2. Bölüm
Seksen günde dünya turu Reform klübü üyeleri arasında büyük bir heyecan uyandırdı. Bu heyecan, muhabirler ve gazeteler yoluyla tüm Londra'ya yayıldı. Gazetelerde büyük tartışmalar çıkıyor, bunun delilik olduğu yazılıyordu. Phileas Fogg'un tarafını tutanlar yavaş yavaş vazgeçiyorlardı.
Yolculuğun yedinci günü Londra Polis Müdürü şöyle bir telgraf aldı:
Polis Müdürü Rowan'a
Şu anda Süveyş'teyim. Bankayı soyan Phileas Fogg'u izliyorum. Tutuklama emrini Bombay'a gönderin.
Dedektif Fix
Bu telgraf, ani bir etki yaptı. Fogg'un klüpteki resmi, hırsızın temsili resmine aynen uyuyordu. Herkes, Phileas Fogg'un İngiliz polislerinden kurtulmak için bu yolu seçtiğini düşünüyordu.
Süveyş'le Aden arası tam tamına bin üç yüz on mildir. Mongaila'nın kazanları iyice ateşlendiği için gemi, Aden'e yüz otuz sekiz saatlik bir zamanda varacaktır.
Kızıldeniz'in saati saatine uymaz. Çoğu zaman fırtınalıdır. İşte Mongalia, bu rüzgârda dehşetli sallanıyordu.
Phileas Fogg bunlara hiç aldırmıyor, yeni edindiği kâğıt meraklısı arkadaşları ile oyun oynuyordu. Paspartu kamarasında gününü gün ediyordu. Sonra nedense Bombay'da bu serüvenin sona ereceğini düşünüyordu. Süveyş'ten kalkışlarının ertesi günü, yani 29 Ekim'de gemi, Mısır'a uğradığı sırada güldüğü kibar kişiye yine rastlayınca bayağı sevindi.
Adamın yanına yaklaşıp sevimli sevimli gülümseyerek:
"Süveyşteyken bana siz kılavuzluk etmiştiniz, değil mi efendim?" diye sordu.
Polis hafiyesi: "Ha, evet..." dedi. "Ben de seni hatırladım. Sen de o acayip İngiliz'in uşağıydın, değil mi?"
"Evet, ta kendisi Bay... Bay..."
"Fix."
"Evet Bay Fix, vapurda sizinle karşılaştığımda çok sevindim. Yolculuk ne tarafa?"
"Ben de sizin gibi Bombay'a gidiyorum."
"Aman ne iyi. Daha önce buralara gelmiş miydiniz?"
"Çooook. Ben bu şirketin acentesiyim. Peki, Bay Fogg nasıl, iyi mi bari?"
"Çok iyi Bay Fix. Ben de iyiyim... Kıtlıktan çıkmış gibi yemek yiyorum. Deniz havası yaradı galiba? Bu gezi Bombay'da sona ereceğe benziyor."
"Evet ama efendini hiç güvertede göremiyorum."
"Güverteye hiç çıkmaz ki. Meraklı değildir de..."
"Biliyor musun Paspartu, bu sözde seksen günlük dünya turunun altında gizli bir şey var gibi geliyor bana... Mesela diplomatik bir görev filan gibi."
"Bay Fix, doğrusunu isterseniz benim de bir şey bildiğim yok. Sonra, aldırdığım da yok buna..."
O karşılaşmadan sonra Paspartu'yla Fix, sık sık buluşup konuştular. Fix, sırası gelince bu ahbaplıktan yararlanabilirdi. Mongalia, Aden'e 15 Ekim sabahı gelecek yerde, 14 Ekim sabahı gelmişti. On beş saatlik bir kazancı vardı. Bay Fogg'la uşağı karaya çıktılar. İngiliz centilmen, pasaportunu vize ettirdi. Fix sezdirmeden peşlerine takılmıştı. Vize işi bitince yarım kalan oyunun başına döndü.
Hint denizinde hava elverişliydi. Gemi, 20 Ekim günü saat dört buçukta Bombay rıhtımına yanaştı. Geminin Bombay'a 21 Ekim'de varması gerekiyordu. Oysa 20 Ekim'de gelmişti. İki gün daha kâr hanesine kaydetti. Kalküta treni tam sekizde hareket edecekti. Onun için Bay Fogg arkadaşlarına "hoşça kal" dedikten sonra vapurdan indi. Pasaport dairesine doğru ilerledi. Pasaport dairesinden çıktıktan sonra doğru gara gitti. Akşam yemeğini yedi. Bay Fogg'dan biraz sonra dedektif Fix de Mongalia gemisinden karaya çıkmış, doğru Bombay polis müdürünün yanına koşmuştu. Kimliğini gösterip hırsızlık yaptığından kuşkulanılan adamla ilgili durumu izah etti. Sonra da sordu:
"Londra'dan bir tutuklama emri geldi mi acaba?"
"Hayır, gelmedi."
Fix buna fena hâlde bozuldu. Bu sefer müdürden, Fogg'u tutuklamak için emir koparmak istediyse de bu isteği reddedildi.
"Bu kraliyet polisinin işi... Tutuklama emrini ancak orası verebilir..." dedi.
Fix, tutuklama emrini beklemekten başka yol olmadığını anlayarak ısrar etmedi. Fakat hırsız sandığı Phileas Fogg'u Bombay'da kaldığı sürece gözden kaybetmemeye karar verdi. Phileas Fogg'un şehirde kalacağından kuşkulanmıyordu. Zaten Paspartu da bu fikirdeydi. Bu yüzden Fix de kendisine bol zaman kalacağını sanıyordu.
O gün yerliler bir çeşit bayram kutlamaktaydılar. Pas-partu'nun bütün bu garip törenleri merakla izlediğini söylemeye gerek yok...
Bu sırada Paspartu, hem kendisine hem de efendisine zararlı olacak bir harekette bulundu.
Paspartu az önce sözünü ettiğimiz bayram gösterilerini seyrettikten sonra gara gitmeye hazırlanıyordu. O sırada Malebar Hill'deki o muhteşem tapınağın önünden geçti ve aksilik bu ya, "Gidip şunun içini de bir göreyim" dedi.
Fakat onun iki şeyden haberi yoktu. Bunlardan ilki, bazı Hindu tapınaklarına yabancıların gitmesinin kesin olarak yasak oluşuydu. İkincisi de Hinduların bile bu gibi tapınaklara girerken ayakkabılarını çıkarmak zorunda olduklarıydı. Hem İngiliz hükûmeti bu ülkenin dinsel inançlarına saygı gösterir, hem de başkalarını saygı göstermeye mecbur tutardı. Bu yasağa aykırı hareket eden kimse, kim olursa olsun, şiddetle cezalandırılırdı. Paspartu da kötü niyetle değil, meraklı bir turist gibi Malebar Hill'in içine girmişti. Brahman süsleme sanatının bu göz kamaştırıcı örneğini hayran hayran seyrederken birdenbire kendini yerdeki mukaddes döşeme taşlarının üzerinde buluverdi. Çok öfkeli oldukları anlaşılan üç rahip, üstüne atılarak ayakkabılarını, çoraplarını çıkardılar, sonra da bağrışarak zavallı uşağı dövmeye başladılar.
Paspartu, kuvvetli ve çevik bir gençti. Hemen yerinden fırladı. Bir yumruk ve peşinden de bir tekme sallayıp hasımlarından ikisini yere yuvarladı. Bunlar uzun etekli cübbeleri içinde debelenirken o da bacaklarının var gücüyle tapınaktan dışarıya fırladı ve peşine takılan üçüncü Hindu'yu epeyce geride bıraktı. Fakat adam hâlâ kovalıyor, üstelik bağırıp çağırarak başına büyük bir kalabalık topluyordu.
Saat sekize beş kala, yani trenin kalkışından ancak birkaç dakika önce istasyona yetişebildi Paspartu. Ama yalın ayak, başı açıktı. Üstelik kavga sırasında çarşıdan satın aldığı öteberiyi de yitirmişti.
Fix de orada, istasyonun peronundaydı. Phileas Fogg'un peşindeydi. Onun Bombay'dan ayrılacağını anlamış, hemen onunla birlikte Kalküta'ya, hatta gerekirse daha uzağa da gitmeye karar vermişti. Paspartu, loş bir köşede durmakta olan Fix'i görmedi ama başına gelenleri efendisine kısaca anlatırken hafiye bunların hepsini duymuştu.
Phileas Fogg sadece: "Umarım bir daha başına böyle bir iş gelmez" dedi. Sonra da vagonlardan birine girip oturdu.
Zavallı Paspartu da yalın ayak ve süklüm püklüm, efendisinin ardından vagona girdi.
Fix, başka bir vagona binmeye hazırlanıyordu. Tam o sırada aklına başka bir şey geldi ve yola çıkmaktan birdenbire vazgeçti.
Kendi kendine, "Yok yok, burada kalayım, daha iyi" dedi... "Şimdi ortada işlenmiş bir suç var. Bu Paspartu denen adam, Hindu dinine hakarette bulundu. İkisi de avcumun içinde demektir."
O anda lokomotifin uzun uzun düdük çaldığı duyuldu. Tren de gecenin koyu karanlığı içinde kaybolup gitti.
Tam zamanında yola çıkmıştı. Tren oldukça kalabalıktı. Bunlar arasında birkaç subay ve sivil memurla, afyon ve çivit tacirleri de vardı. Paspartu da efendisiyle aynı kompartımanda oturuyordu. Karşı köşede üçüncü bir yolcu daha yer almıştı. Bu adam General Sir Francis Cromarty idi. Süveyş'le Bombay arasında, Bay Fogg'la kâğıt oynayanlardan birisi de oydu. Şimdi de Benares yakınlarında konaklamakta olan kıtalarının başına gidiyordu.
Sir Francis Cromarty, sarışın, iri yarı bir adamdı. Elli yaşlarında kadar vardı. Sir Francis Cromarty, yol arkadaşını oyun oynarken iyice incelemiş ve onun garip bir adam olduğunu anlamakta gecikmemişti.
Tren ertesi gün, yani 21 Ekim tarihinde Khandeish topraklarında ilerlemeye başladı. Burası oldukça düzlük bir yerdi... Paspartu uyanmış, etrafı seyrediyordu.
Saat 12.30'da tren Burhampur istasyonunda durdu ve Paspartu, dünyanın parasını vererek bir pabuç aldı. Yerlilerin giydikleri cinsten bir pabuçtu bu... Üzerinde cam boncuktan işlemeleri vardı. Yeni pabuçlarını böbürlene böbürlene ayağına giydi.
Akşama doğru tren Suttur sıradağlarını tırmanmaya başladı. Ertesi gün, yani 22 Ekim'de Sir Francis Cromarty, "Saat kaç?" diye sorunca, Paspartu saatine baktı: "Saat üç" diye cevap verdi. Gerçekten de Paspartu'nun meşhur saati hâlâ Greenwiche meridyenine göre ayarlıydı. Burası da yetmiş yedi derece kadar batıda olduğuna göre, saat dört saat kadar geriydi.
Bunun üzerine Sir Francis, Paspartu'ya saatin doğrusunu söyledi. Vaktiyle Fix'in de yaptığı gibi, bu saat farkının neden ileri geldiğini ona anlattı. Ama o inatçılık edip saatini ileri almadı.
Tren, sabahın sekizinde ve Rothal istasyonunu geçtikten on beş mil sonra ormanın ortasındaki açıklıkta durdu. Ormanın kenarında bir iki ahşap evle birkaç işçi kulübesi vardı. Trenin kondüktörü vagonların önünden geçerek: "Yolcular burada inecekler!" diye bağırdı.
Phileas Fogg, Sir Francis Cromarty'nin yüzüne baktı ama o da trenin ormanın ortasında niçin durduğunu anlayamamıştı.
Paspartu da onlar kadar hararetteydi. Hemen trenden indi, biraz sonra da geri geldi: "Efendim, demiryolu burada bitiyor..." dedi.
O zaman Sir Francis Cromarty hayretle sordu:
"Bu da ne demek?"
"Yani, tren yoluna devam edemeyecek."
Tuğgeneral hemen vagondan indi. Phileas Fogg da acele etmeksizin onu izledi. İkisi birlikte kondüktörün karşısına dikildiler.
Sir Francis Cromarty:
"Biz neredeyiz şimdi?" diye sordu.
"Kholby köyündeyiz generalim."
"Burada mı kalacağız?"
"Eeee, öyle. Demiryolu inşaatı bitmedi ki..."
"Neee? Demiryolu inşaatı bitmedi mi?"
"Hayır, bitmedi. Burayla Allahabad arasında elli millik bir kesimin inşaatı henüz bitmedi. Ama Allahabad'dan ileriye demiryolu yine devam ediyor.
"İyi ama gazeteler 'Demiryolu işletmeye açıldı' diye yazmışlardı hani?"
"Generalim, sizin okuduğunuz gazeteler aldanmış olacaklar..."
Sir Francis, yavaş yavaş kızmaya başlıyordu:
"Peki ama nasıl olur da Bombay'dan, Kalküta'ya bilet kesersiniz?.." diye sordu.
"Biz biletleri hep böyle keseriz. Çünkü bizi tercih eden yolcular Kholby ile Allahabad arasında demiryolu olmadığını, bu mesafeyi başka taşıt araçları ile aşmak gerektiğini bilirler.
Sir Francis olanlara iyice sinirlenmişti. Hele Paspartu, bıraksalar kondüktörü bir temiz pataklayacaktı. Efendisinin yüzüne bakmaya cesaret bile edemiyordu.
Bay Fogg sadece: "Sir Francis, isterseniz tartışmayı bırakalım da Allahabad'a gitmek için bir taşıt bulmaya çalışalım..." dedi.
"İyi ama Bay Fogg, bu gecikmenin size de çok büyük zararı dokunacak."
"Hayır, Sir Francis, ben bunu zaten hesaba katmıştım."
"Neee? Demek siz yolun kapalı olduğunu..."
"Yok canım, yolun kapalı olduğunu nereden bilecektim? Ama önünde sonunda yol boyunca karşıma bir engel çıkacağını biliyordum. Neyse, henüz hiçbir şey kaybolmuş değil. Programımdan iki gün öndeyim... Bunları feda etsem bile, sonuç değişmez. Kalküta'dan kasımın ikinci günü öğleyin Hong Kong'a bir vapur var. Bugün ayın yirmi ikisi ve Kalküta'ya ulaşmak için de yeterli zamana sahibiz.
Zaten yolcuların çoğu buradan öteye yolun bitmemiş olduğunu biliyordu. Bu yüzden herkes trenden inmiş, köyde ne kadar araba, tahtırevan, midilli gibi ulaşım aracı varsa, hepsini ele geçirmişti. Bu yüzden Bay Fogg'la Sir Francis Cromatry bütün köyü aradılar ama bir şey bulamadan geri geldiler.
Phileas Fogg:
"Ben yürüyerek giderim." dedi.
Paspartu o sırada efendisinin yanına gelmişti.
Bu sözleri işitince, içinden, "Eyvah! Hapı yuttuk!" dedi. Sonra da süslü süslü fakat çok ince tabanlı pabuçlarına bakarak düşünceli düşünceli başını salladı. İyi ki o da kendi hesabına araştırmalar yapmıştı. Biraz ezile büzüle:
"Efendim, ben bir taşıt buldum galiba..." dedi.
"Neymiş o bulduğun?" diye sordu Bay Fogg.
"Bir fil buldum! Yüz adım kadar ötede oturan bir Hintli var, fil onun..."
"Gidip bakalım şu file..." dedi.
Beş dakika sonra Phileas Fogg, Sir Francis ve Paspartu bir kulübenin içinde bir Hintli ile oturuyordu. Bahçe gibi bir yerde ise bir fil durmaktaydı. Bay Fogg'la iki arkadaşının isteğiyle Hintli, onları o bahçe gibi yere soktu.
Phileas Fogg fili kiralamaya karar vermişti. Bu hayvanların soyu tükenmeye yüz tuttuğu için Hindistan'da fillere çok değer verirler. Bay Fogg, Hintli'ye ne kadar para teklif ettiyse kiralamayı kabul ettiremedi. Bu sefer Phileas Fogg, fili satın almaya karar verdi.
"Bin İngiliz sterlinine satar mısın onu?"
Fakat aksilik bu ya! Hintli filini satmak niyetinde değildi... Ama belki de daha fazla para koparmak için böyle davranıyordu. Nihayet Bay Fogg iki bin İngiliz sterlini verince Hintli hayvanı satmaya karar verdi.
Alışveriş bittikten sonra iş bir kılavuz bulmaya kalıyordu. Bu, daha kolay çözümlendi. Zeki yüzlü bir Hintli:
"İsterseniz sizi ben götüreyim..." dedi.
Bay Fogg kabul etti. Ona da yolculuğun sonunda dolgun bir para ödeyeceğine söz verdi.
Adam, filin üzerine bir örtü yaydı. Sonra hayvanın sırtına iki yanı küfeli bir semer geçirdi. Bunlar yolculuk için hiç de elverişli değildi. Ama yapılacak fazla bir şey de yoktu.
Küfelerin birine Sir Francis, diğerine de Phileas Fogg bindi. Paspartu da örtünün üzerinde, efendisiyle generalin arasına oturarak bacaklarını filin sırtının iki yanından aşağıya sarkıttı. Yerli kılavuz ise filin boynuna tırmandı ve saat dokuzda köyden ayrılarak kestirme olsun diye hurma ağaçlarından oluşan bir ormana daldı.
Kılavuz hep kestirmeden gidiyor, yerlilerden uzak durmaya çalışıyordu. Geceyi bir evde geçirdiler.
Sabah altıda tekrar yola çıktılar. Kılavuz o akşam Allahabad istasyonuna varacağını umuyordu. Yolculuk olaysız geçiyordu. Fil, akşama doğru korku belirtileri göstererek birdenbire duruverdi. Saat dörttü. Ormandan birtakım gürültüler geliyordu. Kılavuz, yolcuları indirip fili bir ağaca bağladı. Ve gürültünün nereden geldiğine bakmaya gitti. Birkaç dakika sonra da geri geldi:
"Brahmanlar toplu hâlde bu tarafa doğru geliyorlar..." dedi. "Ne yapıp etsek de onların gözüne gözükmesek."
Sonra fili bir fundalığın içine gizledi. Yolcular da ağaçlara çıktı.
Çalgı sesleriyle insan çığlıkları gittikçe yaklaşıyor, şarkılar, davul ve zil sesleri birbirine karışıyordu. Çok geçmeden alayın baş tarafı ağaçların altından gözüktü. Ağaçtan bunları rahatlıkla görebiliyorlardı.
En önde rahipler vardı. Bunların etrafını bir sürü kadın, erkek ve çocuk almıştı. Ölüler için söylenen dualardan birini hep bir ağızdan mırıldanıyorlardı. Yerliler acayip bir şekilde boyanmışlardı. Arabanın her tarafını yılanlarla süslemişler, üstüne de korkunç ve çirkin bir heykel oturtmuşlardı. Arabayı iki çift hörgüçlü yaban öküzü çekmekteydi. Bu heykel, kafası kesik bir devin üstünde, ayakta durmaktaydı. Kılavuz:
"Tanrıça Kâli... Aşk ve ölüm tanrıçasıdır bu..." dedi.
Paspartu:
"Ölüm tanrıçası olmasına aklım erer ama aynı zamanda aşk tanrıçası oluşuna hayır!" dedi. "Böyle suratsız bir kadın aşk tanrıçası olur mu hiç?"
Yerli, Paspartu'ya, "Sus" diye işaret etti.
Yerliler, heykelin etrafında çeşitli hareketler yaparak dans ediyorlardı.
Onların peşi sıra da birkaç tane Brahman kadını geliyordu. Bunlar en güzel elbiselerini giymişlerdi. Yanlarında ayakta duracak gücü olmayan bir kadını sürüklüyorlardı.
Bu kadın gençti. Bir Avrupalı gibi beyaz tenliydi. Boynu, kolları bir sürü mücevherle süslüydü. Üzerindeki ince bir tülle örtülü altın pullu bir entarinin kıvrımları arasından vücut hatları iyice belli oluyordu.
Bu genç kadının arkasından muhafızlar gelmekteydi. İyice silahlanmışlar ve omuzlarındaki tahtırevanda bir ceset taşımaktaydılar. Bir ihtiyarın ölüsüydü bu. Sanki hâlâ hayattaymış gibi bu ölüyü güzelce giyindirmişlerdi. Bunların arkasından da kendinden geçmiş bir sürü din adamı geliyordu.
Sir Francis bütün gürültü patırtının geldiği yere acayip ve kederli bir tavırla bakıyordu. Kılavuza dönerek;
"İnsan kurban edilen bir tören bu, değil mi?" diye sordu.
Kılavuz "Evet" anlamına gelen bir işaret yaptıktan sonra, parmağını dudaklarına götürdü. Alay ağır ağır ağaçların arasından geçip gitti. Sonra ormanın derinliklerinde sesleriyle birlikte kayboldu.
Phileas Fogg, Sir Francis'in söylediği bu kurban sözcüğünü işitmişti. Alay geçip gittikten sonra sordu:
"Neymiş bu tören?"
Tuğgeneral cevap verdi:
"Bay Fogg, bunun, insanların kurban edildiği bir tören olduğu doğru. Ama kurban zorla değil, isteğiyle katılır. Şu demin gördüğünüz genç ve güzel kadın var ya, yarın şafakla beraber onu diri diri yakacaklar."
"Peki o ölü ne oluyor öyle?"
Bu sefer kılavuz cevap verdi:
"Ölü, kadının kocası olan prens... Bu adam Bundel-kung'da bağımsız bir racadır."
Phileas Fogg, en ufak bir heyecan belirtisi göstermeden sordu:
"Nasıl oluyor da böyle vahşice gelenekler buralarda hâlâ yaşayabiliyor? İngilizler neden kaldıramadılar bunları?"
Sir Francis:
"Artık Hindistan'ın birçok yerinde insan kurban edilmiyor böyle. Ama biz bu bölgelere, hele bu Bundelkung bölgesine hiç söz geçiremiyoruz. Vindhia dağlarının bütün kuzey yamaçlarında boyuna adamlar öldürülür, yağmalar yapılır."
Paspartu da:
"Vah zavallı kadın! Diri diri yakacaklar onu ha?" diye mırıldanıyordu.
"Zaten yakılmazsa, akrabaları ona hayatı zindan ederler. Saçlarını traş ederler, yemek vermezler, evden kovarlar. Sonunda da zavallı kadın uyuz köpek gibi bir köşede ölüp gider. Onun için ömür sürmektense, diri diri yakılmayı tercih ederler."
Tuğgeneral bunları anlatırken kılavuz devamlı başını sallıyordu. Sir Francis sözlerini bitirdikten sonra:
"Ama bu kadın kendini isteye isteye yaktırmıyor..." dedi. "Zavallıyı da yarın şafakla birlikte yakacaklar..."
"Nereden biliyorsun?"
"Bundeklung'da bu işi herkes bilir."
"İyi ama kadıncağızda hiç de karşı koymak ister gibi bir hâl yoktu..." dedi.
"Onu kenevir dumanı ve afyonla sarhoş etmişlerdir de ondan."
"Peki nereye götürüyorlar kadını?"
"Buradan iki mil uzakta Pillajı tapınağı vardır, oraya götürüyorlar. Yakılacağı saat gelinceye kadar geceyi orada geçirecek."
"Yakma işi ne zaman olacak?"
"Yarın sabah güneş doğarken."
Kılavuz bu cevabı verdikten sonra, fili sık fundalıktan çıkartıp boynuna tırmandı. Fakat tam özel bir ıslık sesiyle hayvanı sürmeye başlayacağı sırada, Bay Fogg onu durdurdu. Sir Francis'e dönerek:
"Şu kadını kurtarsak nasıl olur?" diye sordu.
General:
"Kadını kurtarmak mı? Çıldırdınız mı siz, Bay Fogg?" diye bağırdı. "Hem yolunuzdan da kalırsınız bu yüzden..."
"Zararı yok, şimdiki hâlde programımdan on iki saat ilerideyim. Bu on iki saati de bu iş için kullanabilirim."
"Ha, o başka. Cidden iyi bir insansınız siz Bay Fogg."
"Eh, bazen, vakit bulduğum zaman öyleyimdir..." dedi.
Bu, çok büyük yüreklilik isteyen bir tasarıydı. Bay Fogg dünya turunu tehlikeye atmış olacaktı. Ama hiç çekinmedi. Kadını kurtarmaya karar verdiler.
Bir saat sonra Pillaji tapınağına yaklaştılar. Zavallı kadını nasıl kurtaracaklarını araştırdılar. Akşam olunca keşfe çıktılar. O sırada Hint yoksullarının feryatları bir bir susuyordu. Bunların hepsi afyonkeşti.
Hep birlikte ormanda ilerlemeye başladılar. Küçük bir ırmağın kenarına geldiler. Orada kocaman bir odun yığını gördüler. Yığının üstünde racanın ölüsü duruyordu. Adam da dul karısı ile beraber yakılacaktı. Biraz daha ileriye gittiler. Tapınağın içine girmenin imkânsız olduğunu anlamışlardı. Tuğgeneral:
"Bekleyelim..." dedi. "Daha sekiz saatimiz var. Belki nöbetçiler de uyur."
Bunun üzerine bir ağacın altına oturup beklemeye başladılar. Gece yarısına kadar beklediler ama bir değişiklik olmadı.
Aralarında konuşma yaparak tapınağa arkadan girmeye karar verdiler.
Gece yarısına doğru ıssız ormanda yürüyerek tapınağın duvarları dibine ulaştılar. Ancak duvarı delmek gerekiyordu. Bunun için çakıdan başka aletleri yoktu. Hep birden işe koyularak delik açmaya uğraşıyorlardı.
İşler ilerlemekteydi ki tapınağın içinden bir bağrışma duyuldu. Buna da dışarıdan hemen başka bağrışmalar karşılık verdi. Hemen ormanın içine kaçıp saklanmaya başladılar.
Fakat o sırada dehşetli bir aksilik oldu. Tapınağın arka tarafında, muhafızlar, kimseyi yaklaştırmayacak şekilde yerlerini aldılar. Dört arkadaşın o anda duydukları hayal kırıklığını anlatmak imkânsızdı. Şimdi zavallı kadını nasıl kurtaracaklardı?
General alçak sesle:
"Dönmekten başka çaremiz yok galiba!" dedi.
Kılavuz:
"Evet, başka çare yok!" diye cevap verdi.
Fogg:
"Durun..." dedi. "Ben Allahabad'a yarın öğleden önce ulaşsam da olur."
Sir Francis cevap verdi:
"İyi ama ne yapmak niyetindesiniz? Birkaç saate kadar güneş doğacak, sonra..."
"Şimdi talihimiz yaver gitmedi ama bakarsınız son anda işler yoluna giriverir."
Diğer yandan da Paspartu, bir ağacın dallarına tırmanmış, kafasındaki düşünceyi evirip çeviriyordu. Bu düşünce önce aklından bir şimşek gibi geçivermişti. Sonunda zihninde iyiden iyiye yer etti.
Önce kendi kendine, "Delilik olur bu!" diye söylenmişti. Şimdi ise, "Neden olmasın?" diyordu. "Binde bir de olsa, yine bir şanstır bu; denemeye değer. Sonra bu herifler öyle aptal şeyler ki..."
Sonra kafasındaki şeyin ne olduğunu fazla düşünmedi bile. Çok geçmeden ağacın alt dalları üzerinden çevik hareketlerle yılan gibi kaymaya başladı. Dallar yere doğru eğilmişti. Eskiden canbazhanelerde çalışmış, itfaiyecilik yapmış, ayrıca jimnastikle de uğraşmış olduğu için, Paspartu bu işi büyük bir kolaylıkla yapıyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro