
2: Sınırlar
İyi okumalar.
instagram: burhannakgun
Bir melodi baş gösteriyor dünyanın en sessiz toprağından. Susuzluktan kurumuş, çatlamış toprakları suluyor bu eşsiz melodi. Ve sonra ağaçlar yeşeriyor o çatlaklardan yukarı. Bulutlar sarıyor gökyüzünü. Ağlıyorlar. İnsanoğlunun haline.
Adımlarım taş yolun üzerinde biriken sulara değip, onları dağıtırken ben kulağımda hüküm süren ritmi dinlemeye çalıştım. Ayağımdaki sarı botların kumaşı soyulmuş ve eskimişti. Fakat bu düşünceden uzaklaşmak adına gözlerimi yoluma çevirdim.
Yeni yeni yanmaya başlayan turuncu sokak lambaları dünyanın karanlığını örtemiyordu. Sahi, milyonlarca ışık bile dünyayı bir nebze aydınlatamıyorken güneş nasıl bunu tek başına beceriyordu? Beynim kendi kendime yönelttiğim bu sual ile bir süre kendini yorsada mantıklı bir cevap bulamamıştı.
İçerisinde fuhuş ve uyuşturucu dışında hiçbir şey dönmeyen eski apartmanların bulunduğu sokağı bitirdiğimde derin bir nefes çektim. Nefesim, vücuduma sanki yıllarca su içmemişimde şimdi damağıma bir su damlası değmiş gibi hissetmeme neden olmuştu.
Gecekonduların sırayla dizildiği sokağa vardığımda gözlerimi devirmeden edememiştim. Dinlediğim şarkıdan yükselen keman sesi, kulaklarımdan sıyrılıp kalbime teğet geçmişti. Gözlerimi sadece birkaç saniyeliğine kapatınca kendimi simsiyah bir yerde görmüştüm. Elimde, omzuma dayadığım kahverengi bir keman ve diğer elimdede yay vardı. Hayallerimin görselleşmiş haliydi beynimin gördüğü bu şey.
Gözlerimi tekrar açınca şehrin kasvetli soğunun yüzüme çarpmasına katlanmak zorunda kalmıştım. Saçlarım, rüzgarın etkisiyle yüzüme çarparken elimi kaldırmış ve saçımı kulağımın arkasına ittirmiştim.
Yaşadığım beton parçasının önüne vardığımda bir kez daha gözlerimi devirmiş ve dilimi yanağımı yırtmak istercesine yanağıma bastırmıştım.
Evin küçük ve boyası akmış kapısına doğru adımlar atarken; elimi pantolonumun cebine daldırmış ve anahtarlıklarımı aramıştım. Elim, sert ve çıkıntılı bir kaç demir parçasına değince o parçaları kavrayıp çıkardım. Kapıya varınca birkaç anahtara baktım ve aralarından evi açanı seçip kapının yuvasına soktum. İki kez çevirdikten sonra kapıyı arkaya doğru ittirdim ve içerideki zifiri karanlıkla yüzleştim. Ev, dışarıdan daha soğuk ve daha da karanlıktı.
Eve girer girmez kapıyı ayağımla ittirip kapatmıştım. Karanlıkta yürüye yürüye odama girerken kulağımdaki kulaklıkları çıkarmıştım ve pek yeni sayılmayan telefonumu yatağımın üzerine bırakmıştım. Yatağımın yayları ufacık telefondan dolayı bile gıcırdamıştı. Lanet olası külüstür!
Üzerimdeki montumu çıkarıp kapımın arkasındaki askıya astım ve makyaj aynası sayabileceğim küçük aynamda kendime baktım. Bunu yapmak pek alışkanlığım değildi açıkçası. Kahve rengi kazağımı üzerimden sıyırıp katladım ve dolabıma yerleştirdim. Makyaj aynamın hemen aşağısındaki küçük çekmecelerden birini açıp içerisinden deodorantımı çıkardıktan sonra iki koltuk altımın altınada birkaç saniye sıktım. Deodoranttan yayılan koku koltuk altımdan çok odaya yayılmıştı. Altımdaki siyah, dar pantolonuda çıkarmış ve üzerime siyah bol pijama takımımı geçirmiştim. Kulaklığımı çekmecemin üzerine bıraktıktan sonra ise banyoya geçip elimi yüzümü yıkadım.
Banyo oldukça küçüktü ve içine ben bile zar zor sığıyordum. Rafın üzerindeki böğürtlenli duş jelini elime alıp sadece başımı musluğun altına yerleştirdim. Su saçlarıma ve baş derime temas eder etmez titrdim. Duş jelini elime boşaltıp saçlarıma yaydım ve ovdum. Saçımdaki duş jelini su ile temizledikten sonra küçük bir havluyla kuruladım.
Odama geçince yatağıma oturmuş ve telefonumda bir şeylerle ilgilenmiştim. Genelde blog okur ve ya video izleme platformlarından birinde sosyal deneyler izlerdim. Yazışacak bir arkadaşım ve ya dostum yoktu. Her şeyden önce benim ailem yoktu.
Anne. Yutkundum. Annesizlik. Ben bu hissi tanıyamazdım. Anne kavramı benim lügatımda yoktu. Annem olsa her şey nasıl olurdu, diyemiyordum. Annesizliğide bilmezdim. Ben anneye dair hiçbir şeyi hatırlamıyordum. Onu hiç görmemiş gibiydim ve sesini tam anlamıyla hatırlayamıyordum. Kokusunu duymamıştım. Ondan azar işitememiştim. Ben daha beş yaşında iken kansere yakalanmış ve önlemler alınamadan bitkin düşmüştü. Bir gece ise bana masallar anlatıp, uyuttuktan sonra uyuyup bir daha uyanamamıştı. Onun masallarından bazılarını hatırlayabiliyordum. Serçelerin ağlayınca öldüğüne dair bir masal anlatmıştı bir gün bana. Ve ben ne zaman bir şeyler boka sarsa -ki her zaman öyle- bu masalı tekrar annemin sesinden duyuyormuş gibi hissetmeye çalışırım.
Benden bir yaş küçük olan erkek kardeşim vardı fakat o da on iki yaşındayken bir gece geldi ve bana "Uyu abla. Şimdi gideceğim. Ama tekrar geldiğimde seni bu cani adamın elinden kurtaracağım." diyerek evden kaçmıştı.
Kurban olduğum. Sarı saçları. Kahve rengi gözleri. Fındık burnu ve ince dudakları vardı. Burnunu ve burnunun etrafını çevreleyen çillerinin sayısını ezbere biliyordum. Gülüşü güzel çocuğum benim.
Gelmedi. Bende beklemedim.
İki gün sonra on yedi yaşıma basacaktım. Yarın kardeşim gideli tam dört yıl olacaktı. Umudum kalmamıştı. Yorganımın altına girip, başımı yumuşak yastığıma yasladım.
İyi geceler anne, iyi geceler kardeşim. Sizi bekleyeceğim. Umudum olmamasına rağmen. Gel bana masal anlat anne. Gel beni kurtar kardeşim. Allah'tan doğum günü hediyesi istenir miydi? İstenebilseydi bu iki cümleyi isterdim çünkü.
Gözlerimi kapattım ve siyah bir gökyüzünde uçuyormuşum gibi hissederken uykunun esiri olduğumu fark ettim.
Gözlerim ben istemeden açılırken beynimin uyku modundan çıktığı pek söylenmezdi. Tan vaktini andıran odamda zifiri bir aydınlık vardı. Yorganımın sıcaklığına aşırı bir şekilde alışmıştım ve bu alışkanlık bir madde bağımlısınınkinden daha tehlikeliydi. Göğsümü gere gere esnediğimde gözlerim kirpiklerimin bile ağırlığını kaldıramayacak bir tembelliğe erişmişti. Gözlerimi kapadım.
Aradan kaç dakika, saat geçti bilmiyorum fakat bana aynı anda olmuş gibi gelmişti.
"Kalk, ulan!"
Bu baba bile demeye yeltenmediğim adamın sesiydi. Bu iğrenç ses ondan başka kimseye ait olamazdı zaten. Sesinin odanın dışından geldiğini biliyordum fakat eğer ses vermezsem odaya dalacağını da biliyordum. Benimde kardeşim gibi kaçıp, onu bırakacağımdan korkuyordu. Bu bensiz kalma korkusu değildi. Her içip geldiğimde ben kimi dövüp, stresimi atacağım telaşıydı.
Yatağımda doğrulup, gözlerimin kenarlarındaki çapakları baş parmaklarımla temizledim.
"Müsait değilim." diye seslendim, anlayış göstermesini dileyerek.
Yatağımdan kalkıp, küçük aynamın karşısına geçtim. Pek sivri sayılamayacak çenem ve belirgin elmacık kemiklerim vardı. Gözlerim çok hafif bir şekilde çekikti. Kahverengiydiler. Saçlarım kıvrımlıydı fakat kıvırcık değildi. Üstelik tarayınca herhangi bir elektronik eşyaya gerek kalmadan düzleşiyordu. Dudaklarım dolgundu fakat bir kıza göre normal bir büyüklükteydi. Kaşlarımın ortası dışında yüzümün hiçbir yerinde kırışık yoktu. Kaşlarımın ortadındakilerde sürekli onları çatmamdan dolayı oluşmuştu zaten.
Odanın kapısına vardığımda elimi kulpuna attım ve düşündüm. Kendi kendime sorun çıkmayacak diyerek yalan söyledikten sonra kulpa kendimi bastırdım ve kapı bana doğru aralandı. Ardında babamın beklediğini biliyordum. Kapıdan dışarı çıktığımda onunla göz göze gelmiştim. Kahverengi gözleri bana hiçbir şeyi anımsatmıyordu. Her kızın çocukluk aşkı babası olur derler fakat benim bir babam yoktu.
Yanından sessizce ve yavaş adımlarla geçtim. Hayret etmiştim bugün beni döverek uğurlamayacaktı okula. Belkide yarının doğum günüm olduğunu hatırlamıştır. Dedim kendi kendime fakat bunun gerçeklik payı olduğunu düşlemiyordum pek.
Banyoya girdiğimde sidik koktuğunu fark ettim ve bir rafın üzerinden oda parfümünü çıkarıp sıktım. Ardındanda şifonu bir kez daha çektim. Pislik adam. Yüzümü suyla duruladıktan sonra havluyu yüzüme sürmüştüm.
Banyodan çıkıp odama tekrar girdiğimde babamın salona geçmiş ve elinde kumanda ile televizyonda bir şeyler bakındığını görmüştüm. Dolaptan krem rengi bir badi ve siyah bir tayt çıkardım. Üzerimdeki pijamadan kurtulup onları üzerime geçirdikten sonra çizgi desenleri olan sportif bir çorap giymiştim. Okulumuzda kıyafet serbestliği olmasından hep nefret etmiştim. Çünkü benim diğer kızlar gibi her gün giyecek başka bir kıyafetim yoktu.
Özel bir kolejde okuyordum. Ve hatta bu kolej ülkenin en önde gelen okullarından birisiydi. Bunuda tırnaklarımı taşlara kazıya kazıya kendim başarmıştım. Hem derslerimden hemde keman çalma konusunda ülkede birkaç kez başarı yakaladığım için kolejde yüzde yüz burs almaya hak kazanmıştım. Yol uzun olsada bir şekilde buna katlanabiliyordum.
Eşeğin ölümü arpadan olsa gerek.
Okul çantamı açıp ders programımı hazırladım. Çantayı sırtıma astıktan sonra aynada sadece bir kez kendime baktım. Makyaj yapmak istemiyordum. Odamdan çıkıp evin dış kapısına vardığımda salondan gelen sesle irkildim.
"Sürtme sokaklarda."
Bir bananın kızına tavrı nasıl böyle iğrenç olabilirdi? Ondan gerçekten iğreniyordum. Şişme, siyah montumuda askılıktan çekip üzerime geçirdim. Kapıyı çarpıp evden çıktım ve otobüs durağına doğru yürümeye başladım. Gökyüzü kasvetliydi. Gri ve mavinin arasında sıkışmış bir renge sahipti. Gece kondular yavaşça azalırken yapıtları eski olan ve iğrenç bulduğum beton parçaları baş göstermişti. Onlarıda yürüyüp geçtiğimde otobüs durağına varmıştım. Birkaç dakika sonra otobüs gelince çantamdan toplu taşıma kartımı çıkarmıştım. Otobüsün iki basamaklı merdivenini tırmanıp kartımı okuttum ve boş otobüste bir cam kenarına pustum. Otobüs şehrin en lüks kısmına doğru yol aldığı için buradan pek bineni olmazdı.
Başımı cama yasladığımda birkaç yağmur damlasının cama çarpa çarpa düştüğünü görmüştüm. Otobüs durduğunda ise cam yağmur damlaları ile dolmuştu. Otobüsün kapıları açılınca dışarıdaki yoğun yağmur sesi kulağımı tırmalamıştı.
Otobüsten indim ve karşımdaki lüks binada göz gezdirdim. Büyük bahçesi vardı ve kendiside yapıt olarak çok büyüktü. Bahçesinde çimler, çardaklar ve genç ağaçlar vardı. Kapısı kocamandı ve camdandı. Okulun bahçesine girdiğimde kimsenin bakışları üzerime yoğunlaşmadı. Benimle birlikte okula onlarca öğrenci girmişti. Üstelik birisi zenginlerin başını çeken Selin Akgün'dü. O dururken kim, neden, bana baksın?
Ona baktım. Kahverengi saçları göğüslerinin hizasına kadar uzanıyordu. Fakat rüzgar onları arkaya doğru itiyordu. Kehribara yakın gözleri ve yapılı bir burnu vardı. Elini saçlarına daldırdı ve saçlarını dağınık bir topuz yaparken; yürümeye devam etti. Ona bakmayı kesip yoluma devam ettim ve daha fazla ıslanmadan kapıdan içeri girdim. İçerisi oldukça sıcaktı. Üst kata çıkıp sınıfıma girdim. Lise üçüncü sınıftaydım ve eşit ağırlık okuyordum.
En arka sıraya kurulduğumda bir anlığına birkaç kişi bana bakmıştı fakat bu pek uzun sürmemişti. Bu yıl dersler oldukça yoğunlaşmıştı. Çantamdan tarih kitabını ve birer adet kalem, silgi çıkarıp masaya koydum. Arkamı yaslanıp telefonumda bir şeylere bakındım. Sınıfta herkes arkadaşlarıyla bir şeyler konuşuyordu ve bu sesler birleşince ortaya aşırı gürültülü bir ortam çıkıyordu.
Öğretmen sınıfa girince birden tüm sesler kesilmişti ve bende öğretmenin gelmiş olduğunu buradan anlamıştım. Başımı kaldırıp giren öğretmene baktım. Gözlerim, kel tarihçiyi aramıştı fakat onun yerine müdür yardımcısını bulmuştum. Sıkı topuzu ve takım elbiseyi andıran giysileri onu dahada sert bir görünüme kavuşturuyordu.
Titrek sesiyle, "Günaydın, çocuklar!" dedi.
Öğrencilerden birkaçı "Günaydın, öğretmenim!" diye mırıldanmıştı.
Öğretmen sınıfta bir göz gezdirdikten sonra, "Öhöm, Öhöm! Tarih öğretmenimiz Hasan Hoca geçirdiği trafik kazası sonucu vefat etti. Bizde ona olan saygımızdan dolayı bugün dersleri iptal ettik. Bu bir günlük yasımızda onu bol bol anın ve onun için dua edin. İyi günler!" dedi ve hızlı adımlarla sınıftan ayrıldı.
Sınıfta sevinç çığlıkları ve kahkahalar koparken eşyalarımı çantama koyup sınıftan ayrılmak üzere adımlar attım. Tam kapıya varmıştımki bir beden yolumu kesti ve bende durakaldım. Gözlerim yere odaklı olduğu için yolumu kesen kişinin sadece ayaklarını görebiliyordum. Küçük ayaklara geçirilmiş olan beyaz spor ayakkabıları oldukça şıktı. Gözlerimi biraz daha kaldırdım ve siyah penye bir etekle karşı karşıya kaldım. Biraz daha kaldırınca ise karşımda Alev'i bulmuştum. Kırmızı saçları onu gerçektende ismine layık birisi yapıyordu. Alev'in yüzünde pek samimi olmayan bir gülümseme vardı. Dolgun dudakları gerilmişti ve gözleri kısılmıştı.
Bir şey söylemesini bekledim fakat o da aynı şeyi benden bekliyor olacaktıki tek kelime bile etmemişti.
"Bir şey mi oldu?" diye sordum sakin bir ses tonuyla.
Dudağını büzdü ve bir gözünü kırptı.
"Alaralar'da parti düzenleyeceğiz. Çok kalabalık değiliz. Sende gel. Yalnız olduğunu görmek beni üzüyor."
Alev'in söylediklerini duyunca gözlerimi dehşetle büyüttüm. Bu ne hızdı? Okulun bugün tatil olduğunu henüz yeni öğrenmişlerdi ve hemen şimdi ışık hızıyla bir parti mi düzenlemişlerdi? Üstelik ben kimsenin bana üzülmesine muhtaç değildim.
"Teşekkür ederim. Ben katılmasam daha iyi olur." diyerek teklifini geri çevirdiğimde yüzündeki gülümseme bir an solmuş fakat hemen sonra o sahte gülümsemesini yüzüne tekrar takınmıştı.
Yürümeye çalıştığımda sola kayarak tekrar önümü kesti ve buna engel oldu.
Başını sağa yatırıp, "Kötü hiçbir şey yapmıyoruz. Sadece eğlence ve sosyalleşme amaçlı. Hayatın boyunca arkadaşın olmayacak değil ya?" dedi.
Söylediklerini aklımda tartıp, biçtim. Evet hiç arkadaşım yoktu fakat bu durumdan rahatsız olduğum pek söylenmezdi. Az insan, çok huzur demekti. Ve ben bu cümlenin gerçekliğine koca bir ciddilik ile inanıyordum.
"Katılmak istemiyorum. Siz eğlenin." deyip geçmek için tekrar küçük bir hamle yaptığımda tekrar önümü kesti ve geçit vermedi.
Bu da neydi böyle? Sınıf yavaşça boşalırken kalanların çoğusu bizi izlemek için kalmıştı.
"Sadece bir kere bizimle gel ve eğer beğenmezsen gerçekten bir daha gelmeni istemeyeceğim. Seninle arkadaş olmak istiyorum." deyince derin bir nefes çektim.
"Tamam. Sadece bir kez."
Bu benim mi ağızımdan çıkmıştı? Bunu ne ara söylediğimi hatırlamıyordum fakat Alev'in gözlerindeki sevinci görebiliyordum. Elimi tutup beni arkasından sürüklemeye başladığında onu küçük adımlarla takip ettim. Benden birkaç santim kısaydı. Saçları omzuna kadar bile uzanmıyordu. Dudağında ve kulağının belli yerlerinde demirler vardı. Sonunda okuldan çıkıp bahçeye geçtiğimizde birkaç kişinin bakışlarını üzerimizde hissediyordum. Alev okulda herkesin tanıdığı ve saydığı bir insandı. Gerçekten güzeldi ve ayrıca acımasızdıda. Bana böyle bir teklifi neden yapmıştı bilmiyordum fakat arkadaş konusunda çok seçici olduğunu duymuştum.
Okulun bahçesinide bitirip tamamiyle dışarısına çıktığımızda kaldırımın kenarına park edilmiş bir mini coopere doğru koşuyorduk. Bu Alev'in arabasıydı. Kırmızıydı. Bu kızda kırmızı aşkı falan mı vardı?
Günahın rengi. Kırmızı. Masumiyetin kiri. Kırmızı. Ölümün rengi. Kırmızı. Yaşamın rezilliği. Kırmızı. Kırmızı hep dışlanandı.
Arabanın kilidini uzaktan kumandası ile açtığında farları yanıp sönmüştü. Yağmur yağdığı için beni arkasından koşa koşa sürüklüyordu. Arabanın yanına vardığımızda o şöför koltuğuna bende ön yolcu koltuğuna geçmiştim. Emniyet kemerimi belimden geçirirken heyecanla yola bakmıştım. Arabayı çalıştırır çalıştırmaz silecekleride harekete geçirmişti.
Arabayı hızlı fakat ustaca sürüyordu. Sadece yola bakıyordu ve gözlerinden dikkat okunuyordu.
Kendime hakim olamayıp, "Ehliyetin var mı?" diye sorduğumda yarım ağız sırıttı.
"Hayır?"
Adele: Skyfall
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro