Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

1; 천사

 Naamkahu.

O kazayı geçirdiğimde, hayatımı baştan sona değiştiren o kazayı geçirdiğimde yalnızca on yedi yaşındaydım. Bu yüzden yirmi altı yıldır yaşadığım şu hayat benim gözümde ikiye ayrılıyordu; on yediden öncesi ve sonrası. Öncesinde oldukça başarılı bir öğrenciydim, herkesle iyi anlaşsam da gizliden gizliye benden nefret eden bir kesim olduğunun da farkındaydım ama bu asla önemseyeceğim şeyler listesinde ilk ona girememişti. Verecek, dağıtacak çok fazla sevgi barındırıyordum kalbimde. İnsanlarla iyi anlaşırdım, ailemle çok güzel bir ilişkim vardı. Kitaplar? Okurdum, kendimi kaptırdığım tek bir seri olmuştu şimdiye kadar ve o da maalesef yazarın beşinci kitabın yayımlanışının ardından ortadan kaybolmasıyla yarım kalmıştı. O kazadan sonra, benim deyimimle on yediden sonra; insanlarla anlaşamaz olmuştum. Yanlarında rahat edemiyordum. Onlar tamamlanıyordu, ben sürekli eksik kalacağımı hatırlıyordum. Hala başarılı bir öğrenciydim, insanların benim hakkımdaki düşüncelerine verdiğim değer yükselmiş ve bu durum önem listemde ilk üçe girmeyi başarmıştı. Ailemle aramdaki ilişki mahvolmuş, bir noktada korktukları o insan haline gelmiştim. Vermek istediğim o tüm sevgi kalbimde sıkışıp kalmış, bir süre sonra taşlaşıp göğsümde taşımanın beni yorduğu bir kütle haline gelmişti. Kendimi yalnızlığa alıştıracağım derken sevmeyi unutmuştum. Sevebileceğim insan olmadığını öğrendiğim o gün, kendimi sevmeyi unutmuştum.

On yediden sonra kitapların önemi artmıştı. Anne ve babamın düşmemden korktuğu o çukurdan beni çıkaran kişi komik bir şekilde kurgusal bir karakterdi. Suga isimli bir karakter. Suga'ya on yediden önceki ve on yediden sonraki bakışım o kadar farklıydı ki, benim karakter olarak geçirdiğim evrimin ufak bir özeti gibiydi. Onun da sevecek kimsesi yoktu, ben de taştan kalbimi ona vermiştim. Suga çok güçlüydü çünkü, kalbimi taşımasını iyi bilirdi.

Birkaç yakın arkadaşımla iletişim halinde kalmayı başarmıştım. Üniversiteyi kazanıp başarıyla bitirmiş, Suga'ya kalbimi boşu boşuna taşımadığını kanıtlamak istemiştim.

Onun gibiydim işte. Kazanan değildim ama hayatta kalandım.

Çalışmadığım günler yapmayı en sevdiğim şey kitap okumaktı. Şimdiye kadar okuduğum yüzlerce kitabın arasında en sevdiğim Suga'nın ana karakteri olduğu seriydi ve bir süre sonra da bu beş kitap okuduğum tek şey haline gelmişti. Bıkmıyordum, usanmıyordum. Kazanamıyordum ama hayatta kalıyordum.

Naamkahu.

Yeryüzünde birçok din ve bu dinlerin de binlerce takipçisi vardı ama ben kendimi bildim bileli en dikkat çeken din Naamkahu'nun tapıldığı dindi; diğer ismiyle de Kaahujangi. Ruh eşlerinin tanrısı olduğuna inanılan Naamkahu, sözde bir gün yeryüzüne inecek ve eşi olmayan insanları korkunç kaderlerinden kurtaracaktı. Buraya kadar her şey tamamdı, ben de isterdim Superman gelip bana ruh eşimi versin ama dinin takipçileri olan Kaahular bir süre sonra yoldan çıkmış ve pilheu olarak da bilinen, ruh eşi olmayan insanları tapınaklara almamaya başlamıştı. Bu şekilde başlanan aforoz davası, dinin birçok takipçisi tarafından reddedilmesine ve yeryüzündeki çatışmasını bugüne kadar sürdürmesine sebep olmuştu. Ben, mesela, beni evine bile almayan bir tanrının gelip de beni kurtaracağına inanmıyordum.

Suga da inanmıyordu. Bu yüzden beş kitap boyunca onu öldüreceğim, diyerek bu şerefsiz tanrının peşine düşmüştü. Seri Kaahulardan o kadar büyük bir tepki almıştı ki, iki binli yılların başında yazara karşı bir suikast düzenlendiğini eş derslerimizde bile işler olmuştuk. Öte yandan pilheular bu seriye iki elle sarılmış ve kutsal kitapları haline getirmişlerdi. Suga yalnızca benim için değil, binlerce insan için ilham kaynağıydı.

Maalesef Suga'nın Naamkahu'yu devirip devirmediğini hiçbirimiz öğrenememiştik zira yazar Min Borin seriyi tamamlamadan ortadan kaybolmuştu. Beşinci kitap Suga'nın Naamkahu'ya gittiğini düşündüğü bir portaldan geçmesiyle son buluyordu, üstüne yüzlerce hayran hikayesi yazılmış olsa da asıl sonu kimse ama kimse bilmiyordu.

Şimdi bu yabancı, itiraf etmeliydim ki müthiş bir cosplay yapmıştı, karşıma geçmiş "Naamkahu'ya söyle, Suga onu buldu." diyorken onu ciddiye alamamam bu yüzdendi. Kafayı yemiş olmalıydı, eline bir silah alıp insanların evine giriyor ve onları hayatlarıyla tehdit mi ediyordu? Alnıma yaslanan soğuk metal tüm duyularımın kitlenmesine ama aynı zamanda da hiç olmadıkları kadar hassas bir şekilde çalışmalarına sebep olmuştu. Ondan başka bir yere bakamıyordum, ama onu çok net bir şekilde görüyordum. Tenim buz tutmuş gibiydi ama onun üstünden gelen yağmurla karışık odunumsu koku cildimi ıslatıyordu sanki. Kulaklarım sağır oldu sanmıştım ama nefes alışverişlerini bile duyabiliyordum. Yabancı yalnızca varlığıyla bile beynime kazınmıştı, sahip olduğu bunca ayrıntıyı rüyalarıma konuk edeceğime şüphem yoktu.

"Polisi çağırmadan git buradan." dedim. Korkudan bayılacakmış gibi hissediyordum çünkü elindeki silahın gerçek olduğunu biliyordum.

Yüzündeki tüyler ürpertici gülümseme imkanı varmış gibi biraz daha genişlemişti, gözlerindeki parıltılar onun nasıl bir akıl hastası olduğunu belli ediyordu. Buraya kadardı işte, hayatım yirmi altıncı yaşımda son buluyordu. Beni öldürüp yandaki binaya girecekti belki de. Hatırladığım şeyle gözlerim irileşti. Chimmy. Chimmy hala evdeydi, ona zarar vermemesi için ismini bildiğim bütün tanrılara dua etmeye başlamıştım. Naamkahu'yu bilerek es geçtim.

"Sanırım işbirliği yapmaya yanaşmıyorsun, Melek." diye karşılık vermişti polis tehdidime. "Buraya kadar geldim, kimsenin yoluma çıkmasına izin vermeyeceğim."

Bakışları koyulaşmış, gülümsemesi solmaya başlamıştı. Silahı tutan eli gerildi, şekilsiz parmakları tetiğin üzerindeki yerini aldı. Kalbimin teklediğini hissettim, buraya kadardı işte. Buraya kadardı.

Tetiği çekti.

Korkudan gözlerimi yumamamıştım bile, öylece suratına bakıyor ve onun yüzüne yayılmaya başlayan şaşkınlık ifadesini beynime kazıyordum. Küçük gözleri parıltılarını kaybederken yavaş yavaş irileşmeye başlamıştı, pembe dudakları aralıktı. Ne olduğunu anlamamıştı ama pes etmedi, tetiği hazırlamak için silahı kendine doğru çektiğinde bir anda bulunduğumuz ana dönmüş ve onu gömleğinden yakalayıp arkasında kalan kapıya yaslamıştım. Siyah kuşağımı süs diye almamıştım, herhalde.

Bana şok içinde bakmasını umursamadan boştaki kolumu kaldırıp alt kısmını boynuna dayadım; bu pozisyondayken çenesi yukarıda olduğu için bakışlarını benden kaçıramıyordu. "İmkanı yok." dedi onu boğduğum için zor çıkan sesiyle. "İmkanı yok."

Gömleğini bırakıp silahını almaya davrandım, kabzasındaki gül deseni beni olduğum yere çivilerken bu sefer o, benim boş anımdan faydalanmış ve boynundaki kolumu kolay bir hareketle yakalayıp arkamı dönmemi sağlamıştı. Beni öne itti, ben düşmeme çabasıyla sendelerken de kapıyı açıp evden fırladı.

Yağmur sağanak bir şekilde yağışını sürdürüyordu, damlalar dik bir açıyla düşmedikleri için kapının girişi yavaştan ıslanmaya başlamıştı ama ben olduğum yerde öylece durup kalmıştım. Az önce alnımın ortasına bir silah tutulduğu, o tetiğin çekildiği gerçeği daha şimdi ulaşmıştı algı mekanizmama sanki. İrileşen gözlerimle omzumun üzerinden bakıp gerçekten de gidip gitmediğini kontrol ettim, ortadan kaybolmuştu.

Yutkunarak bedenimi çevirdim ve kapıya doğru bir adım attım, titremeye başladığımı da o an fark ettim. Üzerimde kısa kollu bir tişört vardı, açık kapıdan içeriye dolan soğuk hava yüzünden olmalıydı. Hayır, kesinlikle şok falan geçirmiyordum.

Yere düştüm.

Kapıya daha yakındım ve avuç içlerimi yere yasladığım için parmak uçlarım ıslanmaya başlamıştı. İri gözlerimle onun kaybolduğu noktaya bakıyor, az öncenin cidden yaşanıp yaşanmadığını merak ediyordum.

Naamkahu'ya söyle, Suga onu buldu.

Ayağa kalkmaya çalıştım, olduğum yerde henüz doğrulabilmiştim ki koltuktaki telefonum çalmaya başladı. Gök gürültüsü ve yağmur damlalarının yere çarparken çıkardığı ses dışında bir şey duymak ayaklarımın gerçekten de yaşadığım dünyanın zeminine basmasını sağlamıştı. Gözyaşlarım akmaya başlarken elimden geldikçe hızlı bir şekilde telefonuma ulaştım, Taehyung arıyordu.

"Piknik yapamadık, bil bakalım ned- Jimin?" İç çekişlerimi duyduğu an cümlesini yarıda kesip sormuştu, kaşlarını çattığını ses tonundan bile anlayabiliyordum. "Jimin, ne oldu?" diye devam etti endişeyle.

"Taehyung, ben..." Zorlukla konuşuyordum, silahın soğukluğu cildime yapışıp kalmış gibi hissediyordum. "Taehyung..."

"Gelmemizi ister misin?" diye sordu, yanındaki Jungkook'un ne olmuş, diye soran sesini duydum. "Jimin, sorun ne?"

"Silah."

Bu kelime Taehyung için yeterli olmuş gibiydi, aramayı sonlandırdı. Bense cihaz kulağıma yaslanmış, açık kapıyı izlemeye devam ettim. Kendime gelmem gerekiyordu, cidden kendime gelmem gerekiyordu. Çok daha dehşet verici şeylere şahit olmuştum, mesleğim gereği ölümle her gün yüzleşiyordum zaten. Bu seferkinin tek farkı, ölümün gülümsediği suratın benimki olmasıydı.

"Jimin-ah?" Açık kapıdan içeriye giren arkadaşlarım önce şaşkınlıkla ıslanmış kapı pervazına bakmışlardı, ardından da endişeli bakışları koltuğa adeta çakılmış olan bedenimi bulmuştu. "Jimin!" diye öne atıldı Taehyung, Jungkook onun aksine biraz daha serin kanlıydı. Taehyung'un iri bedeni etrafımı kuşatırken Jungkook "Bahçe kapısı açıktı." demişti. "Hyung, iyi misin?"

Taehyung'un bedeni yağan yağmur yüzünden sırılsıklamdı ama dev bir battaniye gibi hissettiriyordu. Alnımı göğsüne yaslarken sonunda metal olmayan bir yüzey, diye konuşuyordu iç sesim. Taehyung'un kalbi endişeyle, hızlı hızlı atıyordu. "Jimin." dedi ısrarla. "Ne oldu?"

"Eve biri girdi." Gelmelerini beklerkenki yarım saatte duran gözyaşlarım Taehyung'un kalp atışlarıyla beraber yeniden yanaklarıma dökülmeye başlamıştı. "Silahı vardı."

Dış kapının kapandığını duydum, Jungkook kapatmış olmalıydı. Taehyung'un parmakları saçlarıma karıştı ve kafa derime rahatlatıcı bir masaj yapmaya başladı. "Ne istedi?" diye sordu Jungkook.

"Bir şey istemedi." Duraksadım. Neden yalan söylüyordum? Neden kendini Suga sanan manyağın tekiydi, diyemiyordum? Dudaklarımı yeniden aralayıp gerçekten de olup bitenleri söylemeye çalıştım ama kurabildiğim tek cümle "Beni öldürmeye çalıştı." olmuştu.

"Durduk yerde?"

"Durduk yerde." Hayır! Hayır durduk yerde değil!

Jungkook koltukta yanıma oturmuştu, kolları belime dolandı. "Sonra da öylece gitti mi?"

Alnımı Taehyung'un göğsünden çekip dik durmaya çalıştım, ne kadar yutkunursam yutkunayım boğazımdaki yumrudan kurtulamıyordum. "Silahı çalışmadı. Kaçtı sonra da."

"Tamam, şimdi polisleri ararız." dedi Taehyung biraz geriye çekilerek, bakışları etrafta geziniyordu. "Şu ayakkabı lekelerini de temizleyelim. Jungkook, ben sıcak bir şeyler yapmaya gidiyorum, sen Jimin'le ilgilen."

"Taehyung." Kısık çıkan sesimle duraksayarak bakışlarını eşinden çekip bana dikmişti. "Namjoon-ie hyung'u çağırır mısın?" 

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro