biliyordum. "Hayatta. Sağlıklı."

"Biliyorum, biliyorum..." Telefonumun karnımdan kayıp yere düşmesini umursamadan ellerimi kaldırıp gözlerimin üzerine bastırdım, kollarımız birbirine dolansa da kendi elini yanağımdan çekmemişti. "Gözümün önüne geldi, hepsi bu."

"Artık uyumalısın, çok konuştuk." diye mırıldandı, sesi üzgün çıkıyordu.

Beni ağlattığını düşünmüş olmalıydı. Burnumu çekip ellerimi indirdim ve koltuktan kalkmaya çalıştım. "İyi gece-"

Ben lafımı tamamlayamadan kendini yastığa bırakmış ve kollarını sıkıca etrafıma sarıp koltuktan kalkmama engel olmuştu. Sırtım göğsüne yaslı bir şekilde, uzandığım yerde donup kaldım. "Hyung?" dedim şaşkınlıkla.

"Ryan." dedi uykulu çıkması için uğraştığı bir sesle. "Uyu."

Ve sonra uyuduk. Kolları ve kokusu etrafımı sarmış, başlarımız aynı yastığa yaslı bir halde.




aksiyonlu sahnelerimiz gelmeden önce yumuş anların tadını çıkaralım :') yorum yapmayı unutmayın, çok çok öptüm💜


Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro