Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

28: Göğsündeki Cennet

İyi geceler, çiçeklerim.

Bunu gündüz okuyacak güzellerime de günaydınlarımı ileteyim.

Seviliyorsunuz! kalpkalp.

Dediğim gibi artık uzun bölümler yazacağım dedim ve yazdım. Umarım beğenirsiniz. :) Görüşlerinizi yazmayı unutmayın. Satır arası yorumlarda sohbette edebiliriz? 🥰 Tüm yorumları okuyorum.

Uzun zamandır ilk kez bir bölümü içime sinerek atıyorum. Ne bileyim? Hani sanki size istediğinizi veriyormuş gibi hissediyorum.

İnstagram: @burhanakgun_

Kitap için parodi hesapların açın da eğlenelim. Çok istiyorum. 🥺 (Oy vermeyi unutmazsanız sevinirim.❤️)

İyi okumalar...


"Bir şeyi kaybetmek için önce kazanmak gerekir."

"Sen gelmesen de olur."

Ateş'e ait olan ses evdeki herkesin kulaklarına ulaştığında başta Didem olmak üzere sonrasında ben buna kaşlarımı çatarak tepki verdim.

Elimdeki çantanın kayışını daha sert kavrarken Didem'in bunu asla kabul etmeyeceğinden emin olduğum için "Gelecek." diye mırıldandım.

Melih kapının dışındayken "Orada bulunması o adamların eline koz vermemiz demek." dediğinde başımı ona çevirdim. Turuncuya yakın renkteki saçları uzamış olsada düzenle taramıştı. Kahverengi gözlerinden resmen ciddiyet akıyordu fakat biliyordum. Didem ne yaparsak yapalım oraya gelmemeyi kabul etmeyecekti.

Şeyma beklemediğim bir şey yapıp konuştuğunda Ateş yavaşça başını Şeyma'nın yönüne çevirdi. "Onu tek bırakmamız da onların yararına olur."

Haklıydı. Belki de şu an bile bizi izliyorlardı ve birimizin tek kalması onu gafil avlamalarına yardımcı olmamız demekti.

Ateş sert sesiyle kızarcasına "Tek bırakacağımı kim söyledi?" dediğinde yutkundum.

Berfin'in sesi ortamı yumuşatacak kadar ince ve komikti. "Tek bırakmayacağınızı da söylemediniz." Fakat sesine nazaran yüzü sert ve her an birine saldırabilirmiş gibi bakıyordu.

"Şimdi bunu mu tartışacağız?" dedim aniden kendime hakim olamayarak.

Ali ve Alev başlarını bana katıldıklarının göstergesi olarak salladıklarında onlara göz kırptım.

"Birinin canı tehlikede ve o birisi Didem'in sevgilisi." diye söylendi Alev, Ateş'i ikna etmeye çalışarak.

"Sorunda bu." Mahir eve girip Ateş'in yanında yer aldığında onun adımlarını izledim. Attığı her adımda ardında çamurlar bırakıyordu ve bu istemsizce yarın sabah Ayşe Hanım'ın orayı paspaslayışını gözümün önüne getirmişti.

Berfin konuşulan konudan rahatsız olduğunu belirtircesine gözlerini devirip konuştu: "Zaman kaybettiğimizi biliyorsunuz değil mi?"

Ateş ellerini havaya kaldırıp yüzünü bana döndüğünde midemin içerisinde yanan bir sigaranın bastırılıp söndürüldüğünü hissettim. Kalbim tüm bedenime meydan okuyacak bir şiddette atmaya başlayınca göğüs kafesim beyaz bayraklarını çekti.

Derin bir nefes aldığımda Ateş'in boynundan yükseldiğine emin olduğum çikolata kokusu genzimle burun buruna geldi.

Çok hoş kokuyordu.

Ateş büyük adımlarla yanımdan geçerken bana bakmamış olsa da ben onu yandan yandan kesmiştim. O dışarı çıktıktan sonra eve bir sessizlik hükmetti fakat bu sessizliğin hükmü çokta uzun sürmedi.

Berfin, Şeyma'ya dönüp, "Şeyma beni yanlış anlama ama bizimle daha yeni tanıştın ve kendini riske atmak istemezsen anlarım." deyince yine başa sardığımızı hissettim.

Az önce Didem şimdiyse Şeyma.

Şeyma'nın zeytin büyüklüğündeki gözleri yuvalarında devrilirken dudaklarını büzdü.

Alev, Berfin'in omuzuna çarpıp Şeyma'yı belinden ittirirken "Bence gelmek istemese bunu dile getirirdi." diye söylendi.

Berfin, Alev'in arkasından ona hiddetle bakarken ortama sızan gerginliğin boşluğundan faydalanarak Didem'i kolundan tutup dışarı çıkardım. Didem kolunun arasına tıkıştırdığı şişme, kırmızı montunu omuzlarından geçirirken çantayı avucumdan kaydırıp kolumun arasına sıkıştırdım.

Ateş evin çıkışındaki yolda siyah bir jeepin önünde bekliyordu. Bana baktığını hissetsemde fazla uzağımda olduğu için bundan emin olamazdım. Saçları her zamanki gibi düzenle taranmamıştı ve bu ciddi anlamda canımı sıkıyordu. Didem gün boyunca sürekli stres yaptığı için tuhaf bir ifade yüzüne yerleşmişti. Sanki onun gözüne en sertinden bir yumruğunuzu geçirseniz bile bundan etkilenmeyecekmiş gibi bir vurdumduymazlığı vardı.

"Oraya vardığımızda kalbinle değil beyninle düşünmeni istiyorum." dedim sakince. Didem bana anlamış gibi bakınca ekledim. "Bu insanların kim olduğunu bilmiyoruz. Bizi sevdiğimiz insanların canıyla tehdit edebilirler. Lütfen hareket ederken dikkat edelim."

Didem anlamış gibi görünmesede başını sallayınca saygı gösterdim. Bulunduğu durumda kim olsa söylenilen hiçbir şeyi anlayamazdı. Çocuklarda evden çıkarken aralarında tartışıyorlardı.

"Şeyma'nın ağızı var."

Berfin, Alev'e onu öldürmek istiyormuş gibi bakınca içim burkuldu. Onları böyle görmek hoşuma gitmiyordu. Berfin burnundan soluyup, "Ben de yok demedim zaten" dedikten sonra bu konu hakkında daha fazla konuşmak istemiyormuş gibi yere bakıp yürüdü.

O sırada tam evden çıkmak üzere olan Ali'ye aceleyle seslendim: "Anahtarı içeride unutma!"

Ali elini içeri uzatıp anahtarı çektikten sonra cebine attı. Ben de Didem'in elini tuttum ve bahçenin çıkışına doğru yürümeye başladık. Arabalara ayrılacağımız sırada Didem'i yanımdan ayırmak istemedim.

Berfin ve Şeyma Mahir'in arabasına, Berfin tek başına Melih'in arabasına ben ve Didem; Ateş'in arabasına binmiştik. Ateş bizim arabaya binmemizi izledikten sonra kapıları kapattığımızdan emin olup şoför koltuğuna yerleşti. Didem'e yanına oturmayı teklif etmiş olsamda kibarca bunu reddetmişti. Ben de fazla üzerine gitmeyip ön yolcu koltuğuna kurulmuştum.

Arabanın içerisinde kaliteli parfümü yaran sigara kokusu vardı. Sigara kokusu çok rahatsız etmese de parfümün kokusuna karışmış olması sinir bozucuydu. Ateş arabayı çalıştırırken dikkatini sadece arabaya vermişti.

Kusursuz yüz hatları ve göğün yere sunduğu karanlıkta bile ışıltısını kesmeyen gri gözleri beni delirtiyordu.

Bu kadar güzel olması haksızlıktı.

Bir erkek bu kadar güzel olmamalıydı.

Ara sıra aynadan Didem'i yokluyordum. Didem küçük başını cama yaslamıştı ve cama yapışıp aşağı doğru kayan yağmur damlalarını izliyordu. Onun bu haline üzülsemde Ateş'le aynı ortamdayken konuşmak istemediğim için dudaklarıma kadar tırmanan kelimeleri yutkunarak yuttum.

Araba asfalt yolun üzerinde hızlıca kayarken yolu takip etmek oldukça zordu. Sürekli renkleri değişen büyük ve ışıltılı binalar hızdan dolayı bulanıktı. Yanımda şehrin kusursuz güzelliğini sunan adam varken gözlerim ondan başka bir şey görmüyordu. Odağına onu almıştı ve şehir gözlerime kurulmuştu. Ona bakmayı sürdürürken bana sunduğu şehirde iki kişilik bir yaşam hayal ettim. Bu hayal dudaklarıma bir gülümseme çizerken sesli bir şekilde yutkundum. O ise gözlerinin gölgesini üzerime düşürdü. Düşündüm. Onun izin verdiğinden çok daha fazlasını. Orada, bir yerde, bir yaşam. Belki çok ileride bize ait olacak bir yaşamın içerisinde yere çakılmamak üzere düştüm.

Bu şehri inşa eden oydu.

Yıkabilecek tek kişi de oydu.

Sadece o.

Gözlerimi kapatıp sırtımı yasladığım deri koltuğun içine gömüldüğümde Ateş'in iliklerime kadar işleyen sesi kulağıma ulaştı: "Yorgun musun?"

Sesiyle birlikte gözlerimi istemsizce açtım ve ona baktım. İlahi güzellikteki gri gözleri tam da gözlerimin içine bakıyordu fakat ara ara yolu kontrol etmek için önüne de dönüyordu.

Derin bir şekilde nefes alıp "Biraz." diye mırıldandım. Kendi sesimi işittiğimde çok kısık ve bitkin çıktığını duyup böyle konuştuğum için pişman oldum.

Ateş bir kez daha gözlerini yola çevirip uzunca bir süre yola baktığında fırsattan faydalanarak onu izledim. Gür ve uzun kirpiklerindeki yağmur damlaları şimdi yoktu. Etli dudaklarının arasında bir boşluk vardı ve beyaz dişleri o boşluktan zorlukla da olsa görülebiliyordu. Tüysüz ve temiz yüzü onun "erkeğin makyajıdır" dedikleri sakala ihtiyacı olmadığının kanıtıydı. Gözleri yavaşça bana döndüğünde telaşla başımı önüme çevirdim.

"Uyuyabilirsin, daha yolumuz var."

Ateş'in söylediklerinden sonra takıldığım tek nokta yolumuz deyişi olmuştu. Bizim yolumuz.

Sesli bir şekilde nefesimi bırakıp, "Uykuyla geçecek bir yorgunluk değil." dedim. Yayıldığım koltukta doğruldum ve dik bir pozisyon aldım.

Merak ediyormuş gibi bir sesle "Nasıl bir yorgunluk bu?" dediğinde gözlerimi ona çevirdim.

Düşündüm. Kelimelerle anlatılamayacak hislerimi nasıl belirtebilirdim, bilmiyordum. Hani bazen sadece hissedersiniz. Ne hissettiğinizi bilmeden. Kilometrelerce koşmuşçasına yorulursunuz. Ama bir sebebi yoktur. Ya da asla bulamayacağınız bir şeyi arıyor gibi hissedersiniz. Çok karmaşık hissediyordum.

Kelimeleri kafamda toparlayıp dudaklarımın arasından sıyırdım.
"Sanki sürekli bir şey arıyormuşum gibi."

Ateş buruk bir şekilde gülümsedi. Ya da sadece dudakları kımıldadı. Yüz hatları o kadar sertti ki bazen onun ne yaptığını anlayamıyordum.

Soğuk sesi önce bedenime sonraysa ruhuma işledi. "Bir şeyi aramak bulmaktan daha güzeldir."

Haklıydı. Okuduğum bir kitapta "Kolomb Amerika'yı bulduğunda mutlu olmadı, ararken mutluydu." demişti bilge bir adam.

Hiç düşünmeden cümlesinin üzerine kelimelerimi yıktım: "Peki ya asla bulamayacağımız bir şeyi arıyorsak?"

Gözlerini kapattı. Sessizce yutkundu. Başını iki yana salladı ve dişlerinide göstererek temiz bir şekilde gülümsedi. Gülümseyişi o kadar güzeldi ki izlerken bunu bir daha görüp göremeyeceğim telaşına kapılmıştım. Başını dikkatle önüne çevirdi ve dikkatini yola verdi.

İstanbul dışına çıktığımızdan emindim. Betondan binaların hiç görülemediği sadece dağ ve ovaların ortasına çizilmiş ince bir yolda ilerliyorduk. Ara sıra dikiz aynasından Didem'i yokluyordum ve yüzüne bakarak onun için ne yapabileceğimi düşünüyordum.

Onu bu halde görmeye dayanmıyordum.

Başımı koltuğun yumuşak yastığına yasladığımda gözlerimi kısa bir süreliğine dinlendirmek üzere kapattım.

"Tut elimi." dedi hoş sesiyle.

Karşımdaydı.

Kusursuz gözleriyle beni izliyordu.

Arkasına aldığı koca güneş mükemmel ötesi fiziğinin ana hatlarını gizleyemiyordu. Sağ elini bana doğru uzatmıştı. Tutmamı ister gibi.

Gözlerimi aşağımıza çevirdim. Pamuk beyazı bir bulutun üzerindeydik. Bu imkansızdı. Bulutların üzerinde duramazdık. Ne yaşadığımı anlamsızca sorgularken kendimden kendime bir cevap bekledim. Almadım.

Birkaç metre kadar uzağımdaydı. Elini tutmak istiyordum fakat eğer haraket edersem düşüp düşmeyeceğim konusunda tereddütlerim vardı.

"Ateş neden buradayız?"

"Her şeyin bir sebebi vardır."

Neden böyle gizemli konuşuyordu?

Hala bana uzatmakta olduğu eline baktım. Uzun ve kemikli parmakları öylece boşlukta asılı bir halde duruyordu.

"Eğer hareket edersem düşer miyim?" dedim tereddütle.

Gözleri kısıldı ve sanki beni daha dikkatli incelemek istiyormuşçasına gözleri dakikalar boyunca üzerimde kaldı.

"Düşmene izin vermem." dediğinde ona hayranlıkla baktım.

Sol ayağımı kaldırıp saydam olduğu için kilometrelerce aşağımızda olan şehrin bile göründüğü bulutun üzerinde salladım. Ateş'in yüzündeki ifade asla sarsılmamış ve ciddiyetini korumaya devam ediyordu.

"Peki ya düşmem gerekiyorsa?"

Yutkundu. Uzağında olduğum için küçücük görünen gözleri yavaşça büyürken odağı hep bendim.

"O zaman birlikte düşeriz."

Kurduğu cümlenin hemen ardından ayağımı boşluğa attığımda afalladım. Tam kendimi şehre doğru düşerken bulacağım sırada eli belimi kavradı ve beni çekti.

"Maral!"

Nefes nefese yaslandığım koltuktan sıçradığımda eli belimde olan Ateş'le göz göze geldim.

Az önce gördüğüm rüyaya mı, yoksa eli belimde olan Ateş'e mi şaşırayım bilmiyordum. Ateş'in eli yavaşça belimden yukarı kayarak geri çekilirken terlemiş olan yüzümü elimin tersiyle sildim. Susamıştım.

Ateş arabada değildi. Aksine benim inmem gereken kapıdaydı ve kapıyı açmış bana bakıyordu.

O an söyleyecek başka bir şey bulamadığım için bir şeyler gevelemek zorundaymışım gibi hissettiğimde mırıldandım. "Vardık mı?"

"Evet. Uykun amma ağırmış!" diyerek söylenen Ateş'e gözlerimi devirmeyi ihmal etmemiştim. Eli bedenimden tamamiyle çekildiğinde sebepsiz bir soğukluk başımdan aşağı yayılmıştı. Sanki o bana dokunurken üşümeyen bedenim, o bana dokunmayı keser kesmez tüm soğuğu hissetmeye başlamıştı.

"Ne uykusu? Gözlerimi dinlendiriyordum." diyerek yalan söylediğimde tek amacım altta kalmamaktı. Gözlerimi dinlendirmiş olsam rüya görmezdim.

Ateş burnundan solurken, "Evet, o yüzden seni taşıyarak arabadan indirmek üzereyken sıçradın." deyince ayaklarımın arasına sıkıştırdığım çantayı kavrayıp Ateş'i göğsünden arkaya doğru ittirdim. Arabadan inebilmek için kendime yeterince yer açtığıma emin olunca ayağımı dışarı attım. Arabadan indiğimde bedenimde süzülen soğukluk iki katına çıkmıştı.

Ateş aniden omuzuma çarpıp yanımdan geçtiğinde "Ah!" diye söylendim. Çocuğun dokunuşu bile sertti!

Ateş benden birkaç adım uzaklaşırken dalga geçercesine bir sesle "Kapını kapat!" diye seslendi.

Ona ardından bakarken gözüm istemsizce kaymaması gereken yere kaydı ve bunu yaptığım için kendime kızıp hızla arkamı döndüm. Ne? Belkide kıçına bakma sebebim onu kıçından ısırmayı planlayışımdı?!

Arabanın açık kapısını sertçe çarparak kapattığımda tekrar dönüp Ateş'i takip ettim. Çimenlerin üzerine basarken etrafıma bakınma fırsatı buldum. Ara ara yaşlı ağaçların dizili olduğu bir korunun ucundaydık. Tuhaf olan ise bu açık alanın tam ortasında kocaman, eski ve terk edildiği çatlaklarında yeşeren bitkilerden anlaşılan; birkaç katlı bir bina vardı. Yağmur ağır ağır çiselerken yüzüme değen damlalar gıdıklanıyor gibi hissetmeme neden oluyordu.

Ateş'ten birkaç saniye sonra çocukların yanına vardığımda herkes birbirine bakıyordu.

Alev, Didem'e bakarak: "Mesaj yok mu?" dediğinde hepimiz Didem'e döndük.

Didem tüm dikkatin üzerine toplanmasından rahatsız olmuş gibi bize baktıktan sonra elinden ayırmadığı telefonun ekranını yokladı. Başını ekrandan kaldırıp bize çevirdiğinde yüzüne bakınca konuşmamıza gerek kalmamıştı.

Ali etrafına dikkatle bakınıp sonunda konuştu: "Neden böyle bir yer seçmişler?"

Alev, Ali konuşur konuşmaz ona dikkatle bakmıştı.

Berfin Ali konuştuktan hemen birkaç saniye sonra telaşla ince sesiyle "Burada bize bir şey yaparlarsa ölümüzü bile bulamazlar." deyince bedenimi bir telaş sardı.

Tamam. Çok ıssız bir yer seçmişlerdi fakat burayı seçmiş olmaları bizi öldürecekleri anlamına gelmezdi. Ya da kendimi kandırıyordum.

Meşih ve sahte bir şekilde kahkaha attıktan sonra Berfin'e yanıt olarak "Adam öldürmek; böcek öldürmeye benzemez." dediğinde Şeyma kaşlarını çatarak ona baktı.

Böceklerden asla hoşlanmazdım. Hareket ettiklerini görmek bile içimin titremesine neden olurdu. Siyah derilerinin parıldayışı midemi bulandırır, ince ve çizgiyi andıran kolları ya da ayaklarını -neresi olduğunu bilmiyorum- kımıldatmaları bana sanki birinin karnımı defalarca deşmiş gibi hissettirirdi.

"Böcek öldürmek daha zor." Şeyma'nın ağızından dökülen cümle Ateş ve Didem haricinde hepimizin kahkaha atmadına neden oldu.

Kahkahaların arasından Melih dalga geçersesine "Siktir oradan!" diye bağırmıştı.

Şeyma gözlerini fal taşı gibi büyütürken sanki saldıracakmışçasına boynunu Melih'e doğru uzattı. Sonunda tükürükler saçarak: "Ben tek vuruşta böcekleri öldürmeyi başarana dek neler gördüm biliyor musun? Kolay bir iş değil bu." dediğinde onun çok ciddi olduğunu fark etmiştim.

Ciddiydi.

Berfin komik sesiyle aradan Şeyma'ya "Kız sen katil falan mısın? Öyleysen söyle, çekinme." dedi ve tatlı bir şekilde gülmeyi sürdürdü.

Şeyma'nın söylediğine gülünmüş olması onu rahatsız etmiş gibiydi. Gözlerini Melih'ten ayırıp Berfin'e çevirdiğinde Berfin kahkaha atmayı kesti ve Şeyma'ya özür diler gibi baktı.

Ali komik olacağını düşünerek "Ben de uzun zamandır yılan öldürme konusunda bir tecrübe edinmek istiyordum. Şeyma'dan başlayabilirim." dediğinde Alev haricinde kimse söylediklerine gülmedi.

Şeyma Ali'nin dediklerine tuhaf bir sakinlikle karşılığı verip gözlerini sadece çimenleri izlemek üzereye yere çevirdiğinde bu durumu tuhafsadım.

Aradan geçen bir dakikanın sonunda Şeyma aniden Ali'nin ayağını parmağıyla işaret edip haykırdığında Ateş'in koluna sığındım. "YILAN! Yılan var! Ali ayağının altında yılan...!"

Aniden herkes çığlık çığlığa dağılırken ben halen Ateş'in kolunun altındaydım ve sanki kolunu sıkmam beni yılandan koruyacakmış gibi git gide daha fazla sıkıyordum. Son gördüğüm şey Ali'nin Alev'in kucağına atlayışıydı. Bu gerçekten yaşanmıştı. Devamını görememiştim çünkü Ateş boşta kalan kolunu boynuma dolayıp beni göğsüne çektiğinde aniden her şeyi ardımda bıraktığımı hissettim. Gözlerimi kapattığımda karanlığa gömülmem gerekirken kendimi onun huzur dolu kokusu ve ışığı altında buldum.

Sanki göğsünde bir cennet vardı.

Ve ben başımı göğsüne yaslayınca cennetinin tüm kapıları bana aralanıyordu.

O an sadece hayatımın geri kalanında onun cennetin de yaşamımı sürdürmeyi diledim.

Sessizliğim hüküm sürdüğü cennetinden ayrılmamı sağlayan kahkaha atmaktan boğulmak üzere olan çocukların sesi olmuştu. Gözlerimi gerçekliğe tekrar araladığımda Şeyma'nın gerçekten de kahkaha atmaktan boğulduğunu gördüm.

Alev, Ali'yi kucağından yavaşça indirirken ikisininde yüzü kızarmıştı. Ne olmuştu? Anlayamıyordum.

Melih kahkaha atmaktan nefes alabildiğinde "Aynen bak şu an yılan öldürdün!" diye bağırdı.

Melih'in hemen ardından Berfin, "Olum... Ahahaha!" kahkahası kurcağı cümleyi yarıda kesince durdu ve gülmeye devam etti.

"Olmayan yılan yüzünden bile kızın kucağına attı kendini!" dedi Şeyma sanki bunu arşa duyurmak istiyormuşçasına bağırarak.

Çocuklar bu şekilde eğlenirken onlara tebessüm ederek baktım.

Ateş boğuk sesiyle, "Yılan yokmuş." dediğinde hala ona sarılıyor vaziyette olduğumu fark ettim. Yanaklarım direkt olarak kızarmaya başlarken yavaşça çekildim ve cennetten uzaklaştım.

Gözlerimi tüm güzelliğe meydan okuyan gözlerine kitleyip ciddi bir ses tonuyla "Özür dilerim." dediğimde kaşları çatıldı. "Birden sarıldığım için." diye eklediğimde çatılan kaşları normale döndü ve dudağı sağa doğru genişledi.

Bunu yapışı beni heyecanlandırıyordu.

Pürüzsüz sesiyle "Hayır. Hoşuma gitti." dediğinde gözlerim ve gözleri arasındaki bağı kopardım. Bunu istemsizce ve utançla yapmıştım.

Dediğinin üzerine bir şey söylemeyip tekrar çocuklara döndüm ve onların bu halini izledim. Çocuklar sanki bu duruma saatlerce gülebilecekmiş gibi duruyorlardı.

Aniden hepimizin kulaklarını dolduran bildirim sesi tüm ortama sessizliğin hükmetmesine sebep oldu. Bırakın kahkaha atmayı nefes almayı bile bırakmış olabilirdik.

Çünkü sessizlik kulağımı çınlatacak kadar gürültülüydü.

Gözlerim Didem'e ve elindeki telefona dönerken bildirimin ona geldiğine emin olmuştum. Koşar adımlarla Didem'in yanına vardığımda diğerleride etrafına toplanmıştı. Ateş ne kadar umursamaz görünse de gelen mesajı okumak için o da gelmiş ve arkamda durmuştu. Sırtım göğsüne ara ara çarpıyor olsa da bu sorun değildi.

Didem ekranı yukarı doğru kaydırıp mesaja tıkladığında nefesimi tuttum.

Gönderen: Bilinmeyen Numara
İçeri girin.

Nefesimi bıraktım.

Bu binaya girmemizi mi istiyorlardı?

Bu saçmalıktı.

Hepimiz sırayla birbirimize baktık.

Çaresizce.

O an Ateş'in göğsüne gizlediği cennete bir daha girmek istedim.

Çıkmamak üzere.

Huzuru orada, onda bulmak istedim.

Bırakmamak üzere.

Beni cennetine kabul eder misin, güzel adam?

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro