11; time's forever frozen still
Agust D serisiyle ilgili her şeyi bilirdim. Neredeyse, her şeyi. Kitapları ilk defa ne zaman okuduğumu hatırlamıyordum mesela; hangi kitabın ne zaman çıktığını bilirdim ama hangi tarihte elime alıp da okuduğumla ilgili hiçbir fikrim yoktu. Bu soruya verebileceğim tek cevap da, "İhtiyacım olduğunda." cümlesiydi. Ben ne zaman ona ihtiyaç duyduysam yanımdaydı Suga, her seferinde elimden tutup ayağa kaldırmıştı beni.
Şimdi yerde karşılıklı diz çökmüş ağlarken ona elimi uzattığımda tutmamış olması beni bu yüzden bu kadar yaralamıştı. Sen kahraman değilsin, Jimin, diye hatırlattım kendime. Onun gözünde hiç değildim hele, onun gözünde bir yalancı olmanın ötesine geçememiştim.
Yanından ayrılmak istemedim. Ayağa kalkıp, yaklaşık yarım saat önce elinden kapıp da arka tarafıma fırlattığım bıçağı bulmak, odadan çıkmak istemedim. Onu böyle hıçkırarak ağlarken bırakmak istemedim. Diyorum ya, ben sadece o elimi tutsun istedim. Hayatımda sadece bir defa onun kahramanı olabilmek istedim.
İstemediğim her şeyi yaptım sonra da. Yavaşça ayaklanıp odanın diğer kısmına yürüdüm, bıçağı yerden alıp Yoongi'ye tekrar bakmadan çıktım odadan. Kapıda dikilen Chimmy benim çıkmamı bekliyormuş gibi hemen içeri daldı, Yoongi'ye gidip gitmediğini kontrol etmeden koridor boyunca yürüyüp salona gittim. Ne yapacaktım şimdi? Nasıl toplayacaktım onu? Paramparça olmuştu, söylediğim hiçbir şeye inanmazdı artık. Dördüncü kitaptaki gibi bir hayal alemine hapsolduğunu düşünüyordu ve bu alemlerden kurtulmanın tek yolu ölmekti; daha önce kendine nasıl kıydığını okuduğum için böyle bir şeyin tekrarlanmasına izin veremezdim ve ayrıca, bu sefer kendi dünyasında uyanmazdı. Hayal değildi burası, onun ait olmadığı bir gerçeklikti ve evren sizi öldürmeden önce ait olup olmamanıza bakmıyordu.
Min Yoongi'nin ölmesine asla izin vermeyecektim.
Yanıma gelmesi saatlerini buldu, kucağında beş kalın kitapla beraber koltuğun diğer ucuna çökmüştü. O kadar kötü görünüyordu ki ne yapacağımı bilemez bir halde ona doğru bir hamlede bulunmuştum ama irkilerek geriye çekildiğinde kollarım havada asılı kalmıştı. Peşinden gelen Chimmy yerde, ayaklarının dibindeydi. Yoongi bu eve geldiğinden beri benim kedim olmaktan çıkmıştı zaten, en azından yanına kabul ettiği bir varlığın olmasına minnettardım.
Kitapları aramıza bıraktı, yutkunarak bakışlarımı defalarca okundukları için az da olsa yıpranmış olan romanlara çevirdim. Yolculuklarda okumuştum, okulun yatakhanesinde; hastanedeyken okumuştum, Japonya'dayken. Her yerde okumuştum, hayatımın her karesine işlemişti bu adam. "Bana bu dünyada olduğumu söyledin."
Saatlerdir ağladığı için sesi çatlamıştı, boğazının ne kadar acıdığını hissedebiliyordum. "Fiziksel olarak değil de... böyle mi?"
Benden önce yaşadığı iki yıllık bir zaman dilimi de olsa, ben o sayfaların ilk satırına, "Ben galiba ölüyorum." cümlesine bakışlarımı düşürdüğümden beri benim dünyamdaydı bu adam, benim hayatımdaydı. Aldığım nefesi paylaşıyordum onunla, rüyalarıma giriyordu da yastığımı paylaşıyordum. Bir şeye kafamı koyup başarıyordum, ödüllerimi paylaşıyordum. En sevdiği yemeği yapıyordum da yediğim lokmayı, Daegu'ya ne zaman gitsem gezindiğini düşündüğüm kaldırımlarda adımlarımı paylaşıyordum. Taş dediğim bu kalbin her ritmi, Suga'nın sesiydi. Kemiklerimin içine saklamıştım onu, elbette vardı bu dünyada. "Buradaki insanlar seni bir kitap karakteri olarak tanıyor." diye açıklamaya çalıştım, ortam alevlenmesin diye ben de sesimi kısık tutmuştum. Birkaç gün önce bakışlarından taşıp da parmak uçlarımı yakan ateşi şimdi sönüp geriye bıraktığı külleri yüzüme savuruyordu, ne yapacağımı bilemiyordum. Adını parlak koyduğum adam gölge olup oturmuştu karşıma. "Sen olduğunu bilmiyorlar, tabi. Sen yoksun sanıyorlar."
"Doğal olarak."
"Doğal olarak."
Yutkunduğunu gördüm, boğazı cidden acıyor olmalıydı çünkü adem elması fazla belirgin bir hal almıştı. Onu daha önce böyle ağlarken okuduysam da, görmek bambaşka bir acıydı. Yanında olmamı umursamamıştı bile, onu en zayıf halinde görmeme izin vermişti. Öyle pes etmişti ki, kazanamadığı için hayatta kalmaktan da vazgeçmişti. Suga asla vazgeçmezdi. O pes etmezdi, kazanamazdı ama hayatta kalırdı. Yaşadığı bunca şeyi tek bir bıçakla yarıp yok etmek istemişti, ben nasıl aşacaktım bunun acısını? "Ne kadarını biliyorsun?" diye sordu. "Biliyorsunuz?"
"Yemin etmenle başlıyor, bataklığa girişinle." diye anlatmaya başladım. "Kitaplar daha çok yaşadıklarına odaklı, canavarlar ve insanlar... Geçmişini pek bilmiyoruz. Portala girmenle son buluyor beşinci kitap, devamı yok."
"Devamında buradayım..." diye mırıldandı kendi kendine, hemen ardından bakışları yeniden beni buldu. "Neden devamı yok?"
"Yazar ortadan kayboldu."
Bir şeyler söylemek için dudaklarını aralasa da duraksayarak başını hafifçe geriye çekti. Sorunun ne olduğunu anlamak amacıyla gözlerine baktım, bana şimdiye kadar bir insanda gördüğüm en büyük çekingenlikle bakıyordu; onu daha önce bu kadar savunmasız görmeyi bırakın, okuduğumu bile hatırlamıyordum. Suga savunmasız değildi, Suga'nın gelecek her darbeye karşı hazırlığı vardı. Neden böyle çekilmişti şimdi duvarlarının ardına? Onu her zaman bir kaplumbağaya benzetirdim ama ilk defa kabuğu kırılmış gibi geliyordu gözüme. Kim bilir kaç yerinden kanıyordu zihni, kendi kanıyla zehirlenmek kim bilir nasıl acıtıyordu.
Bugünden sonra Suga'yı geride bırakıp tam anlamıyla Min Yoongi'ye dönüşmüştü işte. Burada, onu okuduğumdan çok daha farklıydı. Kötü değildi, ama can yakıyordu. Elimi tutsaydı her şey daha iyi olacaktı ama gardını indirmiş bir adamın hayatta kalacağına inanmak çok masum bir düşünceydi. Evrenin istediği oluyordu işte, ait olmadığı dünyada ölüp gidiyordu.
"Sorun ne?" diye sordum dayanamayarak.
"Yazarı bulmam lazım." dedi kısık sesle ama aklını asıl kurcalayan şeyin bu olmadığını biliyordum. Kuruntu değildi, gerçekten de bana karşıydı çekingenliği. Ne yapmıştım onu bu kadar utandıracak? "Daha fazla insan okumadan bulmam lazım."
Ona kötü haberleri vermek istemedim, ikinci bir yıkıntıyı kaldıramazdı yüreğim ama yalancı olmadığımı, her şeyi onu düşünerek yaptığımı bilsin istiyordum. "Yeterince insan okudu." dedim yavaşça, bakışları titredi ve gözleri yeniden dolmaya başladı. "Hyung, ağlamanı, üzülmeni gerektirecek bir şey değil bu."
Bakışları yeniden aramızdaki romanlara indi. "Kaç sayfa?"
"Toplamda mı?" İç geçirdim. "6012."
İrileşen gözleri benimkileri buldu. "İki yıl," dedi dudakları titrerken, zorlukla. "İki yıl, o kadar sayfa mı tuttu? O kadar mı ayrıntı var?"
Ne diyeceğimi bilemiyordum, insanlar ağlayıp yıkıldığı zamanları okudu diye bu kadar üzülüyordu ve evet, insanlar onun bu iki yılda ağlayıp yıkıldığı her sahneyi okumuştu. Ama kimse ona acımamış, onun için üzülmemişti. İnsanlar onunla beraber ayaklanmış, tökezlemeyi umursamadan yürümüşlerdi. "Hyung, sen bu iki yılda tam yüz altı kişiyi kurtardın." dedim tane tane. Verdiğim sayı yalnızca kitaplarda geçenlerdi. "Birkaç kere ağladın diye buradaki insanlar seni örnek almaktan vazgeçmedi."
Karşılık vermeden öylece baktı yüzüme, birilerinin onu örnek alması ona pek de inandırıcı gelmemişti. "Eşi olmayan insanlar, pilheu'lar, dışlandıkları her durumda sana sığındılar. Kaahu'lar bizi tapınaklardan kovdukça şerefsiz tanrı diye sloganlar atıldı. Kazanamadın diye senden vazgeçmedik, hyung. Seninle hayatta kaldık. Ödülüm diye içiyordun her gece, bir bardak da kendimizi ödüllendirdik, hyung. Ağlamana, bu kadar üzülmene gerek yok. Yemin ederim yok." Gazımı alamayıp "Sen benim en sevdiğim kitap karakterisin." dedim, gözlerim dolmaya başlamıştı ve şaşırdığını hissedebiliyordum. "Sen beni kaç kere kurtardığını bilmiyorsun."
Bir süre sessiz kaldık. O dalgın bir şekilde Chimmy'ye bakıyor, bense ileri gittiğim düşüncesiyle oturduğum yerde kızarıyordum. Durum şimdilik yatışmış gibiydi, ara sıra kriz geçireceğine adım gibi emin olsam da şu an için ne canına kıyma ne de sinir krizi geçirme gibi bir niyeti olmadığını biliyordum. Şimdi toparlanmak ve hayatta kalmak istiyordu, yoksa kazanamazdı.
Bakışlarım duvardaki saate kaydı, eve girişimin üzerinden yaklaşık dört saat geçmişti. Tam o sırada Yoongi hyung "Zavallım," dedi monoton bir sesle. Ona baktığımda Chimmy'nin olduğu noktaya bakıyor olduğunu görmüştüm ama kediye odaklanmamıştı bakışları, transa girmiş gibiydi. Kullandığı kelimeler ona değil, bir anıya aitti sanki. "Beş kitaptır boşalmıyor."
Kafası ani bir şekilde bana çevrildi, irileşen gözlerimle ona bakarken donup kalmıştım. Daha böyle böyle kırdığım hangi potları hatırlayacaktı kim bilir... Panik içinde ayaklanıp salondan kaçtım, mutfağa gidip kendime büyük bir bardak su doldurdum. Bakışlarım masadaki poşete takılınca saçlarını boyamak istediğim gelmişti aklıma, ayrıca akşam yemeği için Duri teyzeye sözüm vardı... Bu kadar şeyin üst üste gelmesiyle derin bir nefes aldım, Yoongi'yi hayatta ikna edemezdim.
Kaç dakika dalmıştım düşüncelere bilmiyordum ama koridor tarafından gelen su sesiyle gerçek hayata dönmüştüm. Yavaşça mutfaktan çıktım, tam o sırada da Yoongi banyodan çıkmıştı, çenesinden damlayan sularla beraber yatak odama girdi. Chimmy üşenmeden peşinde dolaşmaya devam ediyordu, dört yıldır benimleydi ve ben onu toplamda bu kadar hareket ederken görmemiştim. Taehyung'u tırmalayacağı zaman bile tek bir patisi dışında vücudunu harekete geçirmeyen hayvan şimdi Yoongi'nin gölgesi olmuştu adeta; o nereye giderse peşinden gidiyordu. Odaya girdiğimde Yoongi'yi dolabın önünde buldum. "Hyung?"
"Gömleğim nerede?"
"Hangi gömlek?"
"Benim gömleğim." Bakışları bana döndü, buraya geldiğinde üzerinde olan gömlekten bahsediyorduysa o parça çoktan hastanenin çöplüğündeydi. "Seni getirdikleri gün yaranı bulmak için yırtmıştım." diye açıkladım mahcup bir şekilde.
Birkaç saniye boyunca beni izleyip elini kaldırmış ve tersiyle çenesinden damlayan suları silmişti, bu süre boyunca bakışlarını benimkilerden ayırmaması nefesimi keserken sonraki hamlesini beklemiştim. "O zaman bana giyecek bir şeyler ver."
"Üzerindekiler rahat değil mi?"
"Gidiyorum."
Zaman durdu adeta, o benim yüzüme beklentiyle bakarken ben hiçbir şey yapamadan karşılık veriyordum bakışlarına. "Silahı bıraktığım yerden almam lazım, senin başın zaten belada. Yazarı bulup eve döneceğim."
Bu söyledikleri beni neden böylesine sinirlendirmişti bilmiyordum ama, kaşlarım hafifçe çatılırken elim havalanmış ve gardırobun kapağını sertçe kapatmıştı. "Sana halledeceğimi söyledim." dedim buz gibi bir sesle.
"Farkında mısın bilmiyorum ama, melek," dedi anlamamı umuyormuş gibi, tane tane. "Polisler benim ne olduğumu biliyordu."
İşte bu, duraksamamı ve sakinleşmemi sağlamıştı. "Ne?" diye sordum fısıltıyla.
"Başın bu yüzden dertte." dedi. "Çünkü ben bekleniyordum, sen tamamen sürprizdin." Dolabın kapağını yeniden açıp giyinebileceği bir şeyler için bakınmaya devam etti. "Yazarın kayboluşuyla ilgileri olmalı, ortada olup biten her neyse çözmem gerekiyor."
"Tamam, çok güzel," dedim ama yalnızca ses tonumdan bile nasıl panik olduğum anlaşılıyordu. Bana yandan, umutsuz bir bakış attı. "Beraber çözeriz. Seul'den ayrılmamız gerektiği için bu sabah yıllık izne çıktım, bizi burada tutan hiçbir şey yok."
Ben konuşurken dolabın içine doğru eğilmişti, cümlemi bitirdiğim an ağır hareketlerle doğrulup bedenini aynı yavaşlıkla bana çevirdi. Gözleri şüpheyle kısılmıştı. "İzin mi aldın?"
Hevesle salladım başımı. "Sana saç boyası da aldım. Polisler nasıl göründüğünü biliyor, biraz farklılık iyi olur dedim."
Şimdiye kadar istediğim her şey altın tabakla önüme sunulmuş gibi hissediyordum. Sonunda Suga'yla beraber maceralara atılma şansım vardı, hem de kendi çöplüğümde. Buradaydı, evimdeydi, kedimle iyi anlaşıyordu. Tanrım, üzerinde benim kıyafetlerim vardı! "Önceliğimiz Seul'den ayrılmak olsun." dedim yavaşça, sakin sakin. En sevdiğim karakter olduğunu öğrendiğinden beri anlam veremediğim bir ruh haline bürünmüştü, sesimin heyecanlı çıkıp beni ele vermesini istemiyordum. "Yazarla ilgili ne yapacağımızı sonra konuşuruz."
"Seul'den çıkıp nereye gideceğiz?"
"Busan'a." Düşünmeden konuşmuştum ama uzun uzun oturup bütün seçeneklerimi tartsam da aklıma daha mantıklı bir şey gelmeyeceğine emindim. Asıl maceraya atıldığımızda cüzdanımı açmaktan çekinmezdim ama ne yapacağımızı bilmiyorken para savurmak mantıklı değildi, şimdilik Seul'den çıkmamız yeterliydi ve Busan'da kalabileceğimiz bir ev zaten vardı. "Birkaç günlüğüne orada kalıp planımızı yaparız ve Min Borin'in peşine düşeriz."
"Min Borin..." Kitapların üzerinde ismini görmüş olmalıydı, sesi düşünceli geliyordu. "Yazarın ismi, değil mi?"
Başımı sallayarak onu onayladım. "Çok tatlı bir kadın. Kadındı, yani. Yıllardır haber alamıyoruz, ölmüş bile olabilir."
Cevap vermedi, söylediğim şeyleri düşündüğünü görebiliyordum ama ne kadar düşünürse bana karşı gelme olasılığı o kadar fazlaydı, bu yüzden işimi bir an önce bitirmem gerekiyordu. "Hyung," dedim dikkatini çekmek istercesine, neyse ki bakışları beni bulmuştu. "Söz verdim."
İç geçirdi.
"Söz verdim, hyung. Bana güven."
**
"Sana güvenmemeliydim."
Aynadaki yansımasına bakarken yüzünü buruşturmuştu ama benim keyfim yerindeydi. Cildi açık renk olduğu için sarının bu tonunu çok güzel ağırlamıştı saç telleri, hafif dalgalı bir şekilde alnına ve kulaklarının üstüne dökülüyordu. Üstünde beyaz bir tişört ve altında da siyah bir kumaş pantolon vardı. Bana küçük gelen montlarımdan birini giydiğinde Duri teyzeye gitmeye hazır olmuş olacaktık.
Chimmy'nin mamasını hazırlarken Yoongi'nin hayıflanmalarını dinliyordum. "Başka renk yok muydu?"
"Yeşil de vardı. Bir dahakine onu yaparız."
"Yah!" Ben kıkırdarken Chimmy bile keyifli olduğunu düşündüğüm bir yüz ifadesiyle Yoongi'nin sırtını izliyordu. Çok garipti, onun ruh hali Chimmy'yi daha önce şahit olmadığım bir güçle etkiliyordu. Ki Yoongi'nin daha önce onun adını telaffuz ettiğini bile duymamıştım. Baba kız Jimin ve Chimmy değildik; isimlerimiz Melek ve Kedi'ydi.
En sonunda evden çıkmayı başardık, ayrı şemsiyelerle bahçe kapısına yürüdüğümüz sırada telefonum çalmıştı. Yoongi beni beklemeden yürüyüp kaldırıma çıksa da ben geride kalıp montumun cebinde telefonumu bulmuştum. "Hyung?" dedim aramayı açar açmaz.
"Jimin, Min'i evden çıkar." Bakışlarım hava karardığı için siyah görünen otlardan ayrılmış ve kaldırımda, şemsiyesinin altında dikilen Yoongi'yi bulmuştu. "Bu gece evi aramaya gelecekler."
"Tamam..." diye mırıldandım. Yoongi gözlerini kısmış şüpheyle beni izliyordu, gerildiğimi fark etmiş gibiydi.
"Gidebileceği bir yer var mı?" diye sordu Namjoon-ie hyung. "Gelip almamı ister misin?"
Duri teyze onu çok büyük bir zevkle ağırlardı, Namjoon-ie hyung'la ikisinin aynı ortamda bulunması hiçbir şeye yarar sağlamazdı. Ayrıca, ürkütücü bir şekilde, Namjoon-ie hyung'un eve giderken arabayı bir çöplüğe çekip aaa, düşürmüşüm, diyerek Yoongi'yi atmayacağının garantisi yoktu. "Biz hallederiz, hyung." dedim minnetle. "Şimdi dışarı çıkıyorum, iki saat sonra evde olsam uygun mu?"
"Evet, iyi olur." diye karşılık verdi. "Kendine dikkat et. Polisler gittikten sonra da bana haber ver."
"Melek?" Arama kapandıktan sonra ekranının ışığı sönmüş telefonum elimde, öylece Yoongi'ye bakarken dalıp gitmiştim, bana seslenişiyle kendime geldim. Her şey yolundaymış gibi gülümsedim sonra da, bana güvenmesini söylememin hemen ardından böyle bir oyunculuğa başvurmam da takdire şayandı doğrusu. "Hm?" dedim hızlı adımlarla yürüyüp kaldırımda ona katılırken, bahçe kapısını arkamdan çekerek kapatmıştım.
"Her şey yolunda mı?"
"Duri teyzeyle konuştuktan sonra sana kesin bir bilgi vereceğim." dedim, yalan söylemiyordum en azından. Önünden yürüdüğüm için onu göremiyordum, yağmurun altında attığı adımları duyabildiğim için arkamda olduğunu varsayıyordum yalnızca. "Ayrıca, bana onun önünde melek dersen bizi sevgili sanır, haberin olsun."
Hiçbir şey demeden yürümeye devam ettik, Duri teyzenin evine varmamız birkaç saniyeyi bulmuştu yalnızca. Zile basıp bahçe kapısının açılmasını bekledik yan yana, keşke şu halimizi dışarıdan görebilseydim... Yağmurun altında, aynı boyda iki adam, şemsiyelerinin altına saklanmış. O adamlardan biri benim, biri benim karakterim.
"Hoş geldiniz çocuklar!" Duri teyze kapının önünde ellerimize uzanıp şemsiyeleri ona vermemizi bekledi, ayakkabılarımızı çıkarırken de yüzünde tatlı bir gülümsemeyle bizi izledi. "Hadi biraz acele edin, sofra hazır."
"Teyze," Koridora geçince ikisini tanıştırmak üzere Duri teyzeye dönmüştüm ama "Hadi Jimin-ah!" diyerek beni ilerlemeye zorladı. Sanırım yemek masasında tanışacaklardı.
"Tekrar hoş geldiniz." Montlarımızdan kurtulmuş, masanın önünde, ellerimiz önümüzde kenetlenmiş Duri teyzenin gülümseyen suratına bakıyorduk. Ben de gülümsüyordum, Yoongi'nin ne halde olduğunu öğrenmek için ona yandan bir bakış attım ve gergin surat ifadesiyle karşılaştım. "Teyze, bu Yoongi." dedim beklemeden, sağ elim havalanıp Yoongi'nin sol koluna konmuştu. Yoongi hyung ona dokunuşumla anında gevşemişti ama belli etmemeye çalıştı, bir doktor olduğumu ve bedenindeki değişimleri algılayabildiğimi unutuyordu. "Hyung, bu güzel hanımefendi de Duri teyze."
"Demek sen Yoongi'sin, küçük yakışıklı." dedi Duri teyze küçük dediği ama kendisinden en az yirmi santim uzun olan Yoongi'ye. Yoongi ne diyeceğini bilemeden öylece yüzüne bakmıştı, neden bu kadar gergin olduğuna anlam veremiyordum. Elimin altındaki kolunu hafifçe sıktığımda "Ha, evet," demişti panik içinde, Duri teyzenin de gülüşü yavaştan silinmeye başlamıştı. "Yoongi'yim ben. İsmim Yoongi." Derin bir nefes aldı. "Yoongi."
"Hadi oturalım!" diye şakıdım daha fazla konuşmasına engel olmak için, Duri teyze şüphelenmiş görünüyordu. Durumu kontrol altına almak için Yoongi'ye baktım ama o, Duri teyzenin dizinde biten eteğinin altındaki bacağına, dövmesinin olduğu noktaya bakıyordu. Hah, kendinden kırk yaş büyük kadınlara yürüdüğüne de şahit olmuştum, günüm daha da güzelleşemezdi herhalde.
"Siz oturun, jjigae pişmek üzereydi." Duri teyze odadan çıkıp mutfağa yöneldiğinde kendisine kızmak üzere Yoongi'yi tuttuğum kolundan çevirmiştim ama o benden önce davranıp çatılmış kaşlarıyla üzerime yürüdü. "Eşi var."
Duraksadım. "Evet? Munchang amca, birkaç yıl önce ölmüş."
"Beni eşi olan birine mi getirdin?!" diye tıslamaya devam etti ve tüm parçalar yerine oturdu. Taehyung'un üniteyi çıkarmasına izin vermemesi, Jungkook'un yemek yemesi konusundaki ricalarını sözsüz bir şekilde reddetmiş oluşu... O ikisi ne zaman yanımızda olsa ellerinin içindeki dövmelerine attığı öldürücü bakışlar... Min Borin'in yazarken abarttığını düşünmüştüm ama Yoongi gerçekten de eşi olan insanlardan nefret ediyordu.
"Alışsan iyi edersin." dedim umursamaz bir tavırla sandalyeme çökerken. "Çünkü bu gece burada kalacaksın."
"Ne?" Duri teyzenin onu duyduğuna emindim, işaret parmağımı dudaklarıma çarparak susmasını söyledim, gözlerim kocaman açılmıştı. "Ne diyorsun sen?" Hemen yanımdaki sandalyeye çöktü. "Melek?"
"Gece eve polisler gelecek, arama emri çıkmış." dedim onun aksine, kısık bir sesle. "İzin aldığımı öğrenmiş olmalılar. Evde olursan seni bulurlar ve bu benim izin vereceğim en son şey bile değil."
Birkaç saniye sessiz kaldı. "Dışarıda kalırım. Beni burada bırakma."
Büyük ellerini yakalayıp iki avcumun arasına sıkıştırdım. "Seni en son dışarıda bıraktığımda kolundan vurulmuştun." Başımı hafifçe eğip ona az da olsa aşağıdan baktım. "Duri teyze kötü biri değil. Diğer eşliler beni dışlarken o beni evine aldı." Ayrıca, bunu şimdi söyleyip de konuyu uzatmak istemiyordum ama, yaptığı şeyin eşli insanların pilheu'lara yaptığı ayrımcılıktan farkı yoktu. Hadi ama, Jungkook gibi birine kim, sırf Taehyung salağının eşi diye kıyabilirdi ki?
"Kaybolma ihtimalin var, bu dünya senin bildiğinden farklı." diye yalvarmaya devam ettim. Bakışları onun büyük ellerini çevreleyen küçük ellerimdeydi. "Senden haber alamazsam kafayı yerim, hyung. İki gün içinde Busan'a gideceğiz, lütfen bana uyum sağla."
Ellerini yavaşça çekip tutuşumdan kurtardı ve önüne döndü. Sandalyelerimiz zaten dip dibeydi, ben de önüme dönüp bakışlarımı masadaki eşya ve yiyeceklere verdim.
"Melek-" Yoongi tam bir şey söyleyecekken Duri teyze odaya girmiş, duyduğu şeyle donup kalmıştı. Ellerinde mutfak eldivenleriyle, siyah güveci iki yanından tutmuş, kapıda dikiliyordu ve az önce duyduğu kelimenin Yoongi'nin dudaklarından çıktığına inanamazmış gibi onun yüzüne bakıyordu.
"Teyze, acıktım." dedim dikkatini bana vermesi için. Suratında kocaman bir gülüşle başını salladı ve hemen masaya geldi, jjigae'yi ortaya bırakıp eldivenlerini çıkarmaya başladı. Bakışları Yoongi'yle aramda gidip geliyordu.
Harika.
Yemek Yoongi için oldukça sessiz geçse de Duri teyzeyle ben sürekli konuşmuştuk, teyze bir ara hızını alamayıp yemeğini düzgün yemeyen Yoongi'yi azarlamış ve ağzını pirinçle doldurmuştu. Sonunda midesine düzgün bir öğünün girdiğini görünce gülümsemeden edememiştim. Yemek sırasında Duri teyzeden Yoongi'nin bu gecelik onunla kalması konusunda izin de almıştım, Yoongi masanın altından bacağımı tekmelese de ben her şey sorunsuz bir şekilde geliştiği için memnundum.
"Jimin, yardım et." Yoongi oturmaya devam ederken Duri teyzenin emriyle ayaklanmış ve masayı toplamasına yardım etmiştim. Mutfağa girdiğimiz an beni tezgahla arasına sıkıştırmıştı, boyu benim yarım kadar olan kadına korkuyla baktım. "Sevgili misiniz siz?" diye sordu gülümseyerek.
"Teyze!"
"Pilheu o da, değil mi? Yara izleri var. Jimin-ie~" İsmimin sonuna getirdiği eki uzatarak telaffuz etmişti, kıkırdıyordu. "Sen böyle serserileri mi beğeniyordun?"
"Teyze, inan öyle değil-"
"Bu ötekinden daha iyi." dedi beni rahat bırakarak. "Bu sana daha güzel bakıyor."
Gözlerimi kırpıştırarak "Öteki?" dedim soru sorarcasına. Yoongi'nin bana bakmasıyla apayrı bir konuydu.
"Gözlüklü, uzun boylu oğlan."
Namjoon-ie hyung'dan bahsediyordu, onu hatırlayınca sesimi kesip masada kalan diğer şeyleri getirmek üzere mutfaktan çıktım. Her şey hallolup yeniden Yoongi'nin yanına oturduğum sırada Duri teyze ortadan kaybolmuştu. "İyi biri, değil mi?" diye sordum.
Yoongi cevap vermeden önüne bakmaya devam etti, bana küsmüş olabileceğini düşünerek üzgünce iç geçirdim. Başı hafifçe kalkar gibi olduysa da pes etmemişti. "Sen bana ne diyecektin?" diye devam ettim konuşmaya. Polislerin yanına böyle gergin yollamamalıydı beni. Kırdığım ilk potta ikimiz de mahvolurduk. "O seni çok sevmiş."
Yine sessiz kalmıştı, Duri teyze odaya girince ben de konuşmayı kesip önüme döndüm. "Çocuklar, poz verin." dedi Duri teyze bir anda. Elinde eski model bir fotoğraf makinesi vardı. Ben elimden geldiğince, kocaman gülümsemiştim ama Yoongi'nin kameraya atabileceği en düz ve soğuk bakışları attığına emindim.
"Ben artık kalkayım." Yoongi panik içinde bana bakmıştı ama çok geçti, ben konuşmak isterken neredeydi aklı? "Sen kalkma teyze, ben çıkarım. İyi geceler."
"İyi geceler oğlum."
Odadan çıkıp koridor boyunca yürüdüm. Montumu giyindim, kapıyı açıp ayakkabılarımı giyinmek üzere kapı pervazına bırakıyordum ki arka tarafımdan gelen ayak sesleri dikkatimi çekmişti. "Melek."
"Hyung?" Bedenimi ona çevirdim.
"Bana haber ver." dedi sakin bir sesle ve onun sükunetinin beni de yatıştırdığını hissettim. "Duri teyzenin telefonu varmış, beni ara."
Ona hafifçe gülümsedim. "Tamam. Ama endişelenme. Hiçbir şey olayacak." Ona yeniden arkamı dönüp eğildim ve ayakkabılarımı giyinmeye başladım. "Melek." dedi yeniden. "Hm?" diye karşılık verdim bu sefer.
"Kitaplarda..." dedi biraz şüpheli biraz da çekingen bir sesle. "Kitaplarda Hope var mıydı?"
Kaşlarım çatılırken omzumun üzerinden ona baktım, aynı anda hem merak hem de üzüntü çökmüş gözleri benimkilere kilitlenmişti. "Hope." diye tekrarladı. "Hobi?"
Yerimde doğrulurken başımı üzgün bir şekilde iki yana salladım. Üzgündüm, çünkü istediği cevabın bu olmadığını biliyordum. "Yalnızdın, hyung."
Derin bir nefes alarak başını salladı. "Ben sana kitapları özet geçeceğim." dedim. "Merak ettiğin her şeyi sorabilirsin. Ama şu geceyi atlatalım."
"Tamam, melek."
Gülümseyerek açtım şemsiyemi. "İyi geceler, hyung."
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro