Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

50.BÖLÜM (Part 2)

Yeni bölümden herkese merhabalar...
Bol yorum bekliyorum sizden. Birazcıkdan fazlası ara yorum♡♡

Bölüm Müziği; Müslüm Gürses/ Ayrılık Acı Bir Şey
(Miraç'ın söylediğini düşünsenize 🙈♡♡)

Keyifli okumalar dilerim...

* * *

Gözlerinde ki Boşluk Kadar Dolu Yüreğimin, Birer Birer Kaybettiği Duyguları Bir Gün Anlayacaksın.
İşte O gün Ben, Nefes Almıyor Olacağım...

Uzaklara dalmış insanlara iyi bakın, onların anlatamadığı bir hüznü vardır derler. Derinlere gömdüğü acıları, sakladıkları bir sır ya da dudakları arasına kitli kalan kelimeleri vardır. O kilit elbet bir gün açılacaktır, öyle umut ediyorum, ancak dile gelmeyen kelimelerin ağırlığından ötürü ne kadar canımız yanacak bilemediğim şu zamanda, aklımı kurcalayıp beni hüsrana uğratan düşünceleri bir bir çözümlemekte zorlandım. Pes edip yerine sinen bedenime ayak uydurmak benlik bir şey değildi lakin, ruhumun yorgunluğunu gölgeleyen bir tembellikle bir şeyleri didiklemekten vazgeçtim.

Alınan kararlar ne sonuçlar doğururdu bilmiyorum. Yarını düşünmekten hallice bugünün yaşamını, aldığımız huzurlu dakikaların tadını çıkarmak istiyorum. Yine de düşünmeden edemiyorum. Karanlığın ardında gizli kalan huzursuzluk aydınlığa çıkmak için çırpınıyor gibiydi ve bunu hissetmek içimde anlamsız duygular oluşturuyordu.

Miraç'ın gerginliğini örten sert çehresinin yan profilini incelerken, ne kadar yakışıklı durduğuna değinmek istedim. Bir romanın sayfalarına sığmazdı onu anlatmak. Birkaç kelimede olsa seçici cümleleri ele aldım. Trafiğin yoğun olduğu şu saatte gideceğimiz davet türü adı altında kasvetli ortam, Miraç'ı  şimdiden strese sokmuş gibiydi. Anlamak zor olmadı. Sessizliği yansıtan arabanın içi, sürekli olarak sesli ve sıkıntılı soluklarıyla can buluyordu.

Başımı çevirip ön camdan geçtiğimiz yola baktım. Üzerimde Miraç'ın bana almış olduğu siyah bir kaban vardı ve havanın soğukluğuna karşı koyarcasına üşümemi engelliyordu. Evden çıkmadan bana vermiş ve zorla giydirmişti. Arabaların yoğun olduğu alanı terkederek, sonunda sakin bir caddeye çıktığımızda içinde Dilâ'nın da bulunduğu Emre'nin arabası arkamızdan geliyordu. Yirmi dakikaya yakın bir süre sonunda varacağımız yere varmış bulunduğumuzu beyan eden Miraç, arabayı durdurduğunda derin bir soluk alarak etrafı süzdüm.

Büyük bahçesi ağaçlarla kaplı alanın, tıpkı bahçesi kadar büyükçe bir mekanın önünde taşlı kısa bir yolu vardı, sayamadığım kadar lüks arabalar davetin bulunduğu mekanın önünde dizayn edilmiş sırasıyla kaplamıştı her yeri. Dışı tamamen camdan oluştuğundan içerideki yoğun ışık dışarı yansıyordu. Yetmezmiş gibi dış kapı etrafı renk renk ışıklandırma ile süslenmişti ve bu sadece içerinin dışa yansımış bir görsel oyunu olduğu bariz belliydi. Kim bilir içerisi nasıl bir gösteriş kokuyordu, ben daha şimdiden bunalmıştım ve geri dönüp evimde pijamalar ile koltuğumda oturmak, yanımdaki adam ile sohbet etmek burada olmaktan daha çok isterdim.

"Al şunu,"diye mırıldanan Miraç'a doğru döndüm. Elinde duran telefonumu bana uzatıyordu. "Lazım olur."

"Senin işin bitti mi?"

"Telefonum Emre de kalmıştı, aldım."

"Sen de kalsa?" İçeri girdiğimizde mutlaka ceketimi çıkaracaktım ve telefonumu elimde sürekli taşıma düşüncesiyle yüz buruşturdum. Elimde gereksiz bir şey taşımaktan nefret ediyorum.
"Cebim yok." Zaten arayanım da olmadığına göre pek lazım olacağını sanmıyorum. Gözleri kısa bir an bedenime çevrildiyse de hızla geri çekti.

"İyi,"diye söylendi hoşnutsuz bir ifadeyle. "Yanımdan ayrılma."

Başımı sallayarak onu onayladım ve telefonumu tekrar cebine atmasının ardından arabadan indiğini gördüğümde beklemeden ben de arkasından indim. Emre ve Dilâ bir kaç adım gerimizde duruyordu ve sanırım Dilâ'nın zorlaması üzerine yanımıza gelmiyorlardı. Arabanın önünden dolanarak Miraç'ın yanında yerimi aldım.

"Ee... Şimdi ne yapıyoruz?" Vücuduma akın eden heyecanla ellerimi birbirine sürterek esen rüzgârdan korunurken, Miraç sorduğum soru ardından tek kaşını kaldırarak bana baktı.

"Ne yapıyoruz?"diye taklit etti beni.

"Hani daveti mahvetmeye geldik ya? Ben ne yapacağım?" Kaşlarını kaldırdı ve alaylı bir ifadenin canlandığı bir gülüş ardından kara gözlerini üzerime dikti.

"Diyorum sana, arkadaşın bozuyor seni diye ama yok, kimseye anlatamıyorum derdimi." Kuruyan dudaklarını hızla ıslatarak bana doğru yaklaştı ve soluğunu hissedeceğim bir yakınlıkta durdu.

"Sen hiçbir şey yapmıyorsun," derken kelimeleri arasına nüksettiği tehlike arz eden imâlarıyla tamamladı cümlesini.  "Yanımda durmak dışında." Omuz silkerek içimden gelen ilgisiz bir bakış attım. Bende onun yanından ayrılmak gibi bir şey düşünmüyorum zaten.

"Öyle bir niyetim yok zaten."

"Öyleyse..."derken iri elini tutmam için bana doğru uzattı ve zamanın geldiğini sunan bakışlarıyla elini tutmamı bekledi.

Göğsümde gerginlikle biriken soluk usulca dudaklarım arasından dışarı firar ettiğinde sıcak eline sağ elimin parmaklarını geçirdim ve ikimizin eş değer adımları bir bir düştü asfalt üzerine. Yüreğimde uçan bir kuş soluklarım arasından kaçıp gitmek için an kolluyordu. Yaşadığım ana uyacak bir tarif bulunamazdı lakin hislerimi anlatacak olursam, yanımda beraber yürüdüğüm adamın parmaklarıma dolanmış parmaklarına kıyasla avucuma akıttığı bir sadakat vardı, özgüven vardı ve tüm bunların ötesinde farklı bir kalkan vardı. 

Şefkatli, merhametli ve vicdanlı. Gizli kalkanları öylesine bir insana göstermezdi bu adam biliyorum, yaşatarak öğretmişti bunları bana, ancak duvarlar arasında sakladığı çocukluğuna bu kadar yaklaşmışken onun zıt kutuplarına dokunmaktan öte bir yoldaş, bir arkadaş yahut bir aşkdaş olabilmek içindi bu uğraşım. Yine de... Onu böylesine korumacı tavırlarıyla hissetmek muhteşem bir histi.

Kapı eşiğinde bulunan korumaların ardından girişte kim olduğumuzu soran bir adamın elinde tuttuğu uzun liste ile duraksadığımızda Miraç'a baktım ancak onun rahat bir tavırla, "Miraç Uluhan ve Zeliha Uluhan."demesinin ardından listeye göz atan adam ismimizi duyduğu an başını kaldırıp öyle bir Miraç'a baktı ki, yaşadığı şaşkınlık ve tedirginliği anında farkettim. 

"Buyrun efendim,"diye itaatini dile getirdi başını eğerek eliyle içeri buyur ederken.

Ben, listeye bakacağını ve uzun bir süre kontrol edeceğini sandım fakat adam listeye bile bakmadan bizi içeri buyur ettiğinde Miraç beni de beraberinde yürüterek daveg alanına geçiş yaptı. Kapıdan giriş yaptığımız an boğucu gelen sıcaklık tüm çevremi sarmaladı. Geniş bir kapı eşiğinden uzayıp giden yerdeki kırmızı halı bir yere doğru gidiyor gibiydi. Bir kaç adımdan sonra bir adam daha önümüzde dikildiğinde Miraç sıkılmış adına bir soluk verdi.

"Ceketinizi alayım efendim."

"Gerek yok,"diye anında söylenen Miraç'a saçmaladığını gösteren bir ifadeyle baktım. Gergindi anlayabiliyorum ama içerinin sıcaklığında bu kaban ile asla duramazdım. Elimi bir anlık elinden kopararak ceketimi üzerimden çıkardım ve görevliye çekingen bir tebessümle uzattım.

"Teşekkür ederim." Arkamızdan gelen Dilâ da ceketini görevliye teslim ettiğinde oyalandığımız o kısacık an da Emre, Miraç'ın kulağına bir şey fısıldadı ve onu onaylayan Miraç hızla tekrar elimi tutarak kırmızı halı üzerinde yolumuza devam etti.

"Ne oldu?"diye sordum geniş, beyaz ışıkla aydınlık kazanan koridorda davetin bulunduğu salona giderken.

"Evden bu yana, takip ediliyoruz." Dedi normal bir şey söyler gibi.

"Ne? Kim, neden bizi takip ediyor?"

"Bilmiyorum ama birileri davete giriş yapmamızı sabırsızlıkla bekliyor." Böyle bir şeyi nasıl bu kadar rahat söyleyebiliyordu? Şu an yol boyunca onun üzerinde hissetiğim gerginlik tamamen benim üzerime çökmüştü ve ben fazlasıyla terlemeye başlıyordum.

"Sakin ol, korkmanı gerektirecek bir durum yok, yanımdan ayrılma sadece."dedi bana bakmadan. Avına odaklı bir ifadeyle gözleri kısıldı ve uğultuların dolaştığı iki kanatlı kapıya baktı.

Parmaklarımı güvenle sarmalayan eline sıkıca asıldım ve Miraç'tan aldığım özgüven ile omuzlarımı dikleştirdim. Yutkunarak derin bir soluk aldım ve yaklaştığımız kapıdan zaman kavramını şaşırtan bir yavaşlıkla içeri girdiğimizde uğultular kulağıma bir gürültü olarak geldi. İçerisi beklediğimden fazla kalabalıktı.

Dimdik, asaletiyle göz kamaştıran Miraç'ın yanında bulunmak benim için bir onur gibi geldi o an. Onurun hissettirdiği yakarış kalbimin tam ortasında arşa yükseldi ve ben yüreğimde, adımına ayak uydurduğum adamın yanında siyahın ilk ve tek eşi olmanın heyecanını sakladım.

Her kafadan bir sesin çıktığı geniş, kalabalık salon bir balo salonunu andırıyordu. Ara ara bulunan kolonların yanına kurulmuş yüksek masalar, onların üzerinde yerdeki halıya uyumlu koyu kırmızı örtüler. Tavandan sarkan ışıltılı avizeler ve dışarıyı komple gösteren boydan camlar. Sağda bulunan, yukarı çıkan iki ayrı merdivenin korkulukları kırmızı siyah karışımı süsler ile donatılmıştı ve yukarıdan aşağısı izlenilen geniş bir alanın demirliklerinden sarkan tamamen kırmızı perdeler aşağı doğru sallanıyordu. Karşımızda ise büyükçe bir sahne görünümü ile ayrılan platformdan yükselen piyano sesi, bana göre ortamın kasvetli havasını biraz olsun dağıttı.

Göz ucuyla insanları incelediğimde yanından geçtiğimiz her kadının gözleri Miraç'a odaklanıyordu ve bunun bilincinde olmak kanıma karışan bir öfkenin sinyalini verir gibi ruhumu dikeltti. Miraç ile birlikte yüksek masaların birine geçtiğimizde insanlar arasında tanıdık simalar bulmak beni huzursuz etti. Oysa onlarında burada olacağını düşünmem gerekirdi.

Kenan amca, oğlu Selim ve yanlarında Yeşim'in bulunduğu masadaki tüm gözler bizim üzerimizde duruyordu. O bakışlarda sezdiğim anlam kulaç kulaç ilerleyerek damarlarıma işlediği hislerin lav ateşiyle dolaşarak canımı yakmasını görmezden gelmeye çabaladım. Miraç benim huzursuzlandığımı farketmiş gibi elini elimden çekerek belime yerleştirdi ve beni kendine doğru yaklaştırdı. Emre ve Dilâ hemen karşımızda yerini aldığında, diğer masalardan birinde Ufuk Bey ile göz göze geldim. Onu en son gördüğüm zaman bir suikasta kurban gidiyordum ve bunu şu an tekrar hatırlamak pek iyi etki yaratmazken, o anları düşünmeyi red ettim. Başını eğerek selam verdi ve buna yönelik ayıp olmasın diye aynı şekilde karşılık verdiğimde kulağımın dibinde bir soluk hissettim.

"Uyarmam gerekmiyor diye düşünüyorum," yanımdaki adamın bariz belirttiği sesindeki tehdit boğazımı kuruttu. Boyun eğmek gibi bir düşüncem yoktu ancak sırf bu adamı delirtmek için bile karşı çıkmak istiyordum. Eğer Ufuk Bey'den gelen huzursuzluğu hissetmeseydim tabii ki bunu hayli hayli yapardım.

"Sadece selam verdim."

"Verme." dedi kaşlarını çatarak, koyu gözlerini Ufuk Bey'e yöneltti. Bakışlarında ne gizliydi bilmiyorum ama Ufuk Bey, Miraç tarafından algıladığı şey sonucunda başını çevirerek yanındaki adamların sohbetine katıldı.

"Bunun ne işi var burda?"diye söylenen Dilâ'ya başımı çevirip baktım. Gözlerini takip ettiğimde bize doğru sırıtarak gelen Doğan'ın bakışları Dilâ'ya dokunduğu an gülümsemesi soldu ve hızla masamıza yaklaştı.

"Senin ne işin var burada?"

"Bende aynı soruyu senin için sordum demin." Gözlerini devirerek Doğan'ı takmadığını belirtten bir ifadeyle kollarını göğsünde bağladı.

"Emre,"dedi Doğan. "Bak aranızda her ne var bilmiyorum ama bu kızı buraya getiremezsin. Etrafta ki adamların ne kadar tehlike saçtığını bilmiyormuş gibi tutmuş kardeşimi buraya getiriyorsun."

"Bu seni hiç ilgilendirmez!" Gözlerim sertçe söylenen Dilâ'ya çevrildi. Hırsıyla bulanmış yeşil gözleri Doğan'a yönelik bir volkan alevini andırıyorken Miraç'a baktım.

"Ben senin abinim."

"Sen benim hiçbir şeyim değilsin!" Dila, Doğan'ın konuşmasına izin vermezken, Miraç'ı dirseğim ile hafifçe dürttüm izlemek yerine bir şey yapması umuduyla.

"Birken, iki oldular..." Cümlenin sonuna eklediği küfürü ile Miraç'a karşı kaşlarımı çatarak bir bakış attığımda sesli bir soluk verdi.

"Dilâ sakin ol,"diyen Emre gergin bir ifadeyle Miraç'tan yardım ister gibiydi. Belli ki arada kalmak istemiyordu.

"Gel biz iki masa öteye gidelim, bırakalım birbirlerini yesinler." İnanamaz bir halde Miraç'a döndüm. Böyle bir şeyi şu dakika nasıl düşünebiliyordu aklım almıyor.

"Sustur şunları."dedim gözlerimi ona dikerek. Biliyorum çünkü istese yapardı ama beyefendi konuşmaya üşeniyor, ya da zihninde farklı senaryolar içerisinde hüküm sürmekle meşguldü. Emir içerikli cümlem şaşırtıcı bir şekilde onu etkilemedi ancak dişlerini sıkarak rahatsız olduğunu belirtti ve öfkesini bana değil de, karşıda birbirleriyle dalaşan abi kardeşe yöneltti.

"Ne sakin olacağım ya, yıllar sonra çıkıp gelmiş ne yapacağıma karışıyor."

"Karışırım tabii. Bizden kaçıp saklanmasaydın şimdi bu durumda olmazdık Dilâ hanım. Ama ne olursa olsun ben senin abinim. Her türlü karışırım."

"Keyfimden kaçmadım sizden! Ayrıca karışamazsın."

"Karışırım!"

"Karışamazsın!"

"Karışırım!"

"Karışamazsın dedim!"

"Bende karışırım dedim!"

"Karışamaz-"

"Kesin lan çenenizi!" Keskin bir bıçağı aratmayan sert sesi üç şahısın kulaklarına iliştiğinde anında seslerini keserek Miraç'a döndüler. "Beynimi yediniz! Emre, al git Dilâ'yı uzaklaş masadan. Doğan sende tek kelime daha edersen ses tellerini keserim bilmiş ol! Ne derdiniz varsa evinizde halledersiniz, yeter lan..."

"Tamam abi." Emre, Dilâ'nın elinden tutarak masadan uzaklaştığında kaşlarını çatarak onları gözleriyle takip eden Doğan da, "Kusura bakma abi,"diye homurdandı ve masadan uzaklaştı.

Hepsi bir yere dağılan bedenleri şaşkınca izlerken, Miraç'a daha ne olup bittiğini soramadan fırsattan istifade masamız iki adam yaklaştı. İkisininde yaşları ellinin üzerinde ağırlaşmış saçlarının verdiği bir yaşlanma eşliğinde masamızda bittiğinde Miraç elini belimden ayırmadan onlarla selamlaştı. 

"Açıkçası sizi burada beklemiyordum Miraç Bey." Yanındakine kıyasla hafif kilolu göbekli adam yüzündeki gülümsemeyle Miraç'a bakıyordu. Diğer adam ondan biraz daha kısaydı lakin kilosu yerinde bir adamdı.

"Valla ne yalan söyleyeyim ben bekliyordum, İlhan'a bile söyledim; Veliaht olmadan, böyle bir davet anlamını yitirir." Diğer adamın söylediklerinden ötürü Miraç'ın gözleri kısıldı.

"Bende anlam katmaya geldim diyelim."

Miraç'ın sesinden akan soğukluk bana eski günleri hatırlatırken gerginlik tüm bedenimde dolaştı. Bu adamlara olan tavrı buzul duvarlarla çevrili bir alana ruhunu yıllarca hapsetmiş ve müebbet bir yargıyla umudu körelmiş bedenin karşıtı gibiydi. Adamların gözleri bana kısa bir an değip geçtiğinde Miraç'ın belimdeki eli bel boşluğuma kaydı. 

"Güzel bayan, eşiniz olmalı?"diye sordu kilolu olan adam. Sanırım adı İlhan'dı.

"Öyle,"dedi Miraç. "Eşim."

"İkinizde uyumlu çift olarak gelmişsiniz ne hoş. Herkesin gözü üzerinizde, dikkat edin gençler. Birbirinize çok yakışıyorsunuz." Tekrar bana gözlerini çeviren adamın yüzündeki gülümsemenin sahteliğininden emin olmasam bende ona karşılık verirdim ancak Miraç'ın beni uyarmak amacıyla belimdeki eli sıkılaştığında ufak bir tebessümle adamın söylediklerini geçiştirdim.

Birkaç dakika süren sohbette tek kelime bile etmedim. Onları Miraç'ın yanında gören farklı bir adam daha sohbete katıldı. Uzun boylu esmer bir adamdı. Miraç beni tanıştırmak gibi bir atakta bulunmadığından sessizce durmayı tercih ettim ve masaya gelen içeceklerden birini bana uzatan Miraç'ın elinden alarak içmeye koyuldum. Alkol içermeyen içeceğin farklı meyveler ile yapıldığını ilk yudumda anlamıştım. Gayet nahoş bir tadı vardı. İş hakkında konuştuklarını duyduğumdan onları pek dinlediğim söylenemezdi. Ta ki içlerinden birinin kurduğu son cümleyi sesli duyurana dek.

"Hah işte davetin asıl sahipleri giriş yaptı." Adını bilmediğim diğer adam konuyu tamamen farklı yöne dağıttığında gözlerim kapıya çevrildi.

"Biz onlara da bir selam verelim." İki yaşlı adamın ve diğer uzun boylu adamın Miraç ile tekrar tokalaşarak yanımızdan uzaklaştığını göz ucuyla gördüm, ancak odak noktam tam karşımızdan kalabalığa karışanlara dikkat kesilmişti.

Ortamdaki kasvetli havayı yok etme çabasına girmiş keman sesi piyano sesini susturmuştu, etkisizce bir yükselip bir iniş sağlarken Miraç'ın belimi sarmalayan kolunun kasıldığını hissettim. Tekerlekli sandalye üzerinde duran adamın benzerlik açısıyla kıyasladığım ve buna yönelik sert çehresinin yansıttığı tehlikeli bir duruşu ile salona giriş yapmıştı. Bilemiyorum, belki de yanımdaki adam da olduğu gibi sahteydi yüzündeki soğukluk. Arkasında onu salonun belirlenen kısma doğru sürüklemekte olan tahminimce koruması vardı. Takım elbisenin dizlerini örten kısımda kahverengi bir örtü duruyor ve belden aşağısını saklıyordu. Sol tarafında Ragip'i görmek beni bozguna bir an uğratsa da, diğer tarafta tanıdık gelen bir sima daha görmek şaşkınlık duygusunu gözlerime kadar canlandırdı.

Bu... Bu kızı tanıyordum. Tam olarak tanımak denmese de, gayret net hatırlıyorum...

"Miraç, bu kız..." Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemeden aralanan dudaklarımı birbirine bastırarak gözlerimi kırpıştırdım. Neyse ki benim bir şey dememe kalmadan az önce masamızda kovulan üç şahıs tekrar doldurdu yerlerini.

"Abi, bu kız Meral mi?" Emre'nin kaşları düşünceyle çatılmıştı, gözünü kızın üzerinden ayırmadan konuşurken, bir diğer soru Doğan tarafından geldi.

"Ben bu kızı bir yerden hatırlıyorum." Gözleri bana çevrildiğinde ikimizinde aklından geçen şeyin aynı şey olduğunu biliyordum.

"Bende hatırlıyorum," dedim sıkıntılı bir halde.. Miraç elini belimden çekerek hepimize tek tek göz süzdü. 

"Nerden?" Dedi sinirlendiğini belirten bir ifadeyle dişlerini sıkarken.

"Biz kaçırıldığımız zaman, ikimizi bir odaya kapatmışlardı hani. Bu kız oradaydı, sen baygındın hatırlamıyor olabilirsin." Kavislenen kaşları altından koyulaşan sert bakışlarını bize doğru bakmakta olan Meral'e çevirdi.

Babasının hemen yanında duruyordu. Onlarla konuşan adamlarla pek ilgilendiği söylenemezdi ancak parıldayan gözleri Miraç'ı burada görmenin sevincini yaşadığını görebiliyordum. Belki de yanımıza gelmek istiyordu bilmiyorum ama hemen yanında bulunan babası ona bir şey sormuş olmalı ki gözlerini babasına çevirdi. Şöyle bir onu incelediğimde hoş denecek kadar güzel bir kızdı. Kızıla yakın saçları ona yakışıyordu. Üzerinde lacivert rengini taşıyan sade ama zarif bir elbise beyaz teniyle bir bütün halinde dizlerinin üzerinde bitiyordu ve vücuduyla adeta uyum içerisindeydi. Saçlarının sıkı bir at kuyruğu yapılmasıyla birlikte ön kısmı hafifçe kaparıklıkla taçlanmıştı. Gözlerim bir an merakla Ömür denilen kızı bulmak için dolaştı ancak Meral'in etrafında tek bir kıza rast gelmedim. Hoş, rast gelsem bile kim olduğunu bilemeyeceğim kızın Ömür olacağını nasıl anlayabilirdim ki?

"Demek ki oraya, yanınıza girmesi bir plandı. Adamlardan birini dakika bile sürmeden etkisiz hale getirmesinden anlamalıydım."

"Ama kız çok güzel dövüşüyordu Emre, hakkını yiyemeyiz..." Hayranlıkla Emre'nin söylediklerine ortak olan Doğan, biraz daha devam etse Miraç tarafından diri diri gömüleceğinden belli ki habersizdi. Ne olursa olsun konu Miraç'ın kız kardeşiyken bu kadar rahat davranmasının bir yan etkisi olmayacağını bilemezdik.

"Ragip'in işleri," Miraç dişlerinin arasından tıslayarak konuştuğunda, elimi kolunun üzerine yerleştirerek sakin olmasını belirten bakışlarım ardından kolunu sıvazladım.

"Aslında o gün sizi bulan Ragip'di." Dedi Emre bir şeyleri henüz yerine oturtmuş gibi başını sallayarak. "Ragip'e haber veren onlardı demek..."

"Meral ile Ragip ne alaka?" Diye sordum bir şeyleri çözmeye çalışırken ancak beni dikkate almadılar. Ya da bir şeyleri geçiştiriyorlardı, yahut saklıyorlardı. Miraç ve Emre birbirlerine baktı.

"Neyse ne," elini ensesine atarak gerginlikle ovalarken kısa bir an gözleri bana değdi, daha sonra hızla kaçırdı bakışlarını. İşte o an anladım bir şey gizlediğini. Çünkü Miraç'ın yalan söylemeyeceğini biliyorum, sadece sorduğum soruya yanıt vermemek için kapattırarak üzerini örtüyordu.

Üstelemedim. Zamanı gelince bana söyleyeceğini biliyordum, yine de içimde bir sıkıntı oluşmadı değil. Sakladığı her ne ise sanki benimle ilgili önemli bir şeydi ve bu beni fazlasıyla yıpratacak gibi hissediyordum.  Belki de bunu istemediğimden, gizlediği şeyi bilmekten kaçmayı seçtim. Rüzgarda savrulan yaprak misali oradan orada savrulmaktan yorulduğumu biliyorum, ruhumun bir fırtınadan daha sağ salim kurtulabileceğini düşünmediğimden gülümsemeyle yetindim.

Asaf Uluhan'nın, Miraç'ın babasının tekerlekli sandalye üzerinde görmek ise benim içimde bir burukluk oluşturmakla birlikte sahneye çıkartılıp sesini duymak bir garip yaptı. Hemen yanında Meral hiçbir şekilde ayrılmıyor, yalnız bırakmıyordu ve babasının yanında sergilediği gurur dolu rolüne sadık dimdik misafirlerini inceliyordu.  Diğer tarafında bu kez Ragip yoktu. Belki de o boşluğu benim yanımda duygusuz görüntüsü ile buz perdeler ardına gizlenen ruh eşim yer almalıydı. Miraç masadaki içeceklerden birini alarak beklemeden dudaklarına götürdü ve hızla içerek boş bardağı masaya bıraktı. Buna yönelik içtiği şey kesmemiş olmalı ki yanımızdan geçmekte olan garsonu durdurdu ve tepsideki dolu bardaklardan birini daha dikti kafasına.

"Değerli Dostlarım, hepiniz hoş geldiniz..." Sesindeki tını öyle garip geldi ki sanki yıllardır tanıyor gibi içimde çalkantılı bir duygu oluştu. "Çok fazla uzatıp vaktinizi almayacağım. Beni böyle bir günde yalnız bırakmadan davetime icabet etmeniz beni memnun etti, hepinize teşekkürlerimi sunuyorum.... Beni bilenler, tanıyanlar var aranızda." Asaf Uluhan'ın koyu renk ifadesiz gözleri Miraç'a çevrildiğinde karşılığı geçikmedi. Ruhunu yitiren bakışları dik dik babası üzerine yönelmişken iri ellerini cebine yerleştirdi.

"Zor zamanlar, çok zor zamanlar atlattım, burada bunları detaylıca size anlatacak değilim. Ancak şunu söylemeden geçemeyeceğim; acı insanı güçlendirir. Yıkılmaz yapar. Sizin anlayacağınız türden anlatmak gerekirse; Güçlüydüm, daha güçlü oldum. Görünüşüm sizi yanıltmasın. Sadece... Geri döndüğümü bilin yeter. Her konuda artık buradayım." Konuşmanın bittiğini belirterek arkasında bulunan korumaya bir işaret verdi ve kürsüden indi.

"Asaf Uluhan..."Miraç kendi kendine dişlerinin arasından mırıldanırken babasına dikkat kesilen gözleri kısıldı.

"Abi, ne demek istedi?"diye anlamsız bir ifadeyle bize doğru dönen Doğan'a, Emre cevap verdiğinde zorlukla yutkundum.

"Masaya tekrar oturacağını söylüyor. Buradaki tüm adamlara göz dağı verdi."

"Nasıl yani, Lider Miraç abi değil mi? Böyle bir şey-"demeye kalmadan, "Alamaz."dedi Miraç kesin bir dille.

"Ne o masaya oturur, ne de Liderliği tekrar ele alabilir. Sıkıyorsa alsın."

Yabancı birinden bahseder gibi düşmancıl tehditiyle irkilerek kollarımı göğsümde bağlarken, koyu gözlerini üzerime dikti. Kararan bakışları ufacık bir an dağılır gibi olsa da derin bir soluk ardından kuruyan dudaklarını ıslattı ve herşeyin yolunda olduğuna dair göz kırptı. Bunu bekler gibi kasılmış vücudum anında gevşediğinde kısık bir tebessüm dudaklarımda belirdi.

"Emre adamları ara başlasınlar." Elini tekrar belime yerleştirerek bedenimi kendi göğsüne yasladı.

"Ömür gelmedi sanırım?"diye sordum sadece onun duyabileceği sessizlikte. Vücudunun kasıldığını hissettiğimde belimdeki elini yavaşça omuzuma kaydırdı.

"Tamamdır abi. Başladılar." Dedi Emre.

"Güzel..." Miraç, Emre ile bir şeyler konuşmaya başladığında omuzlarım çöküntüye uğradı. Böylelikle sorduğum soru havada toz olup kaybolduğunda umutsuzca iç çektim ve gözlerimi Dilâ'ya çevirdim. Sessizce elindeki turuncu renkli içeceği yudumluyordu. Kaşlarımı çatarak sessizliğine zihnimde bir cevap aradım, Doğan'a rast geldiğimde ise cevabımı almış oldum.

Bir süre böyle devam etti. Hatta birkaç defa masaya gelenlerle Miraç beni tanıştırmış, kısa kısa sohbet etmiştik. Samimiyetten uzak lüks kokan mekanın, zengin havalı insanları bana sıcak gelmedi o an. Ön yargılı bir insan değildim ancak masaya gelen birkaç insanın sahtelik barındıran tebessümleri beni onlardan uzak tutmaya yetiyordu. Neyse ki fazla durmadan geldikleri gibi gidiyorlardı da yaşadığım işkence türü eziyetli gülümsemekten beni kurtarıyorlardı. Bir ara ise çözemedim bir şey oldu. Miraç tek kelime etmeden yanımdan uzaklaştı ve benim yan tarafımda bulunan masadaki iki genç adamın yanına gitti. Onlara her ne dedi bilmiyorum ama o adamları, o dakikadan sonra bir daha görmedim. Emre ve Doğan ne olduğunu anladıklarından olsa gerek birbirlerine bakarak gülüşmeleri, kendi küslüklerini o zaman diliminde unutmuş olmalıydılar.

"Güzelim,"diye bir fısıltı duydum hemen sol kulağımın dibinde. Başımı çevirip bakacağım sırada kulağımın hemen altında dudaklarını hissettim. Derin bir nefesle kokumu içine çekti."Ufak bir telefon görüşmesi yapacağım, buradan ayrılma."

Başımı sallayarak onu onayladım. Kalabalığı sevmezdim zaten. Aralarına karışmak gibi bir düşüncem olmadığından Miraç, beni Emre ve Doğan'a bırakarak yanımdan uzaklaştı. Yaptıkları plan üzerinde biriyle telefon görüşmesi yapacağını anlamıştım. Emre birine kısa bir mesaj atmıştı ve ardından bir süre sonra Miraç'ın aceleci bir tavırla yanımdan uzaklaşarak sakin bir yere çekilmesi bunu tasdikledi. Öyle ki Miraç'ın yukarı çıkan merdivenlere gidene kadar ufak tefek birkaç konuşmayla önüne çıkanlar oldu. Gözüm onu takip ediyor, attığı her adımda kimlerle muhabbet içerinde dolandığına şahit oluyordum. Yukarı çıkarak gözden kaybolduğunda ise masaya tekrar çevirdim bakışlarımı.

Dilâ'nın yüzü düşmüş, aşık suratı ile öylece etrafı izliyordu. Emre fark etmiş olmalı ki bir yanında gardiyan misali dikilen Doğan'a kızgınlıkla bakıyor, diğer yandan ne yapacağını şaşırmış bir halde fısıltıyla Dilâ ile konuşuyordu. 

"Zeliş,"dedi Doğan. "Şu kız nasıl? Sarışın olan." Çenesinin ucuyla iki masa ötemizde bulunan sarışın kıza baktım. Mavi gözleri vardı ve arasına bizim masaya bakıyordu.

"Güzel."dedim umursamazca omuz silkerek.

"Geldiğimiz saatten beri beni kesiyor. Tabii gördü davetin en yakışıklı adamını, yedi bitirdi beni."

"Ne güzel, sen de git onu kes, ye." Emre bir an önce Doğan'ı kovma derdindiydi anlaşılan.

"Sana mı sordum lan ben? Zeliş'e sordum. Ne atlıyorsun her b*ka."

"Doğru konuş bak yemin ederim Miraç'ı filan takmam şimdi dalarım sana."

"Bir dalmadığın ben kalmıştım zaten. Gel onu da yap."

"Kaşınma Doğan."

"Ne yaparsın?"

"Ay yeter!" Dilâ bağırmasaydı kesinlikle ben bağıracak, hatta çığlık atacaktım.

"Kesin sesinizi ikinizde!"diye söylendim azarlarcasına. Utanmasalar koca adamlar çocuk gibi birbirlerine gireceklerdi. Sinirle soluyarak gözlerimi ikisi üzerine çevirdim. 
"Zehir ettiniz şu daveti. Ben Miraç'ın yanına gidiyorum."

Bir şey demelerine müsaade etmeden hızla yanlarından ayrıldım. Aksi halde Miraç'ı bahane ederek benim masadan ayrılmama izin vermeyeceklerini biliyordum. Belki de ben bahane üretiyorum sırf Miraç'ın yanına gitmek için. Bu düşüncem ise beni bir deli gibi göstererek gülümsetirken, yukarı çıkan merdivenlere doğru ilerledim arkamdan homurdanan üçlüyü geride bırakarak.

"Esti geçti valla. Ee... Kimin karısı. Körle yatan..." Gerisini duymayı reddettim.

Burada tek başıma kalmış hissiyle yanmaktansa onun yanına gider öylece durup kalmayı yeğlerim. İlerdeki masalardan birinde Kenan amcayı bir an bana bakar gibi gördüğümde bir şey demek istediğini sandım lakin zihnime ağır basan bir kaçma girişimiyle hızla merdivenleri çıktım. Onunla konuşmak şöyle dursun, oğlu Selim ile karşı karşıya kalmak gibi bir isteğim kesinlikle yoktu. Hele ki Yeşim'in bulunduğu masadan kilometrelerce uzak durmak istiyordum.

Yukarıda geniş holden başka bir şey olmadığından bir süre duraksayarak etrafı inceledim. Fil dişi rengini taşıyan duvar kenarlarına konulmuş sehpa üzerinde rengarenk çiçeklerden başka hiçbir detay bulunmayan alan haricinde sol tarafta görünen balkona doğru ilerlemeye başladım. Balkon diye düşündüm ancak yaklaştıkça teras olduğunu anladım. Miraç orda olmalıydı ve gariptir ki holde birkaç kişinin haricinde kimse bulunmuyordu ve bu bana tahmini bir kovulma fikri yarattı. Rahatlık arayan adamın buradakileri hiç düşünmeden kovmuş olmasını yadırgamayı zihnimden def ettim. Geniş camdan oluşan sürgülü bir kapısı bulunuyordu ve açıktı. Terasa adım attığım an ise onun nefesimi kesen görüntüyle karşı karşıya kaldım.

Demir korkuluğa yaslanmış bedeni sırtını dönmüştü geceye. Elinde bulunan telefonuyla ilgileniyorken, alnına dökülen koyu renk saçları karanlıkla savaşır cinstendi. Siyah takım elbisesinden hallice ceketini demir korkuluk üzerine gelişi güzel sarkıtmıştı ve siyah gömleği ile duruyordu.  Onu böylesine, serseri görünümü kıvamında yoğun hisler oluşturan bedeniyle karşımda görmek yüreğimi yerinden oynattı.

Kalamadım işte. Onsuz bir dakika bile aşağıda duramadım. Zihnim bahaneler üzetti, yüreğim ise ona koştu.

Duraksayan adımlarım ona doğru atılmaya başladı. Topuklu ayakkabılarımın çıkardığı sesi duymuş olmalı ki başını kaldırıp bir an bana baktı. Kaşları çatıldı bir şey olduğunu sanarak ve ufak bir incelemeyle bedenimi süzerek tekrar gözlerini gözlerime değdirdiğinde rahata ermiş bir duygu yakaladım bakışlarında.

"Gel,"dedi doğrularak elini bana doğru uzatırken, diğer elinde bulunan telefonunu cebine attı. Komutu alan bedenim kolları arasına girdi ve koynuna sığındı.

"Sıkıldım." Kollarımı beline dolayarak yüzümü göğsüne gömdüm. Her defasında bu kadar sıcak olmayı nasıl başarıyordu bilmiyorum. Görüntüsüne kıyasla bedeni soba görevi görüyor gibiydi. Yüzümü yan çevirerek gece karanlığında parlayan yıldızları seyretmeye koyuldum.

"Gideriz birazdan."

"Yine ne düşünüyorsun?" Aklında bir şeyler olduğunu biliyorum ve bundan habersiz olmak beni rahatsız ediyordu. Sorduğum soruya karşılık kollarını bedenime daha çok sarmalayarak başımın üzerine dudaklarını bastırdığında gözlerim kısıldı. Zihnimle oynuyordu ama bu kez oyununa gelmeyecek ve neyi olduğunu ögrenmeye kararlıydım.

"Ne var aklında? Söylesene."

Kollarımı gövdesinden ayırmadan hafifçe geri çekilerek, başımı kaldırıp Miraç'ın kara gözlerine gözlerimi diktim. Kararlı duruşumu farketti ve gözleri usulca kısılırken iç çekerek belimdeki ellerinden birini saçlarıma doğru yöneltti ve önüme gelen birkaç tutamı kulağım ardına parmaklarıyla itti.

"Şimdi sen bu soruyu dediğinde," kısık bir tonlamayla diline döktüğü kelimeler ardından yüzünü yüzüme yaklaştırdı ve soluğunu dudaklarım üzerinde hissedebileceğim bir yakınlıkta durduğunda siyahi gözleri düşüncemi okumuş gibi dudaklarıma kaydı.
"Aklıma bildiğim bir şarkı geldi."

"Ne?"dedim şaşkınlıkla gülümserken. Miraç ve şarkı?

Şimdi düşündüm de Miraç'ı hiç şarkı dinlerken görmemiştim. Türkü dinlediğini gördüm evet ama bir şarkı, hatta bunu dile alması öylesine garip geldi ki. Acaba hangi sanatçıyı dinliyordu? En çok hangi şarkıyı seviyordu? Ellerimi belinden kaydırarak göğsünde duraksadım ve yüreğimde oluşan bir heyecanla dudaklarımı araladım.

"Hangi şarkı? Söylesene. Sadece kısacık olsa da olur. Lütfen..."

"Sor."dediğinde kaşlarım çatıldı.

"Neyi?"

"Az önce sorduğun soruyu tekrarla." Parmakları hala saçlarımla oynarken az önce ne sorduğumu düşündüm ve hatırladığımda sevinçle parladığına emin olduğum gözlerimle birlikte mutlulukla gülümsedim. Derin bir nefes alarak, alacağım cevabın merak ve içsel dürtüsü ile dingin bir sesle sorumu tekrar dile aldım.

"Bu kadar çok düşündüğün şey ne? Aklında ne var?"

Kaşlarımı kaldırıp eşsiz gözlerine bağlı kaldığımda karanlığın ardında bir çok duygu görür oldum. Bağlılık, güven, sevgi, şefkat ve belki de aşk. Yıldız haritası misali faklı hisler, yüreğimi yerinden çıkarmaya niyetliydi. Bir eli belime dolanmışken, diğer elinin parmakları saç uçlarım ile meşguldü. Gözleri, o derinlerime işleyen koyu gözlerinin ardında gizlenen bir çok duygu şimdilerde açık kitap gibi geldi. Yutkunamadım o an. Ve sesi... Bir melodi gibi kulağıma iliştiğinde kalbimin kaburgalarımın arasından kaçıp gideceğini düşündüm. 

"Hep sen varsın aklımda.
Düşünmem başka bir şey.

Gelde bitsin bu hasret.
Ayrılık acı bir şey..."

Ufak bir kahkaha atarak inanamazca başımı iki yana salladım. Terasta ikimizden başka kimsenin olmaması işime gelirken, mutluluktan güldüğümü anlasa bile kaşlarını çatarak şarkıya son veren Miraç, huysuzlanarak elini saçlarımdan ayırdı.

"Müslüm Gürses?"diye sorduğumda hâlâ gülüyordum. Gülüşüm kesinlikle alaylı değil, şaşkınlık doluydu. Miraç'tan böyle bir şey hiç beklemiyordum.

"Ne var bunda gülecek?"

"Hiç,"Kaşları olabildiğince daha da çatıldı. Tehditvari bir bakış attığında ise dudaklarımı birbirine bastırarak gülmemek için kendimi durdurmaya çalıştım.

"Demek Müslüm Gürses dinliyorsun ha? Bir daha söylesen?"

"Hayır."

"Lütfen?"

"Kapat çeneni." Sert bakışlarını benden alarak gökyüzüne çevirdi. Farkındaydı artık bir etki etmediği. Daha fazla üzerine gitmemek için tekrar kolları arasına girdiğimde az önce gülmemden ötürü kasılan bedeni gevşeyerek kollarını tekrar doladı bedenime.  

Bir süre ikimizde sessizce yıldızları seyrettik. Daha çok ben yıldızları, onun ise bakışları bir müddet sonra benim üzerime çevrilmişti. Kolları arasında olmak, ruhuma aşıladığı güven duysunu iliklerime kadar hissetmek, anlatılamayacak kadar dolu kavram taşıyordu. Severken sevilmek, sevildiğini hissetmek. Beceremediğini düşünüyordu ancak beni gülümsetiyorsa eğer gerisinin önemi yoktu. Ben burada, kolları arasında yıllarca kalabilir, son nefesimde kokusunu soluyabilirdim.

"Buarada konuyu değiştirdiğini anlamadım sanma."diye mırıldandım mahmur bir sesle kokusunu derince solurken.

"Sadece huzursuz hissediyorum. İçimde bir sıkıntı var, geçmek bilmiyor." Gerginlikle sesli bir soluk verdi.

"Nasıl bu kadar sakin alabiliyorsun?" Sorduğum soruyla birlikte kollarını bedenime daha da sarmalarken saçlarımın üzerine çenesini yasladı. Sorumu yanıtsız bırakarak sessiz kaldı.

"Yıllardır peşinde koştuğun gerçekler aşağıda. Babanla, kardeşinle karşı karşıya kaldın ve çekip sarılamadın onlara. Biliyorum, içindeki gurur bunu yapmanı engelliyor. Ama merak ettiğim şey, nasıl bu kadar sakin ve umursamaz olmayı becerebiliyorsun?"

"Nasıl ayakta durduğumu ben bile bilmezden, sorma bir şey." Başımın üzerine dudaklarını bastırdığında gözlerim bir anlık huzurla kapandı. Geri çekilerek göğsünde bulunan ellerimi usulca omuzlarına kaydırdım.

Dudaklarımı aralayarak bir şey diyecek olduğumda kulağıma ilişen elektronik tekerlekli sandalyenin çıkardığı ses ile Miraç ile birlikte kapıya doğru çevirdik bakışlarımızı. Babasının geldiğini gördüğümde ise anında bir adım geri çekilerek Miraç'ın kolları arasından çıktım. 

"Sen mi yaptırdın?" Diye sordu birkaç adım uzağımızda durduğunda.  Buraya tek başına gelmiş olması ve sinirlendiğini belirten çehresi merak duygusu oluşturdu zihnimde. Miraç istifini bozmadan ellerini cebine yerleştirerek korkuluğa yaslandı. 

"Sence?"derken dudağının bir ucu alaylı bir ifadeyle kıvrıldı.  

"Böyle yaparak, benden intikam almaya mı çalışıyorsun?"

"İntikam benlik bir iş değil." Düz bir sesle söylenerek sert bir bakış attığında, az önce gözlerinde gördüğüme yemin edebileceğim parıldayan o ışıklar yerini kapkara bir zifiriliğe adamıştı.

"O yüzden mi Çetiner'i öldürdün? Şimdi ise benim adıma gelen mallara el koymuşsun. İntikam senin işin değilse bunlar ne?"

"Bedel." Tek kelime, jilet kadar keskin bir ses. "Ben sadece bedel ödetirim."

Asaf Uluhan'nın kararan bakışları oğlu üzerine sabitlenmişti ve ne diyeceğini bilemez halde gözleri kısıldığında olaya dahil olup olmamak arasında kaldım. Karanlık adamların, karanlık düşüncelerine ortak olmamak daha bir cazip gelmişti o an. Miraç'ın ise ne yaptığını tam olarak anlamasam da babasını hayli kızdırdığı belliydi ve bundan fazlasıyla keyif alıyordu.

"O silahlar özel olarak getirildi. Başın derde girer, söyle adamlarına geri getirsinler." Miraç alay edercesine gülerek başını iki yana sakladığında bakışlarında sezdiğim tehlikeli çanlar gerginleşen ortamı iyice gerdi.

"Bedel diyorum Asaf Uluhan, bedel. Sıranı bekle... Hatta sen ne yap biliyor musun? Git deponun önünde bekle, böyle partiler, davetler ile vaktini harcama derim. Belki o çok özel silahlar ayağına gelir." Dudağının bir ucuyla gülümseyerek babasına karşı ezici bir bakış sundu. "Tabii ben istersem."

"Ne istediğini söyle?" Dedi babası uzlaşmak isteyen bir ifadeyle.

"Sen kimsin ki ben senden bir şey isteyeceğim?" Her zaman ki gibi sakin görünüyor, gülümsemesine yansıttığı tehdit dolu bakışlarını karşında duran adama yöneltiyordu. Sadece ben biliyorum o sakinliğin ardında gizlediği fırtınaya eş değer kasırgalarını.

"Hiç ümitlenme. Buralar benim, benim olan yere iniş yapan mallarda benim. O masanın lideri de benim, masaya kimlerin oturacağına karar veren de benim. Ve benim olan bir yerde, senin yerin yok."

Net ve istediğini apaçık belli eden adam rahatlığından ödün vermezken dile gelen kelimelerin altında yatan tehditler yerine ulaştı mı bilmiyorum ama ikisininde eğilmeyecek dik başları vardı ve sanırım ürken sadece ben oldum. Asaf Uluhan'nın bakışları sinirini yansıtıyor olsa da kendi oğluna fiziken zarar verebileceğini düşünemedim. Miraç'ın da bunu pek umursadığı yoktu ve korkusuzca diktiği başını kaldırıp babasina bir savaş sunuyordu.

"Miraç,"diye seslendim daha fazla dayanamayarak. Biliyorum çok kızgındı babasına karşı ve bunun hıncını benim bilmediğim yollardan alıyordu ancak yeterince adamı öfkelendirmişti. İkisinin bakışları seslenişim ardından bana çevrildiğinde ne yapacağımı bilemeden elimi boynuma atarak gerginlikle ovaladım.

"Gidelim mi?" Başını eğerek beni onayladı ve yaslandığı yerden doğrularak ellerini cebinden çıkardığında Asaf Uluhan'nın sesini tekrar duydum.

"Biliyor mu?" Başımı çevirerek kimden bahsettiğini anlamaya çalıştım. Gözleri gözlerime kısa bir an değmişken ağırca kopardı ve Miraç'a baktı. 

"Sakın," dedi Miraç gerginlikle dişlerinin arasından uyarır bir tonda. Çenesini sıkmaktan belirginleşen boynundaki damarlar ne olduğu bilmediğim bir şey yüzünden şişmişti. Saniye bile sürmeden aralarında ne olduğunu çözemedim ya da benim duymadığım bir konuşma geçmiş olamazdı.

"Bilmiyor demek." Az önce ki siniri çoktan bedenini terk etmişti Asaf Uluhan'nın. Yüzünde oluşan bir buruklukla gözlerini bana doğru çevirdi.
"Merhaba Ö-"

"Zeliş aşağıya in." Boğuk bir sinirle Miraç bana bakmadan sertçe söylendiğinde bozguna uğradım.

"Ne?"

"Aşağıya in." Başını çevirdi ve gitmemi isteyen bakışlarla bana baktı. "Birazdan geleceğim."

"Neyi bilmiyorum?" Israrla sormama rağmen dilini lal eden adamın bir şeyler sakladığına emin olduğumda yutkunarak ona doğru bir adım attım. "Miraç, neyi bilmiyorum ben? Ne saklıyorsunuz?" O an gözlerinde oluşan koyuluğun ardında gizlelen çaresizlik bir cımbızla sökülüp alınarak gözlerimin önüne atıldığında yüreğimi sıkıştıran bir şeyler hissettim.

"Eve gidince söz veriyorum anlatacağım. Şimdi aşağıya git ve Emre'yi bul."

"Pekâlâ." Dedim sonunda pes ederek. Anlatacağım diyorsa er yada geç anlatacağını biliyordum. Zaten burada kalsam bile ne konuştuklarını tam olarak anlamıyordum. Miraç ise her an patlatacak bir bomba gibi duruyor, içinde yaşadığı öfkenin iziyle yumruklarını sıkıyordu.
Elimi kasları belirginleşen koluna yerleştirerek hafifçe ovaladım.
"Sakin ol olur mu?"

Öfkesine yenik düşmesini istemiyordum. Her ne kadar burada iki aslanı yan yana bırakmak doğru gelmese de elimden başka bir şey gelmedi. Beni geçiştirircesine başını salladı hızla.

Anlardan birinde böylesine bir olay gerçekleşecek olma fikri öyle uzak kalıyordu ki, geçmişimizle yargılandığımız şu zaman diliminde birbirini anlamayan insanlarla çevriliydi etrafımız. Yapılan hatalar kadar vardın. İyiliği bir kenara bırak, günahını sırtlan ve yükünle adım at. Eksik kalsa da yarınlar, doğan güneşin hatrına yut gerçekleri derdim kendime çoğunlukla. Bu bazen öylesine zordu ki yutmaya çabaladığın gerçek kursağında kalıyor, türlü işkencelerle yaka paça iniyordu. Şimdi de Miraç'ın bunlarla cebelleştiğini bilmek ve ona yardımcı olamamak beni üzüyordu. Konuşacakları konular vardır diyerek uzatma gereksinimine girmeden, teras kattan ayrıldım ve merdivenlerden aşağıya inerken bir parçamı geride bırakma hissi ruhumu ağırlaştırdı, adımlarım yavaşladı.

Merdivenlerin orta yerinde adım adım aşağıya inerken yükseklik açısıyla tanıdık bedenleri bir arada görmek zihnimdeki savaşı dağıtmış, yerini farklı cephelerde kurulan hadiselere devretti. Gözlerim şüpheyle kısılırken, adımlarım usul usul o yöne çevrildi. Ufuk bey ile Yeşim'i tenha bir yerde, kolonun arkasında fazlasıyla yakın temas içinde görmek zihnimi alabora etti. Merdivenlerden tamamen aşağı indim ve birkaç metre uzaklıkta bulunan çifte doğru ilerlerken, Yeşim'i göz hapsine alarak inceledim.

Elinin birinde, kırmızı renkli içecek dolu bir bardak vardı ve diğer eli ise geniş kolona sırtını yaslayarak elindeki alkol olduğunu düşündüğüm sıvıyı yudumlayan Ufuk Bey'in omuzundaydı. Fazla gelen samimiyetin ardındaki uyumsuzluk yüzümü buruştururken, göz ucuyla bizim masaya baktım ancak kimse yoktu. Mutlaka yine bizim üçlü birbirleriyle didişip sonucunda dağılmış olmalıydılar. Tabii Miraç'ın tekrar beni onların yanına yollayacağını düşünmemiş olmalıydılar.

"...fırsatı değerlendiriyorum diyelim." Yaklaştıkça Yeşim'in sesi kulaklarımdan içeri netlikle sızdı. Üzerinde yeşil renk bol, dizlerinde biten bir elbise vardı ve şişkin karnı bol elbiseye rağmen belirgin duruyordu. Hangi akla hizmet onlara doğru ilerliyordum bilmiyorum ama içimde kıpırdayan hislerin yönlendirmesiyle attığım adımlar Yeşim'in ayak bileğinde gördüğüm halhal ile otomatikmen durdu.

Kulaklarım salondaki uğultular arasında bir kopukluk yaşadı. Zihnim geçmiş ile gelecek arasında gidip gelirken, rahatsızlıkla elim alnıma yerleşti. Bu halhal bana tanıdık geliyordu ama nerden? Düşün Zeliş. Düşün. Düşün. Topuklu ayakkabı sesleri. Rutubet kokulu duvarlar. Karanlık ardında duyulan boğuk sesler. Yüzüme atılan tokat. Saç diplerimin acısı ve, 'Miraç,' diye haykırış sesim beynimde yankılandığında bir bir döküldü kötü anılar.

Miraç ile kaçırıldığımız zaman, bizi ayırıp beni farklı bir yere götürdüklerinde gözlerimde ki bağı çözmeye çalışmıştım ve o anlardan birinde bu halhalı gördüğüme eminim. Aynısıydı. Unutmak ne mümkün? O gün benim için tek bilindik şey bu takı parçası iken nasıl unutabilirdim? Hızla tekrar Yeşim'e baktığımda beni farketmelerinden ötürü rahatlarının bozulduğunu gördüm. Ne yapacaklarını şaşırarak bulundukları konumdan toparlandılar. Ufuk bey sırtını yaslandığı yerden ayırarak gerginleşen bedeniyle bana baktığında duraksayan adımlarım ağırca tekrar harekete geçti. 

"Bu ne samimiyet?" Dedim karşılarında durur durmaz. Bir şeyleri saklayacak değildim. Ne varsa yüzlerine karşı çarpmak ve o an gözlerinde oluşan paniği görmek istedim.

"Sen hâlâ burda mısın? Sizinkiler az önce çıktı." Yeşim gerginliğini saklamak amacıyla elindeki içeceği yudumlayıp gözlerini memnuniyetsiz ifadeyle etrafa çevirdi. "Ortamın havası düzeldi sanıyordum, meğerse hâlâ bozukmuş."

"O yüzden mi bu kadar rahat bir araya geldiniz? Ha? Ufuk bey?" Bey derken dişlerimin arasından imâlı bir basınç uyguladım.

"Sen kendini ne sanıyorsun? Seni neden umursayayım ki ben?"

"Sen değil," kaşlarımı kaldırarak birbirlerini işaret ettim. "İkiniz. Ne karıştıyorsunuz?"

"Bir şey karıştırdığımız filan yok. Sohbet ediyorduk sadece." Yeşim'in anında savunmaya geçmesiyle zihnimdeki bazı sorular cevaplanmış oldu. Dişlerimi birbirine bastırarak onlara doğru bir adım daha attım.

"Gelirken dışarda bir göl gördüm, içinde balıklar vardı. Git onlara anlat yalanlarını, belki yerler."

Öfkeylenmesini bu kez umursamadım. Karnında bir bebek vardı evet ama şu an ben de fazlasıyla sinirli olmama rağmen zorlukla kendimi durduruyor, üzerine atlamamak için aşırı doz çaba sarf ediyordum. Bence bu bebeğine karşı düşünceli olduğumu yeterince gösteriyordu.

"Yeter artık!"diye sesini yükseltti. "Daha fazla seni dinlemeyeceğim." Arkasını dönüp gideceği sırada hızla tekrar konuştum.

"Neden?" Duraksayarak gözlerime baktı ve kaşlarını çattı.

"Anlamadım?"

"Benden nefret ediyorsun hadi bunu anladım. Ama Miraç'a bunu neden yaptın?"

"Yine ne saçmalıyorsun?"

"Bizi kaçıranlarla birlik oldun Yeşim!" Delirtecek bir düşünceyle öfkeli bir soluk verirken yumruklarımı avucuma hapsettim. Düşündükçe çıldıracak gibi oluyordum. "Hatırladım tamam mı?! Hatırladım! Sen de oradaydın! O odada, gözlerim bağlı dururken sen tam karşımdaydın Yeşim!"

Gözlerine kadar yaşadığı bir şaşkınlıkla irisleri büyüdü. Bir an Ufuk denilen kim olduğunu henüz bilmediğim adama bakar gibi olduğunda yüzü buruştu. Tedirginlik onu çepeçevre kuşatırken elini şişkin karnına attı ve tekrar bana döndü.

"Sakın!"diye soludum dişlerimi kıracak kadar sıkarken. İşaret parmağımı ona yönelterek sallarken cümlelerime devam ettim. "Bu kez kaçmak için bebeğini kullanma! Ayağındaki halhal, gözlerindeki korku seni ele verirken, bu kez kaçma!"

"Delirdin mi sen? Bu mu yani? Halhal mı böyle düşünmenin sebebi? Bu halhaldan dünyada yalnızca bir tane mi var?!"

"Sen özel tasarım olmayan bir takıyı asla takmazsın Yeşim." Hemen sol tarafımdan gelen ses ile yana doğru başımı çevirip baktığımda Meral ile gözlerimiz kesişti.  Bakışlarında sezdiğim anlam yanımda olduğunu ve desteğini yansıtıyordu.

Etrafta ise sessiz sakin bir köşede olmamıza rağmen birkaç insanın bizi izlediğini gördüm. Derin bir nefes alarak tekrar ikiliye döndüğüm sırada Ufuk'un elinde bulunan bardağını köşedeki masaya bıraktığını farkettim.

"Hanımlar, sanırım aranızda çözmeniz gereken sorunlar var. Ben sizi yalnız bırakayım."

Zihnimin bir köşesinde basbas bağıran bir ses onun gitmesine izin vermememiz gerektiğini haykırırken, hızla yanımızdan ayrılmasına engel olamadım. Ancak Yeşim'in onun ardından ismiyle seslenmesi, bu ikilinin arasında sadece bugüne dayanmayan bir geçmiş olduğunu kanıtladı.

"Ne yaptın sen Yeşim?"diye sordu Meral yanımdan ayrılarak onun karşısına geçtiğinde. 
"Kiminle birlik oldun bu işi yaparken? Ayrıca bunu nasıl yaparsın? Abime üstelik..." 

"Yeter artık üzerime gelmeyin. Ben bir şey yapmadım!"

"Yeşim, konuş. Anlatabilirsin bana."

"Bana bu kızın söyledikleriyle gelme Meral. İftira atıyor görmüyor musun?."

"O kız kim biliyor musun sen?!" Uyarır tonda sesini yükselten Meral'e karşı, Yeşim geri adım atmadığında bu ikilinin çıkmaza soktuğu konuşmayı ancak bir kişinin çözeceğini bildiğimden hızla geriye dönerek merdivenlere doğru koşar adımlarla ilerledim. 

Yeşim'i ancak Miraç konuşturabilirdi.  Konuşturamazsa bile gerçekleri öğrenmenin bir yolunu bulurdu. Zihnim allak bullak olmuş, neler olduğunu ve bu çıkmaz sokağa ne zaman adım attığımı bilemez oldum. Yeşim'in böyle bir şeyi neden yaptığını anlamıyorum, hiç bir zaman da anlamayacağım. Bunun oluru, izahı yoktu. Bir açıklaması asla olamazdı. Orada ölebilirdim, ölebilirdik. Miraç ile birlikte nasıl bir zorlukla mücadele ettiğimizi sadece ikimiz bilebiliriz. İşkenceye maruz kalmış, aç bırakılmıştık. Dayak yemiş, günlerce karanlığa hapsedildik. O lanet karanlık depodan kan revan ayrılmış ve günlerce kabusundan kurtulamadığımızı kimse anlayamazdı. Ben o gün birini vurmuştum. Katil olduğumu düşünmüş ve şok geçirmiştim. Anlattıklarım dile dökülen bir kelimeden ibaret gelebilirdi bir insana ama beni sadece Miraç'ın anlayacağını biliyordum.

O yüzden ona koşuyordum. 

Yukarı çıkarak terasa doğru hızlı adımlar atarken yaşadığım hadiseden ötürü soluk alışveriş hızım artmış ve göğsüm süratle inip kalkıyordu. Bundan sonra ne olurdu bilemezdim ancak olacakları tahmin edebiliyorum. Ölümün ayak dolaştığı şu zamanda şeytanla yapılan anlaşma hilekar sonuçlara tâbi tutulduğunu görmek içimde bir şeyleri çoşturuyordu.

Kapıya yaklaştığımda eşikte durmamı sağlayan konuşma ise bu gece dış cephelerin açtığı savaşa, bir iç savaş eklemeye yoluna sürükledi ruhumu. Duymak istediğimden değil. İstemsiz olmuştu her şey. İlk önce adımlarım yavaşladı, sonra durdu. Duyu organlarım işlevinin on katı hızına çıktığında beynimde bir deprem hissettim.  Adımın geçtiği cümlelerde kulaklarıma ilişen anlamlar içsel çöküşe neden olurken, hayallerimin ortasına kurduğum dünyam tersine döndü sanki. Soluğum kesildi, nefes almayı unuttum.

"Ona, aslında Zeliş değil, Ömür olduğunu nasıl söyleyeceğimi hiç düşünüyor musun? Kolay mı?... Bıraktınız elime bombayı, oturmuş batlamasını bekliyorsunuz..."

Tazelik kokan bir acı yüreğime düştü. Başımdan aşağı kaynar sular döküldüğü hissine kıyasla tüm vücudumun kan akışı bir pıhtı halinde damarlarımda tıkanıklık kazandığında, hareket yetimi kabederken zihnimde yankılan sesleri duymayı red ettim. Ben o saniyelerde ruhumu cellatıma teslim ettiğimin farkında değildim. Amansız bir yakarış ruhumu ele geçirdi. Ne olduğunu bilmediğim bir kriz derimin altında vücudumu zorluyordu. Tıpkı kafesinden dışarı çıkmak isteyen bir canavar gibi. İmkansızlığın ötesinde yüreğime batan bir cam kırığının defalarca sökülüp takılması ve yerinde acımasızca bir el tarafından çevrilerek canımı veryansınlar eşliğinde yakması, iliğime kadar titreyerek beynimi duman altına almasının tek sebebi duyduğum cümleden bir sonuç bulamamakdı... Bulmak istemediğimdi.

Oysa, mutluluk çizilen yolumuza bir bir düşmüştü lav ateşi. Bitti demiştim. Artık bitti. Yorgunluk bitti. Acı bitti.  Hüzün, kahroluş bitti. Yalan bitti.

Meğerse, bitti dediğimiz yerde başlıyordu her şey. 

***

BÖLÜM SONU....
(Devam Edecektir..)

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro