Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

45.BÖLÜM


***

Bölüm müziği; Ahmet Kaya/ Arka Mahalle (lütfen dinleyerek okuyun :") Medyada ekran beyaz olarak görünüyor. Üzerine tıklarsanız müzik açılacaktır)

Bol yorum yapmayı unutmayın. Keyifli okumalar...

* * *

"Ahmet Kaya'nın, Bir Kez Olsun Yüzünü Güldüremedim Dediği Yerdeyim..."

Hayatımızda her daim kazandığımız bir şey olurdu. Biz farkında olmasak da bir eş, bir dost, bir arkadaş yahut bir kardeş. Belki bir zamanlar aldığımız manevi değeri yüksek bir hediye. Hiç biri olmasa bile zihnimizin gizli köşesinde saklı bir geçmiş. Bazen hüzünlendiren, bazen de mutlu eden, yahut nefrete sardıran. Yine de buna rağmen bizim kazandığımız mutlak bir şey vardı. Olmalıydı. Düşünüp hatırlamamız gerektiren, dokunup huzur hissettiren. Ve o kazanmışlığı bizden söküp alacak bir güç olamazdı. Bu vicdana sığar mıydı?

"Bunu, yapabileceğine emin misin?"

Tek bir soru. Gerisinde kalan belirsizliğin içinde eğik bir suskunluk. Saatlerdir elindeki CD'ye bakarak oturduğu koltukta kıpırdamayan adamın sessizliği, içinde kopan fırtınadan ibaret olduğunu biliyordum. Susmasın, konuşsun, bir şeyler desin istiyorken, yapabileceğim tek şey yanına oturarak beklemek oluyordu.

Gözlerinin kızarıklığına her baktığımda benim de gözlerimin dolup, akmak için an kollaması ve canının yandığını bile bile çaresizlik içinde kalmak çok zordu. Elini tutmak istiyordum. Elini tutmak ve yanında olduğumu belirtmek istiyordum. Ruhuma kadar kasılıp kalmış gibiydim. Elindeki CD'nin içinde ne olduğunu bilmeden sadece tahmin yürüterek zihnime işkence çektiren düşüncelerle ona karşı bir adım atamıyordum.

Aslında korkuyorum. Ömür denilen kızın sebebi kan bağımdan olan bir adamken, beni terslemesinden korkuyordum. Çünkü biliyorum. Kalbim dayanmaz bu acıya.

"Yapmak zorundayım..." Sesi düşünceli ve kısıktı. Ne göreceğinin korkusu vardı içinde. İzlemek istemiyordu ama mecbur hissediyordu kendini. Sonuçta kuzenine ne olduğunu öğrenmek vardı işin ucunda, öyle değil mi?

Bir şey diyemedim. Ne konuşup, 'yanındayım,' diye bildim. Ne de ona yaklaşıp dokunabildim. Birazdan belki de bir kaos gerçekleşecek ve bu benimseyip sevdiğim adamdan kopacaktım. Ne olacağını bilemeyiz ki? Bana kalan yine ve yine acımı içime gömüp kalmak olurdu muhtemelen. Böyle bir acıydı benimkisi. Biz ne kadar toparlansak da mutlaka birileri dağıtmayı başaracaktı. Biriktirdiğimiz her bir yaranın üzerine toprak örtsek de birileri o toprağı deşecek ve acımızı ortaya serecekti. Tıpkı şu anda olduğu gibi.

Miraç sesli bir nefes alarak yerinden kalktı ve televizyon ünitesine doğru ilerledi. Attığı adımların ağırlığı altında ezildiğini görmek o kadar can yakıyordu ki, onun acısını içimde yaşıyordum. Eğilerek diz çöktüğü yerde Dvd'yi çalıştırdı ve içine yerleştirdiği CD ile son bir düğmeye basmasıyla doğrularak kumandayı eline aldı ve gelip tekrar yanıma oturdu. Titreyen ellerim yumruk şeklini aldı o an, onun tenine dokunamadığımdan.

Gözlerim her hareketini izlerken dişlerini sıktığını görebiliyordum. Bana bir an bile bakmıyordu. Gözlerini hala kapalı olan televizyona dikmişken, başını hafifçe iki yana salladı. Aklında cirit atan, onu rahatsız eden düşüncelerin her birinin ipini koparmak istiyordum. Henüz birkaç saat önce paketten çıkan CD'yi görmesiyle dağılan adamın şimdi videoyu izleyerek ne kadar yıkılacağını seyretmek işkence gibi geliyordu. Sevdiğin adamın gözlerinin önünde acı çekmesine karşın elinden bir şey gelmemesi kadar kötü, acı verici bir şey olamazdı. En sonunda kumandanın bir düğmesine basarak televizyon ekranının canlanmasını sağladı.

Ekran açılır açılmaz Miraç pür dikkat televizyona kitli kalırken, başımı çevirerek onunla birlikte izlemeye başladım. Korkunun ecele bir faydası yoktu, kaçmak ise çâre değildi. İlk önce karanlık dar bir koridorun ekranda belirmesiyle ikimizde nefesini tuttuğunun farkında değildik.

Karanlık olmasına rağmen duvara dayalı birkaç sarı ışık yanıp sönüyordu. Daha sonra adım sesleri belirmeye başladı. Kamerayı tutan her kim ise dar, nemli koridorda bir yere doğru ilerliyordu. Çaldığı ıslık sesi attığı adımlara karışırken, kaşlarımı çatarak düşünmeye çalıştım. Neresiydi burası böyle? Çok eski bir yerdi. Çatlak duvarların arasında koyu renk yosunların olması ve yerdeki ıslaklık bana bir mahzeni andırdı. Gözlerim Miraç'a kaydı bir an. Sanki, ekrandaki koridorun her bir ayrıntısını biliyor gibiydi. Sadece bekliyor ve işin sonunda ne çıkacağının merakıyla videoyu izliyordu.

"Bu koridoru, tanıyorsun?"dedim daha çok emin olmak isteyen bir sesle. Bana bakmadan ağırca başını salladı.

"Yıllarımın geçtiği yer." Yutkunarak videoya döndüm. Işte şimdi daha da artmıştı acı. Miraç, çocukluğunun geçtiği yerleri izliyordu. Kamera koridorun zeminini çekerken, iki çift rugan ayakkabının daha belirmesiyle ıslık sesi kesilmişti.

"Nerede kaldın?!" Dedi bir ses. Kızıyordu. Etrafta kaç kişi vardı bilmiyorum. Çünkü kamera koridorun yerlerini çekiyor, rastgele tutulmuşcasına bir izlenim sunuyordu zihnime. Ama tahminim üç kişiden yanaydı. İki çift farklı ayakkabılar ve kamerayı tutan kişiyi de sayarsak üçtü.

"Geldim işte Ekrem, uzatma."

"Uzatan sensin aptal. Kızı hallet artık, bir an önce bitsin şu iş."

Ekrem ismi geçtiği an gerilen Miraç öyle bir değişti ki. Kararan gözleri, dizlerinin üzerinde yumruk şeklini alan elleri ve boynunda atan damarları gözlerime çarptı. Her an televizyonu alıp fırlatacak gibi tetikteydi. Ekrem pisliği sanırım videonun çekildiğinden habersizdi.

"Ne yapıyorsun sen telefonla?" Bu kez daha farklı bir ses yayılmıştı ortalığa. Bu da üçüncü kişi olmalıydı.

"Kayıt yapacağım Salih, seni de çekmemi ister misin?" Kamera bir anda yukarı kalkarak karşıyı çekmeye başladığında o an gözlerim irileşti. Çünkü Salih dediği adam, benim yıllardır baba diye bildiğim adamdı.

Daha genç duruyordu. Koyu renk saçları, hafif tombul bedeni ve kısa boyu gözlerimin dolmasını sağladı. Şimdilerde ölü bir adamın videodaki dinç hali bu videonun yıllar önce çekildiğini gösteriyordu. Hemen yanında Ekrem Çetiner vardı. Uzun boyu ve kumral saçlarına bir tane bile ak bulaşmadığına eminim. Yakışıklıydı. Açık kahve gözleri ışıkta parlıyor, alnına dökülen birkaç tutam saçlarının özenle tarandığını ve bakımlı haline karşın vazgeçilmezi olan takım elbisenin içinde kaşlarını çatarak kameraya bakıyordu.

"Çek tabii dostum. İlerde izler izler güleriz. Ekrem'i çekme ama. Sürekli bizden yakışıklı olduğunu söylemesi yetmezmiş gibi ilerde yine ne kadar yakışıklı olduğunu söyler durur." O an ilk defa içten bir gülüş belirdi Ekrem Çetiner'in dudaklarında. Gözleri. Gözleri, tehlikeli bakıyordu. Ona bakan her insan içinde gizlediği karanlığı hissedebilirdi.

"Dünkü yaptığın şeyi de çektin mi bari?" Bu sorunun ardından kamerayı çeken kişi inler gibi bir ses çıkardı.

"Bu neden o an aklıma gelmedi!"

"Başka şeylerle meşguldün dostum." Hepsi bu cümlenin ardından kahkahaya boğulurken, yüzümü buruşturdum. Kamera sadece çeken kişinin yüzünü göstermemişti. Üç kişinin olduğuna emin olduğum adamlardan ayrı merak ettigim şey Ömür denilen kıza ne olduğu ve bu videoyla alakası.

"Pek zevk alamadım ama neyse,"diyen kamerayı ceken adam, Ekrem Çetiner'e doğru çevirdi tamamen videonun yönünü. "İçerideki ufaklığa da aynı şey mi olsun?"

"Hayır,"derken yüzünü midesi bulanır gibi buruşturdu."Bir kez daha bunu izlemeye katlanamam p*ç herif. Midem kaldırmaz. Sadece kurtul ondan. Öldüğünden emin olduktan sonra cesedini Kenan'a yolla..."

"Benim işim bu."Alaylı bir cümlenin hemen ardından birkaç saniye Ekrem Çetiner'in arkasındaki kapalı demir kapıyı çekti ve tekrar ikiliye döndü kamera.

"Asaf'ın, kızına olanları öğrendikten sonraki yüz halini izlemeyi çok isterdim." Ekrem öyle bir yüz haliyle mırıldandı ki, tüm dileği buymuş gibi. Soğuk ve bir o kadar ruhsuzdu.

"Delirir büyük ihtimal." Kamerayı çeken adam bunu söylerken öyle rahattı ki, bunun olmasını istedigi sesinden belliydi. "Karısına dinlettirdin mi kızının çığlıklarını?"

"Sonuna kadar."

"Çoktan aklını yitirmiştir o vakit." Salih denilen adamın çirkin gülüşüyle betim benzim atmıştı. Ben nasıl yıllarca bu adama baba dedim?!

Şu ana dek anladığım, Meral'e bir şey yaptıkları. Çok kötü bir şey olmalı ki, Miraç'ın annesinin aklını yitirmesine sebep olmuştu. Miraç oturduğu yerde kaskatı kesilirken, videodan bir ses daha duyuldu. O ses ateşin korlanmasına sebep oldu. Küçücük bir ateşin içine benzin atmak gibi bir şeydi bu. O ateş, Miraç Uluhan'ın tüm bedenini cayır cayır yakarken duyduğum her bir cümlede kan akışım durdu, soluğum kesildi adeta.

"Kızı tecavüze uğrarken, çığlıklarını duymak ve çaresizce dinlemek, bir anne için zor olmalı..." Ekrem Çetiner güler gibi bir ses çıkardı. "Hele de kızı henüz beş yaşındayken... Zeliha Uluhan, bana karşı koymanın bedelini çekiyor..."

Duyduklarımın etkisiyle irileşen gözlerimin ardından korkunç bir ses çıkaran dudaklarımı elimle kapattım. Yüreğimin ortasına yerleşen bir acıyla gözyaşlarım aktığında duyduklarımı sindiremiyordum. Nefessiz kalmanın cezasını iliklerime kadar tadarken, Miraç sarsak bir halde koltuktan ayağa kalktı. Acıyla harmanlanan her bir çehresi, gittikce kötü bir hal almaya başladığında videodaki konuşmaları artık ikimizde duyamıyorduk.

"N-ne... Ne dedi?..."derken öyle bir baktı ki bana ben o koyu gözlerin içinde ölümü gördüm. Duyduklarını yalanlamak istiyordu. Başını salladı hızla iki yana. İlk defa bana bakarak, ona bir şey dememi ve yalan söylememi istiyordu. "Te... Tecavüz dedi?..."

Kan çanağına dönen kızarık gözlerinden firar eden bir damla yaş yanağından usulca kayarak parke üzerinde izini yok etti. Cehennemin kızıllığını taşıyan derin duyguları isyankârlarıyla birlikte irislerinde yer aldığında nefes aldığından şüphe ediyordum. Karanlık gözlerinin içinde beliren ateşin can yakıcı hali tüm çıplaklığıyla gözlerime ilişirken, boğazıma kadar biriken bir yakarışla hıçkırdım.

"Meral..." dedi boğuk bir fısıltıyla.

Nasıl bir acıdır ki bu, kalbimin ortasında hissediyorum. Bir ateş gittikce büyüyor ve damarlarıma kadar yakıyordu. Bu koca adamların dile getiremediğim iğrenç dokunuşlarıyla küçücük bir kızı incittiklerine aklım ermiyordu. O küçücük kız orada tek başınaydı. Kimsesi yoktu. Ona dokunan adamın ne yapmaya çalıştığını bile belki de bilmiyordu. Sadece, canı yandığı için çığlıklar attı. Gözyaşları betona düşmüş, soğuktan tir tir titrerken annesinin ona yardım etmesi için dualar etmişti. Peki bu adam demeye dilim varmayan varlığın, tüm olanların ne demek olduğunu bilmesine rağmen o kızın çığlıklarını duymazdan gelmesi, gözyaşlarını görmezden gelmesine ne demeli?

Ağladım. Hıçkıra hıçkıra küçücük kızın acısını yüreğimde hissederek ağladım. Bu acı dayanılmazdı. Katlanması güçtü. Peki Miraç bu duyduklarıyla nasıl yaşayacaktı? Ben bu haldeyken, o nasıl içindeki sesleri susturacaktı? Bulanık gözlerim ona değdiğinde ne ara duvar dibine çöktüğünü bilemedim.

Ağlıyordu. Koca adam, kız kardeşi için oturmuş ağlıyordu.

Dile getiremediği acıları vardı. Yanıp kavrulduğu dertleri vardı. Sürülüp biçildiği hayatı ve zihninin yok olmasını sağlayan düşünceleri vardı. Dayanamadım. Az öncesine kadar yanıbaşımda dokunmaya korktuğum adamı öylece bırakmaya gönlüm elvermedi. Oturduğum yerden kalarak yanına gittim ve önüne diz çökerek titreyen ellerini avuçladım sıkıca. Gözyaşlarını sildim, yerine yenileri akmasını umursamdan.

"Beş yaşındaydı..."dedi acı içinde bir yaş daha düşerken gözlerinden. Sesinin boğukluğunda boğulduğum adamla birlikte döktüğüm gözyaşlarım yağmur misali düşüyordu pınarlarımdan. Aglamak, yakışmadı be adam...

"Kü... Küçücüktü daha lan o..." Sesinde tonlarca sitem vardı. Çaresizliğin içinde kopan bir isyan vardı. Bağırmak istiyorken suskunluğunda çırpınıyordu bu adam ve benim buna karşı yaptığım, onunla birlikte ağlamak oluyordu. Ne diyebilirdim ki? Ne yapabilirdim de onu düştüğü yerden kaldırayım? Ateşlerin içinde yanarken, canının acıdığına dair tek bir mırıltı dökmezken, şimdilerde tüm hisleri kırılıp dökülüyordu adam.

"Miraç..." Hıçkırdım bir kez daha kendimi tutamayarak. Kendinde değildi. Ateşin içindeki gölgeyi anımsatan irisleri öylece televizyon ekranına bakarken, tek tek akıtıyordu damlalarını. Diğer yandan bedeni sinir krizi geçirmişcesine titriyordu.

Sonra tiz bir çığlık sesi duyuldu ikimizin ağlamalarına karışan.

Video hala oynatılırken, hızla başımı çevirip baktığımda puslu bakışlarıma yansıyan ufacık bir kız çocuğu oldu. Belki üç, belki de dört yaşlarında ufacık bir kız çocuğu. Beyaz elbise içerisinde, dağınık saçları uzunca dökülüyordu omuzlarından aşağı. Attığı çığlığın sebebi ise odaya giren adamı görmesiydi. Korktuğu her halinden belli olan kızın duvar köşesine sinmesi ve bağırarak ağlaması, omuzlarımı sarsarcasına ağlamama sebep oldu.

"Ömür,"diye fısıldadı Miraç kırık bir sesle. Kuzenini görmenin sevincini yaşayamazken, gelecek olan bir diğer darbenin sabırsızlığı içerisindeydi.

"Annemi istiyorum!..." Ufacık bedenine rağmen korkuyla bağırması ağlamasını kesmedi. "Annem nerde?" Paytak konuşması o kadar farklıydı ki içimde bir yerler daha kanadı.

"Bağırıp durma, kes sesini! Annen yok bundan sonra! Salih tut şunu." Kamerayı yanındaki adama teslim ederek küçük kıza ilerleyen adamın nihayet yüzü göründüğünde zihnim çığlıklarını boğazıma dizmeye başladı. Adamın yüzü yarısı yanık iziyle bezenerek ezilmiş bir görüntü sunduğunda gözyaşlarımın arasında dudaklarım aralandı.

Bu çirkin yüz tanıdık geldi bana.

Bu adam... Onu bu şekilde görmek öyle bir his yarattı ki içimde, zihnimde bir çok görüntü canlanmaya başlarken, baş ağrısıyla yüzüm buruştu.

"Annemi istiyorum! Annemi istiyorum! Annemi istiyorum!" Çığlıklar atarak oturduğu yerde ufacık boyuna rağmen fazla gürültü yaratan ufaklığın korkudan yardım dilenen sesinin acizliğini belki de bir tek ben anladım.

"Kapat çeneni!"diye bağıran adamı umursamadan çığlıklar atmaya devam eden kızın kaldıramayacağı bir tokat yüzüne indiğinde daha çok bağırmaya başladı. Ağlarken bağırması bana bir çok şey hatırlattı.

Evet, bu yüzünün yarısı yanık olan adamı tanıyordum. Tabii buna tanımak denilirse. Tam olarak hatırlamıyorum ancak on iki, on dört arası filan yaşlarımdayken okuldan eve geldiğimde babam bildiğim Salih ile birlikte oturma odasındaydılar. İkisi oturmuş konuşuyorlarken benim odaya girmem ile birden susmuşlardı. O anı çok net hatırlıyorum. Korkmuştum o adamdan. Yüzünün çirkinliği günlerce kabusum olmuş, uykularımdan etmişti. 'Bu kız o mu?' diye sorduğunda, babam bildiğim adam başını sallayarak onaylamıştı. 'Büyümüş ve güzelleşmiş..' dediğinde Salih babam ona tek kelime etmeden sanki bir suç işlemişim gibi beni tersleyerek odama yollamıştı.

Gözlerim televizyondan gelen çığlıkların esiri olarak zihnimdeki düşünceleri kovalarken Meral'e tecavüz eden çirkin varlığın, Ömür'e işkence çektirmesini izledim. Bu çocuklar henüz ufacıktı. Melek kokuyorlardı. Tek bir günahları yokken çektikleri ceza neyin bedeliydi? Bir aşk bu kadar kirli olamaz ki? Ekrem pisliği sırf Miraç'ın annesini seviyor diye bunca acıyı küçücük çocuklara revâ göremezdi.

Aşk bu kadar düzenbaz, bu kadar hilekâr olmamalı...

Çığlıklar atarak ağlayan kızın cektiği acıya karışan mırıltıları ve serzenişlerine kulak tıkayan çirkin adam öyle ruhsuzca vuruyordu ki, sanki elleri arasında duran küçük bir çocuk değil de, karşında kendi yaşıtında bir düşmanı vardı. İnsan düşmanına bile bu kadar kinli olamaz ki?

Eline bir sopa aldı bu kez. Soluk soluğa kalan varlık, köşeye sinmiş hıçkırarak ağlayan kıza yaklaştı. Ömür, kendini duvar köşesine sıkıştırmış yerde kanlar içinde sayıklayarak titriyordu. Ah o beyaz elbisesi... Prensesler gibi hafif kabarık beyaz elbisesi, ona layık görülmeyen bir kanla kirlenmişti. Kim bilir annesi ne heyecanla giydirmişti ona. O heyecandan eser yoktu şu anda. Sopanın bir ucu yerde sürünürken, dudaklarının arasından sadistce döktüğü mırıltılar küçücük kızın korkusunu arttırdı. Sadece o değil, bu çirkin yaratık bizim kanımızı da damarlarımızdan çekip almıştı.

"Bir Küçücük Aslancık Varmış..." Korkunç yüzünde tehlikeli bir gülücük belirmişti. Sanki bu yaptığı şey ona zevk veriyor, duyduğu çığlık sesleri onu besliyordu. "Çöllerde Ko Ko Koşar Oynarmış... Çöllerde Ko Ko Koşar Oynarmış"

"Babası Onu, Çok Çok Severmiş..." Başımı çevirerek Miraç'a baktığımda, yıkılmış bedeniyle başını duvara yaslamış, gözyaşlarını akıtarak çirkin yaratık ile birlikte boğuk bir sesle mırıldanmıştı. O an anladım bu yaratığın Miraç'ın da kabuslarının sebebi olduğunu. Ona yıllarca işkence çektiren bu sadist kılıklı pisliğin ta kendisiydi. "Sen Benim Ca Ca Canımsın Dermiş..."

"Sen Benim Ca Ca Canımsın dermiş..." Elindeki sopayı kaldırarak küçücük kızın üzerine indirmesi gecikmedi.

"Miraç!!..." Öyle bir çığlık attı ki kız. Tüm duvarlarda sesi yankılanmıştı. Attığı çığlığın ardından gelen feryadlı bir isimin ardından aynı anda Miraç ve benim sergilediğimiz hareketten ikimiz de bağımsızdık. Onun eli soluksuz kalarak hızla kalbinin üzerine giderken, benim elim alnımda gizlenmiş dikiş izine gitti.

"Aslan Baba Harbe Gidince... Küçüğü Ra Ra Rahatı Bitmiş.." Küçük kızın artık sesi gelmediğinde çirkin yaratık kahkaha attı. Sonrasında ise kızın başından akıp yerleri ıslatan kanı görmemizin esiriyle fütursuzca tutuştuk. Onun sesi durdu. Bizim ağlamalarımız bitmedi.

"Aslan Baba Harpte Vurulmuş... Küçüğü Çö Çö Çölden Kovulmuş..."

Kızın baygınlığı işkence görmesini engellemedi. Çirkin vurmaya devam ettiğinde orada küçücük bir soluk kesildi. Güzel kız belki de o an can verdi oracıkta. Üç yaşındaydı değil mi? Nasıl dayanabilirdi ki minik bedeniyle bu acıya. Bu dünya için fazla masumdu. Kan bulaşmış beyaz elbisesi kefen olmuştu ona.

Kamera durdu. Sonra bittiğine dair CD yerinden çıktı. Acımızla başbasa kaldığımızda sönmeyen ateşimizi gözyaşlarımızla dindirmeye çalıştık. Kardeşine, kuzenine ve kendine dökülen gözyaşıyla tüm tedavisini yerlebir ederken boğuluyormuşcasına bir mırıltı çıkararak ellerini çekti benden. Hızla ayağa kalktığında üzerindeki tişörtün yakasını çekiştiriyordu.

Onunla birlikte ayağa kalkarken televizyona doğru ilerlemesini durduramadım. Kırıp dökecek, dedim içimden. Televizyonu alıp fırlatacak. Etrafı dağıtacak. Olsun, yapsın istedim. Yeter ki bir tepki göstersin. Ama öyle olmadı. Dvd'nin önünde durduğunda eğilip dokunamadı. Daha sonrasında bir kez bile bana bakmadan yahut tek kelime etmeden yukarı katın yolunu aldı. Adımları o kadar hızlıydı ki yetişmeye zorlandım.

Odaya girdiği gibi kapıyı kilitlemesine şok olurken, hissettiklerimin tarifine uyacak bir kılıf bulamadım. Benden kaçıyordu. Tüm bu öğrendiklerinin sebebi olan adamın kızından kaçıyordu. Gözyaşlarım dinmek bilmeden yanaklarımı ıslatıyorken, ağlamak artık canımı çok acıtmıyordu. Acı yüreğimi harlıyordu. Birkaç dakikanın hemen ardından odanın kilidi açıldı ve Miraç hızla içeriden çıktı. O koyu gözleri, ben hariç her yerde dolanıyorken boğazımı düğümleyen hislerin etkisiyle önünü kestim. Üzerini değiştirmişti. Tek elinde sıkıca tuttuğu siyah deri ceketi, üzerinde siyah boğazlı bir kazak ve altında yine siyah renk pantolonu. Son olarak giydiği postalları uzak bir diyarın yolculuğu olduğunu belirtirken gözyaşları içerisinde başımı iki yana salladım.

"Gidiyor musun?"dedim ağlayarak. Sesim ona aksini söylemesi icin yalvarırken az öncesinde ağlamanın kızarıklığını taşıyan kara gözleri yerlerde dolanıyordu.

"Miraç gitme..." Tüm gurursuzluğumu içimdeki acının altına gömdüm.

"Çekil."dedi beni kırmaktan korkar bir sesle. Ben ona gitmemesi için yalvarıyorken, o bana yolundan çekilmem için yalvarıyordu.

"Bak bana,"elimi kaldırarak yanağına yerleştirdiğimde gözlerini sertçe yumdu. "Lütfen benden kaçma. Bırak acını beraber yaşayalım. Bırak yükünün yarısı, benim omuzlarıma çöksün. Taşırım ben. Yemin ederim sesimi bile çıkartmam. Yeter ki gitme..."

"Yalnız kalmaya ihtiyacım var. Anla."

"Anlıyorum."dediğimde hızla gözlerini açarak yanağına yerleştirdiğim elimin bileğinden tutarak kendinden zorlukla uzaklaştırdı. Bunu istemiyor olmasına rağmen benden kopuyordu.

"Anlamıyorsun." Kızıyordu. Biliyorum, bana değildi öfkesi. Kendini suçluyordu. "Orada bana yaptıklarına ağzımı açmadım ben. Suskunluğuma gömüldüm. Acımı içime gömdüm. Tek düşüncem kız kardeşim ve kuzenimin benim çektiğim acıyı çekmemiş olmasıydı. Ama benden beterini yaşamışlar... Ekrem anneme dokundu, dostu-"deyip sustu. Kızıl bir çöl ateşinde yanan gözleri doldu tekrar. Öfkeyle dişlerini sıkarken sesli bir soluk vererek elini bileğimden yavaşça çekti.

"Düşünürsem deliririm." Dedi boğuk bir sesle soluk soluğa. Daha fazla evin içinde kalamıyormuscasına etrafı süzdü.

"Düşünme o zaman. Yalnız kalma..."

"Bana zaman ver."dedi dakikalar sonra koyu gözlerini nemli gözlerime yerleştirerek. "Öğrendiklerimi öylece yutamam. Bu çok ağır..." Ağlamama dayanamıyormuş gibi yaklaşarak elinin tersiyle yanağımı okşarcasına akan damlaları sildi. Yine de pes etmek istemedim. Öylece gitmesine izin veremezdim ki.

"O ağırlığın altından beraber kalkabiliriz, bunun için elimi tutman yeterli." Yoğun duygularıyla harmanlanan irisleri yüreğime akarken titreyen dudaklarımdan boğuk bir hıçkırık kaçtı. "Hem ne demiş Mevlana, 'Dibi yosun tutan denizlerle ilgilenme, sen dağları seyret. Yenik düşüyorsan özlemlerine aldırma, kalbindeki o uçsuz bucaksız sevgiyi hisset,"derken ona yaklaştım. Titreyen elimi kalbinin üzerine yerleştirdim ve ağlayarak devam ettim cümlelerime. Bir umut, belki gitmez diye." Işıklar sönmüşse ve karanlıksa ona da aldırma, ay ışığını seyret. Sabret... Sabret ki her şey hissettiğin kadar derin ve sonsuz olsun.
Sabret ki her şey gönlünce olsun..."

Başını iki yana salladı acı çeker gibi. Gitmekte o kadar kararlıydı ki, gözden çıkarılan sadece benim olmam ruhuma batırılan iğne misali can yaktı. Zihni hızlı çalışıyordu. Öyle ki kısacık zaman diliminde planını yapmış ve şimdi harekete geçiyordu. Oysa peşinden gelmeye ne kadar hevesliyim görmüyordu. Belki de görmezden geliyordu.

"O notda Ömür'ün ölmediği yazıyordu. Kenan dayıma ölüsü değil, kanlı kıyafetleri gelmişti. Meral ve Ömür yaşıyorsa birlikteler demek oluyor bu." Çıldıracak gibi başını sallayarak benden uzaklaştı. "Delirmemi istiyorlarsa delireceğim. Kan dökmemi istiyorlarsa eyvallah, onu da dökerim... Ama bu işi kökünden halletmeden sana gelmeyeceğim..."

Zihnim söylediklerini tek tek süzgeçten geçirirken, onun beni öylece koridorun ortasında bırakıp gitmesini kabullenemedim. Hızla uzaklaşmıştı ve bir kez bile dönüp bakmadan merdivenlerden indikten sonra gözden kaybolmuştu.

Ben mi? Yakınlığını iliklerime kadar hissettiğim adamın bir o kadar uzaklığıyla sınandım. Sanki elimi uzatsam dokunacağım ama hissedemeyeceğim. Seslensem duyacak gibi ancak dönüp bakmayacak kadar sağır. Yüreğimin sızısını hissediyor mu peki? Canı farklı şeylerle meşgulken bana sıra gelir miydi? Sevdiğim adamın yokluğunu tadarken varlığının somutluğunu yaşıyordum. Dizlerim ruhuma kadar yüklenen acıyı taşıyamayarak parke üzerine çöktüğünde hıçkırarak ağlamam yakarışlarımın bir parçası oldu. Gitme dediğim halde bırakıp gitmesi bu kadar kolay mıydı? Acısını anlayabilirdim ancak benden vazgeçmesini anlayamıyordum. Güldüremediğim hayatını alıp gitmişti benden.

'Gittiğin yerler beni unutturmasın sana gece gözlü adam..'

Geri döndüğünde umarım her şey eskisi gibi olurdu.

"...Ve kimse bilmiyordu dışarıda bir çöküşün daha olduğunu. Paketi teslim aldıklarından itibaren adım adım izlenildiklerini. Miraç Uluhan'ın yıkılışına şahitlik eden, döktüğü her damla gözyaşında harap olan, çaresizliğini yüreğinde hisseden. Videonun en basından beri onları bahçeye açılan boydan camların ardından izlerken, bir kez daha tatmıştı yaşadığı acıyı. Duyduğu her cümlenin yakarışlarına kulak tıkamak isterken, zihninin açtığı yara kabuslarına musallat oluyordu. Beş yaşındaydı o zamanlar, ama hiçbir sey o anları unutturamazdı. Kim unutabilir ki? Öncelikle gece karanlığına sığınan uykusu izin vermezdi buna. Çığlıkları kulaklarında çınlarken, canının ne kadar çok yandığını tekrar tekrar hissediyordu.

Meral Uluhan, abisini kendi elleriyle uçurumdan aşağı atmıştı. Kendi için zor bir şey yapsa da pişman değildi. Onun da bilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bunca zaman bile beklemek öylesine zorken, bu fırsatı elleriyle geri tepemezdi. Dökülecek kanlar çoktan tenine bulaşmışken, işin ucundan dönemezdi. İstediği tek bir şey vardı şimdi. Tüm gerçeği ayrıntılarıyla birlikte abisine göstermek. Canı yana yana bunu yapması, utancını yerlebir ediyordu. Utanması gereken kendi olmaması gerektiğini bile bile yinde de yapamadı. Bir cesaret göstergesiyle abisinin karşısına çıkamadı.

Evin alarm şifresini bile kendi ve Ömür'ün doğum tarihini yapan adama sığınmak isterken, dolu dolu gözlerinin önünden hızla çekip gitmesini seyretti. Kendisini göremeyecek kadar düşüncelere boğulduğu kararmış gözlerinde yansıyordu.

'Dur.'demek vardı dilinin ucunda. Tüneyen her bir kelimenin sivri ucu kalbini eşeliyordu. 'Ben buradayım abi...' Yüreği bas bas bağırırken, titreyen dudakları tek kelime edip seslenemedi ardından. 'Sana ihtiyacım var. Beni kollarına alıp sarmana ihtiyacım var. Gör beni abim... Ben karşına çıkacak cesareti bulamazken, sen gör beni. Acımın sebebini öğrenmişken, öylece çekip gitme. Dön arkanı, bir bak. Hemen arkandayım oysa. Sen bu kadar dikkatsiz olamazsın ki. Utancıma sebep olan öğrendiklerin miydi seni böyle dikkatsiz yapan? Yaktılar bizi abiciğim. Dokundular bana. Pis elleriyle kirlettiler küçük bedenimi. Çocukluğumu çaldılar benden. Acımadılar hiçbirimize abim. Duymadılar çığlıklarımızı. Diri diri ateşe attılar, dörtbir yana savurdular küllerimizi. Belki senden daha az bir süre kaldım orada ancak daha az acı çekmedim. Sahi? Biz kimin bedelini ödedik ki? Çektiğimiz acıya eş değer ne hata işledik? Her çocuk kadar masumduk oysa. Her çocuk kadar güçsüz. Biraz hayalperest olabilirdim ben. Ama bu hayallerimi yıkmalarına sebep değildi ki? O yüzden gitme abiciğim. Şimdi değil. Bizi kanattıkları kadar kanatma zamanıydı. Yaktıkları kadar yakma zamanıydı ve bunu beraber yapacağız abim. Gidemezsin...'

* * *

İki gün oldu. Aynı ızdırap. Aynı çaresizlik peşimi bir an olsun bırakmadı. Oturup dul kadınlar gibi yas tutacak reddeye gelen bedenimi dinç tutan Dilâ'ya içimden beddua ederken, dilime dökemediklerimin serzenişleri yüreğimin bir isyanıydı.

Kızıyordum ona. Beni öylece bırakıp gitmesinin nedenini bilsem de kızıyordum. Ve kırgındım. İki gündür tüm aramalarıma dönmeyen adama fazlasıyla kırılmıştım. Yüreğimin ortasında bir çatlak habersiz geçen her dakikada büyüyor gibiydi. Böylesine terk edilmeyi hak etmemiştim oysa. Her şeyi boş verdim, bir mesaj atacak kadar hiç mi düşünmüyordu beni? İyiyim demek çok mu zordu? Benim onu merak edeceğimi biliyorken, böylesine düşüncesiz olamazdı. Acımdan vuruyordu beni. Kimsesizliğimle yakıyordu canımı ya, en çok da buna kırılmıştı yüreğim.

"Allah aşkına yeter. Sana baka baka içim karardı. Kahvenin telveleri bile için kadar karamsar. Baksana şuna."

Dilâ elinde evirip çevirdiği kahve fincanını bana gösterdiğinde omuz silkerek camdan ardından caddeye çevirdim bakışlarımı. Sabah, evin dışında gördüğüm siyah cam kaplı lüks araba karşı caddede tekrar görünmüştü gözüme. Şaşırmaktan uzak umursamaz bir bakışla gözlerimi farklı yerlerde dolaştırdım. Öyle ki Dilâ ile birlikte çok beğendiği dükkanı incelerken, şaşkınlığımdan sıyrılıp çıkmıştım çoktan. Şu an ise bir kafedeydik. Cam kenarında oturmuş dakikalar önce biten kahvemi ters çeviren Dilâ'nın amaçsızca fal bakmasının umursamazlığını yaşıyordum. İki gündür böyleydim. Evde onu bekliyor, birkaç atıştırmalık dışında yemek bile doğru dürüst yemiyordum.

Buraya ise Dila sayesinde gelmiştim. Sabah saatlerinde beni arayıp geniş, çok güzel bir dükkan beğendiğini ve bunu benimde görmemi çok istediğini ufak çaplı yalvarışlarıyla ikna ettiğinde soluğu onun yanında almıştım. Beğendiği dükkanı şuan sorsanız hatırlamayacak dolu bir beynim vardı. O dükkanı neye çevireceğini söylediğine rağmen tahmin bile yüretemeyecek bir çöküşteydim. Şimdi ise güneş hafiften kendini gizlemeye başlarken, biz soluklanmak için girdiğimiz ufak bir kafede saaatlerdir boş boş oturuyorduk.

Diğer yanım öyle bir psikoloji içerisindeydi ki, ruh halimi çözmekte zorlanmadan bir kitap gibi anlıyordum. 'Git,' diyordu bana. 'O seni bırakıp gitti, sende onu bırakıp git. Döndüğünde seni bulamasın.' Ancak bu o kadar kolay değildi. Miraç Uluhan istediği an beni bulması saatlerini almazdı. O yüzden evden bile ayrılamıyordum. Sadece bekliyorum. Doğru zamanı.

"Yemin ederim çekilmez bir kadınsın." Kaşlarımı çatarak ona döndüğümde oflayarak elindeki fincanı masanın üzerine bıraktı. "Elbet geri gelecek kızım. O zorba adamdan bahsediyoruz. Seni bırakmasının mutlaka bir sebebi vardır. Belki de gideceği yer tehlikeli ve seni tehlikeye atmak istemiyordur. Sonuçta adamın işi belli, gücü belli, düşmanı belli. Ay yok, düşmanı belli olmayabilir. Aman neyse, gelsin bir o zaman devran sana döndü demektir. Alırsın bir güzel intikamını. Gül gibi kadınsın yani, iki kaş göz oynatsan adamı köle yapacaksın ama sende iş yoksa benim de suçum yok. Bak bana, bakışlarıma bile dayanamayan bir Emre'm oldu. Gerçi ben ona nasıl çekildim hala bilmiyorum sonuçta o esmer ve biliyorsun ben esmer erkeklerden pek hoşlanmam. Ama işte şu salak kalbim yaptı bir hata gitti esmer, kara bir adama tutuldu. Yani benimkisi aslında bir hoşlantıdan ibaret ama sanırım o bana fazlasıyla bağlandı. Tabii sevilmeyecek kız değilim, bunu gördü bırakır mı?"

Soluksuz döktüğü cümlelerini şaşkınlıkla izlerken nasıl dakikada bu kadar kelime ürettiğini bir türlü çözemedim. Dili susmak bilmiyor değil, aklına gelen kelimeleri düşünmeden döküyordu. Ve biz ne ara Emre konusuna gelmiştik? Kafamın karışıklılığıyla ona baktığımda neyseki gülmekle yetindi.

"Siz ne zaman bu kadar ileri gittiniz diye sormayacağım."dedim yüzümü buruşturarak. Ve bir diğer bilgi aklımda canlandı. Dilâ kendini her şeyden çok seviyordu. Bunun da sebebini biliyordum lakin şu an da hatırlamakta zorluk çekiyordum. Sanırım babasıyla alakalıydı.

"Sorma zaten. Ben bile bilmiyorum." Kıkırdayarak güldüğünde başımı onu kınayan bir ifadeyle iki yana salladım.

"Doğan,"dediğimde yüzündeki tebessüm birden soldu ve kaşları çatıldı. "Gerçekten abin mi?" Hala bu şaşkınlık zihnimin bir köşesinde yerli yerinde duruyordu. İsteksizce başını salladı.

"Ondan bir büyük abim daha var. Yani iki abim var. Yıllardır konuşmuyor, görüşmüyoruz. Ne onlarla ne de annem olacak o kadınla."

"Neden?"diye sordum. Bu konuya değinmem onun hoşuna gitmese de benim kafamı dağıtmaya ihtiyacım vardı.

"Babamdan boşandığında biz henüz küçüktük. Ama iyi hatırlıyorum. Mahkeme velayetleri dağıttığında beni babama, iki abimi anneme teslim etti. Ondan sonra annemi birkaç defa dışında görmedim. İki haftada bir onda kalmam gerekirken mahkemeden bir ay sonra birden çekip gitmesi beni hayatından sildiğini gösterdi."

"Ama Doğan'ı hemen tanıdın?" Eğer o zamanlar küçükse şimdi nasıl birbirlerini görür görmez tanıdılar? Dudaklarında alaylı bir gülüş peydahlandı. Yeşil gözlerindeki hüzünün ise saklanılacak bir yanı yoktu.

"Aradan geçen birkaç yıl sonra geri döndü annem. Sözde beni görmeye gelmişti ama geç kaldığı ve unuttuğu bir şey vardı. Ben büyümüştüm ve babam yeniden evlenmişti. Doğan ve Serkan abim, beni almaya çalıştılar babamdan. Hatta kaçırmaya kalktılar. Buna izin vermedim, çünkü ben babamı asla bırakmazdım. Taşınmaya karar verdik babamla ve bir haftaya kalmaz o mahalleden taşındık. Ondan sonrasında bir daha görmedim hiçbirini. Ta kii, şimdiye kadar."

Sonrası malum olaydı. Babalarının şu an hapiste olduğunu duymuşlardır muhtemelen. Buna karşın annesi, kızını yanında istiyordu ancak Dilâ'nın yıllarına biçilen annesizlik kaderi onu bazı şeylere kırgın kılmıştı. Bu yüzden babasına bağlıydı. Onu terketmeyen, onu sevip kollayan bir tek babası vardı. Ve sanırım bu yönden çok şanslıydı. En azından babası onun kılına zarar gelmesine müsaade etmeden sevilmeyi hissettirerek büyütmüştü. İkinci karısına ezdirmeden, dokundurtmadan.

"Onlarla konuşmayı düşünmüyorsun?" diye sorduğumda omuz silkerek başını iki yana salladı.

"Hayır."

"Ama Doğan çok iyi biri. Eminim geçerli sebepleri vardır. Yoksa neden kız kardeşini öylece bıraksın ki?"

"O bırakmadı zaten. Bunu yapan annemdi." Yeşil gözleri buğulandı. "Sadece, hiçbirini görmek istemiyorum. Bu yüzden benim isteğimle, babamla birlikte onlardan kaçtık." Derin bir nefes alarak gülümsedi. "Neyse, ben tekrar çikolatalı pasta sipariş vereceğim. Sen de istiyor musun?"

"Hayır. Geç olmadan gitmeliyim, hava kararıyor." Bakışlarım camın ardından görünen gökyüzüne çevrildi. Yağmur yağacak gibi bir hava vardı. Bulutlar kara perdelerini üzerine çekmiş yeryüzünü örtüyordu.

"Evde bekleyenin varmış gibi konuşmasana." Homurdanarak garsonu çağırdığında gözlerimi devirdim. "Hem birkaç güne kalmaz bende evden ayrılacağım. Dükkanın üzerindeki dairede kalırım. Kira ödemeye gerek yok, daire de tam benlik. Balkonu bile ferahlatmaya yeterli. Bana yardımcı olursun değil mi? Tek başıma üstesinden gelemem, yardımına ihtiyacım olacak. Bir de birkaç saksı çiçek alalım diyorum. Balkonuma yerleştiririm, hatta masa üzerine ufak saksıda çiçekler bile yerleştirebiliriz..."

Hayaller alemine dalan arkadaşıma hiç dokunmadan yün hırkamı üzerime giyerek çantamı aldım. İçerisi gayet hoş olsa da dışarısı esmeye başlamış gibi görünüyordu. Hava bile içimdeki karamsarlığa eşlik eder gibiydi. Gri bir gökyüzü, kasvetli hava ve boş hisler. Sıkıntılı bir nefes çekmemin ardından Dilâ ile vedalaşarak kafeden ayrıldım.

Kaldırım üzerinde eve doğru yürümem saatlerimi alacak olsada umursamadım. Böyle havalar beni korkutuyordu. Yağmurlu, yıldırım dolu gürültülü sesler bana her zaman felaketin habercisi gibi geliyordu. Çantamdan telefonumu çıkararak bir umut onu tekrar aradım, belki açar diye. Ancak bu kez farklı bir sey oldu. Hayır, aramaya yanıt vermedi ama bu kez ulaşılamıyor sesi yankılanıyordu kulağımda. Normalde telefonu çalıyordu ve tüm aramalarımı duymazdan geldigini biliyordum.

Ancak şimdi. Ulaşılamıyor...

Dalga geçer gibi güldüm kaldırım ortasında ve umutsuzca yoluma devam ettim. Eve on dakikalık bir mesafe kalmıştı. İki gündür ortada olmayan adamın içimdeki sıkıntıyla birlik olup beni böylesine kıvrandırmasına dayanamıyordum. Kim bilir nerdeydi? Başı dertte olabilir miydi? Belki de bu yüzden telefonu kapandı ve en kötü olansa kimse yerini bilmiyordu. Emre onun buradaki işleriyle ilgileniyorken ve aramalarıma yoğunluktan tek tük cevap verirken, Miraç'ın yanında hiçbir korumasının olmaması içimdeki huzursuzluğu katlıyordu. En azından tek başına gitmesi gerekmiyordu!

Kaldırımdan inip karşıya geçeceğim sırada yaşadığım dalgınlıktan olsa gerek hızla gelen arabayı neyseki son an da farketmiştim. Hızlanan kalbimle birlikte tekrar kaldırıma çıktığımda gürültülü bir korna sesinin ardından araba iki adım ötemde ürkünç bir fren sesiyle durdu. Yutkunarak saniyeler içinde yaşadığım adrenalin etkisi yaratan kazadan kurtuluşuma içimden büyük azarlar çektirdim. Sadece saniyeler sürmüştü. Eğer farketmeseydim belki de süratle üzerime gelen arabanın altında kalacaktım.

Derin ve sık nefesler alırken duraksayan pahalı olduğu her halinden belli olan parlak gümüşi renk arabanın şöför kapısı aralandı. İçinden herhangi bir yabancı çıkmasını bekliyordum. Böyle tenha yerde ve kararan havada seyrek arabalar geçip gidiyorken, tanıdık birinin olmasını kesinlikle beklemiyordum. Ancak öyle olmadı. Arabadan inen adam, tek günlük çalıştığım ve o gecenin sonunda restoranttan bir ceset çıkmasına sebep olduğum iş yerinin patronuydu. O geceyi unutmamı engelleyen bir ölüm ve vahşet yaşanmışken, buna sessiz kalan kişilerden biri de Ufuk beydi. Ve şu an tam olarak karşımdaydı.

Şaşkındım. Böyle bir yerde onunla karşılaşmayı kesinlikle beklemiyordum. Belki de buralarda bir tanıdığını ziyarete gelmişti? Olamaz mıydı? Hatırladığım kadarıyla gayet kibar, hoş bir beyefendi. O an bir ses yankılandı zihnimde. Miraç. Ufuk bey ile konuşmamı kesin bir dille yasaklıyordu, yolda görsem bile selam vermeden uzaklaşmamı bizzat tehdit içeren cümlelerle dile getiriyordu. Sertçe yutkundum.

"İyi misin?... Beni duyuyor musun?" diye sorduğunda kaşları çatılmıştı. "İyi değilsin. Hastaneye götürmemi ister misin?"

"U-Ufuk bey?" Şaşkınlığımdan kurtulmaya çalışarak gözlerimi kırpıştırdım. Yeşil gözleriyle dikkatle beni süzen adam bir hasar tespiti içerisindeydi. Kumral saçları alnının üzerine dökülürken gri takım elbisesinin içinde gerçekten çok iyi görünüyordu. Ve sesi. Bende garip hisler oluşturan sesini çok daha öncede duymuşum gibiydim. Hatırlamak istiyor ve bunda fazlasıyla zorlanıyordum.

"Ben, iyiyim."dedim sonunda başımı kaldırıp gözlerine bakarken.

"Özür dilerim, telefonla konuşuyordum ve bir yere yetişmeye çalışırken seni görmedim. İnanamıyorum! Az kalsın sana çarpacaktım." Kendine kızarcasına söylenmeye başlayan adamın düşüncesine hayret ettim. Aslında burada suçlu bendim. Yola bakmadan karşıya geçmeye çalışmam tamamen benim hatamdı ama yine de tüm suç kendininmişcesine af diliyordu bu adam. Hafif bir tebessüm ettim.

"Bende dalgındım, yolu kontrol etmeden karşıya geçmeye çalıştım." Mütevazi bir tavırla gülümsemem hoşuna gitmis gibi rahatlayarak gülümsedi. "Neyse ki kötü bir kaza olmadı."

"Buna ne kadar sevindiğimi bilemezsin. Böylesine güzel bir kadına kalıcı hasar vermek beni derinden sarsardı."

Yaptığı iltifat içerikli cümle utanmamı sağlarken, başımı eğerek boğazımı temizledim. Eski patronum kesinlikle kadınlarla nasıl konuşulması gerektiğini iyi biliyordu. İltifatlar ve karşındakini kırmaktan çekinen yapısı insanı ister istemez ona karşı mahçup kılıyordu.

"Artık işe gelmiyorsun,"dediğinde tekrar ona baktım. Anlayışlı bir tavırla gülümsedi. "Anladığım kadarıyla eşin izin vermiyor. Ancak haklı, sen hizmet etmeye değil, edilmeye layık birisin."

"Yanlış anlamazsanız bir şey soracağım."derken aklımdaki soruyu sorup sormamak arasında kararsız kaldım. Öyle ki bir daha ne zaman karşılasabilirdim ki bu adamla?
Başını, 'Buyur,' der gibi eğdiğinde, "Beni işe aldığınızda kim olduğumu biliyor muydunuz? Yani, Miraç Uluhan'ın eşi olduğumu?" Sanki bu soruyu soracağımı tahmin etmiş gibi derin bir soluk alarak tekrar gülümsedi.

"Belki bana inanmayacaksın ama kesinlikle hayır, bilmiyordum. Ben bu işlerin arasında yeniyim ve masadaki her adamın eşlerinin isimlerine kadar inceleyecek bir zamanım olmadı."

Anladığımı belirtmek ister gibi başımı salladım. Miraç aksini söylemişti oysa. Beni tanıdığını, bile bile işe aldığını. Ama bu işlere yeni başlayan biri neden Miraç'tan intikam yahut bir gösteri amaçla beni kullansın ki? Hem o restoranı bulup işe girmek isteyen bendim ve bu adam yalan söyleyecek birine benzemiyordu.

"Aslında işi sevmiştim, ta kii gecenin sonuna kadar."

"Kimse iş yerinin kana bulanmasını istemezdi." Buruk bir tebessüm sunduktan sonra elindeki saate baktı ve aklına bir şey gelmiş gibi gözlerini gözlerime dikti. "Buarada zaten sana ulaşmaya çalışıyordum. O gece odama girip kasamı kurcalayan birileri olmuş. Biliyorsun ki, gelen misafirlerin özelliğinden dolayı gizli kameralar durdurulmuştu ve bu yüzden odama girenin kim olduğunu bulamadık. Şimdi benim acilen yetişmem gereken bir yer var. Rica etsem telefon numaranı alabilir miyim? Sana sormam gereken birkaç şey var."

Gelen soruyla kalakaldığımda ne yapacağımı bilemedim. Miraç vardı aklımda. Onunla kesinlikle konuşmamı bile istemezken şimdi de telefon numarama kadar ileri gidecektik. Hayır, bunu Miraç'a inat yine yapabilirdim sorun bu değil. Ama bunu bende istemiyordum. Tamam iyi, hoş, kibar ve düşünceli bir adamdı ancak başka bir şey daha vardı bu adamda. Çözemediğim farklı bir şey.

"Ben... Şey, aslında-"diye mırın kırın ederken, "Lütfen, inan burada kalıp seni ikna etmeye çalışırdım ama çok acelem var." Elimde duran telefonu bir anlık bir şaşkınlıkla gelen donuklukla çekip alan adam saniyeler içinde kendi telefonunu çaldırdığında memnuniyetle gülümsemişti. "Bunun için senden daha sonra özür dilerim."

Söylediklerini henüz tamamen bitiremeden sert bir fren sesiyle farklı bir araba yanıbaşımızda durduğunda Ufuk bey telefonu elime yerleştirdi. Yüzündeki o tebessüm bir an olsun eksilmiyorken, şimdilerde o gülümsemenin yerinde yeller esiyordu. Yanımızda duran simsiyah arabadan inen kişi ise şaşkınlığımı daha da çoğalttığında, o indiği arabanın kapısını sertçe kapatarak bana tek bir an bile bakmadan yanımıza yaklaştı ve Ufuk bey ile aramıza girerek karşısına dikildi.

"Bir sorun mu var?"diye sordu dik başlılıkla.

"Hayır,"dedi Ufuk bey bakışlarına karşılık vererek. Birbirlerine öyle bir bakıyorlardı ki sanki her an bir kavga çıkacak, kan asfalt üzerine dökülecek gibiydi. "Bende gidiyordum."

"İsabet olur. Uza hadi."

Bana kısa bir bakış ardından arkasını dönerek kendi arabasına ilerleyen Ufuk bey, dakikalar içerisinde arabasına binerek gözden kayboldu. Korktu mu bilmiyorum ama şu an hafiften korkmaya başlayan tek kişi olmak hiç hoş değildi. Kendimi tilkilerin arasında kalmış bir kuzu gibi hissetmem normal miydi? Bir cengaver misali önümde bariyer oluşturan adam usulca bana doğru döndüğünde kaşları çatık olmasına karşın gözleri fazlasıyla boştu. Yutkunarak bir adım geri çekildim.

"O adamdan uzak durmalısın." Çenesinin ucuyla çekip giden adamın yolunu işaret etti. Kime güvenecektim peki ben? Beni ortada öylece bırakan Miraç'a mı? Yoksa şimdi nerden geldiğini bilmediğim Ragip'e mi?

"Ayrıca Miraç ortalıklarda yokken dışarı çıkman senin için iyi değil."

"Sabahtan beri beni takip eden sendin?"dedim arabasına kısa bir göz atarak. Farketmediğimi sanıyordu ancak evden çıktığım ilk andan itibaren bunu hissetmiştim. Sadece bir anlık zaman diliminde kaybolmuştu ama şimdi yine buradaydı.

Takip edildiğimi biliyordum. Bunu tahminen Miraç'ın ayarladığını filan sanıyordum ancak şimdi düşüncelerim tamamen değişmişti. Miraç beni koruması için Ragip'i görevlendirmezdi. Beni emanet edecek kadar güvenmediğini söylediğinde Ragip'den uzak durmamı, mecbur kalmadıkca yalnız kalmamamı belirtmişken, beni koruması için neden onu görevlendirsin ki? Bir terslik var gibi geldi o an bana. Kaşlarım çatıldı.

"Tamamen koruma amaçlı,"diye ifadesiz bir sesle mırıldandığında elimdeki telefonu çantama atarak tekrar ona döndüm.

"Miraç, beni korumak için seni görevlendirmez." Kendimden emin çıkan sesimle bakışları bir an değişir gibi olsada boş boş bakmaya devam etti.

"Onun görevlendirdiğini söylemedim." Söyleyebileceği tek cevap bu muydu? Yoksa istediği benim ondan korkmam mı?

"Gerçekten amacın ne senin? Beni korumak sana mı kaldı? Ayrıca kimsenin beni korumasına ihtiyacım yok."

"Amacım sadece seni korumak." Basınçlı bir cümlenin ardından bu işten sıkılmış gibi sesli bir soluk vererek etrafa bakındı ve aramızdaki iki adımlık mesafeyi kapatarak boyundan ötürü olsa gerek üzerime eğildi. Öfkelenmiş gibi bir ifade oluşmuştu yüz hatlarında."Şu an ortalık tahmin edemeyeceğin kadar karışık. Miraç ortada yok, Emre desen dosyalara gömülmüş durumda. En ufak bir hata, gözden kaçırılacak tek bir hata bütün planı yerle bir eder."

"Ne planı?"dedim yakınlığından rahatsız olarak bir adım geri giderek.

"Arabaya geç ve mümkünse Miraç dönene kadar evden çıkma." Arkasını dönüp beni beklemeden arabaya ilerleyeceği sırada dilime gelen soruyu hızla sordum.

"Miraç'ın nerde olduğunu biliyor musun?" Bana dönme zahmetinde bulunmadan, "Arabaya geç."dedi bir şeyden rahatsız olmuş gibi.

Dudaklarımı aralayıp tekrar konuşacağım sırada vazgeçerek derin bir soluk aldım. Uzatmanın alemi yoktu. Yerini bilsem ne olacaktı ki? Yanına gitmeme bile izin vermezdi. Pes ederek arabaya doğru ilerledim. Zaten az bir mesafe kalmıştı ki o kısa zaman içerisinde benim ürkeceğim bir şey yapacağını sanmıyordum. Hem ne yapabilirdi ki? Beni korumak istediğini söylüyordu. Kimden, neyden bilmesem de bir an önce eve gitme derdindeydim. Ve zihnim bunca yorgun ruhumun bir parçasını taşırken normal düşünemiyordum.

Arabanın arka kapısını açtığımda hemen arkamdan geliyordu. Elim kapıda kısa bir an ona bakma gafletinde bulunurken, kısık bakan gözlerini bir yere dikmiş olduğunu gördüm. Sağ taraftaki yolun ucuna diktiği gözlerini takip ederek neye bu kadar dikkat kesildiğine bakacağım sırada birden ifadesiz çehresi değişti ve ben ne olduğunu anlamadan, "Eğil!"diye bağırdı.

Kükrercesine bağırmasına eşlik eden hareketleriyle kapısı açık arabanın arka koltuğuna sırt üstü itildim. Aynı saniye içerisinde silah seslerinin etrafta yankılanmasıyla dudaklarımın arasından bir çığlık döküldüğünde korkuyla kollarımı yüzüme siper etmiştim. Arabaya temas eden birkaç kurşunun vızıltılı sesini duymuştum. O an arabanın arka camı çatırdadı. Kollarımı hafifçe çekerek uzandığım koltuktan kıpırdamadan ne olduğuna baktığımda birkaç saniye sonra bir kurşun darbesi daha alan camlar patlayarak üzerime doğru sıçradı. O an öyle bir çığlık attım ki, yüreğimin korkulu nidası soluğumu kesmişti.

Yüzümün cam parçalarıyla dolmasını istemediğimden hızla tekrar kollarımla siper aldım. Korkumun büyük izi zihnimi kuşatmış dehşete düşmüştüm. Ancak birkaç ufacık cam parçası haricinde yüreğimi ağzıma getiren farklı düşünceler beklediğimin aksine bedenime temas etmedi. Zihnimin her köşesinde ayrı bir olay yaşanmış, bana önsezi sunmuştu. Büyük cam parçaların vücudumu deşmesini bile beklemişken birkaç tane haricinde bedenimde başka bir acı hissetmedim. Onlarda zaten saçılarımın arasına ve kulağımın dibine düşmüştü.

Silah sesleri uzaklaşarak tamamen kesildiğinde hafif bir ürpertiyle ağır bir şekilde kollarımı indirerek kahverengi gözlerimi her detayı portrelemesi için etrafta gezdirdim. Yahut gezdirmeye çalıştım.

Çünkü gözlerimi açar açmaz bir karış santim ötemde üzerime eğilmiş, kendini camlar ve benim arama kalkan görevi kılan Ragip ile göz göze geldim. Bakışlarını anlatamayacak kadar korkmuş olduğum şu dakikada onun boynundan üzerime akan koyu sıvıyı farketmem uzun sürmedi.

İşte o an anladım Ragip'in, 'Koruma amaçlı,' dediği cümlenin altında yatan tehlikeyi...

* * *

BÖLÜM SONU...

*Bölümle ilgili yorumları alalımmmm :") Nasıldı?

*Sizce Miraç nereye gitti? Tahmini olanlar? (Gelecek bölüm tamamen onun nerede ve ne yaptığı anlatılacaktır.)

*Spoi gibi olmasın ama şunu belirtmek istiyorum. Ragip ve Zeliş arasında yasak bir aşk yaşanmayacak. Ragip ile ilgili söyleyeceğim tek sey bu. Ama merak ediyorum. Böyle bir şey ister miydiniz? Yorumlarınızı tek tek okuyacağım ❣

🖤🖤Sizleri Seviyorum🖤 Allah'a emanet olun🖤🖤

....

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro