Birinci Kısım | Yedinci Bölüm
1969
Kendi dünyalarında kendileriyle savaş hâlinde olan insanlar, daima alt edebilecekleri ve yaptıkları eylemler ile söyledikleri sözler sonrasında kendilerini mutlaka üstün hissetmelerini sağlayacak birini ya da birilerini ararlar. Üstün hissetmenin onları ulaştırdığı tatmin olma duygusu öylesine keyif verir ki bu durumun sürekli olmasını arzulamaya başlarlar. Bu noktadan itibaren yükseldikleri yerden düşmeye başlamadan önce psikolojik olarak en yüksek noktaya çıkarlar. Bir insanı manipüle etmenin en kolay yolu, onun eksik olduğu durumlardan, yoksun hissettiği anlardan faydalanmakta saklıdır. Manipülasyonu gerçekleştirecek kişi aklını ne kadar iyi kullanabiliyorsa, manipüle edilecek kişi de o kadar hızlı teslim eder kendini. Teslim oluş gerçekleştiğinde kendi doğrularına inandırmak, onu gerçek dışı bir şeye inandırmak kadar kolaydır artık. Teslim olan taraf, avuçta tutulan bir oyun hamuru gibidir ve istenen şekle sokulabilir.
Küçük Aynur, kendisini adamın anlattığı gerçekliğe inandırmaya çalışarak yürüyordu. Çaresizlik öylesine sert bir şekilde hissettiriyordu ki varlığını Aynur'a, annesi ile bir kez bile konuşabilme ihtimalinin olması demek, yapamayacağı, göze alamayacağı bir şey olmadığı anlamına geliyordu. Ailesinin o gittikten sonra neler yaşadığını bilmiyordu. Annesinin nelere maruz kaldığını, gidişinin erkek kardeşlerinde ne gibi değişikliklere sebep olduğunu, babasının ne hâle geldiğini... Annesinin mektuplarında her şeyin yolunda olduğuna dair yazdıklarının tamamen uydurmaca olduğunu anlamıştı. Annesi... Onu her düşündüğünde acımaya başlıyordu yüreği. Sanki görünmez bir iğne göğüs kafesini delip geçerek kalbinin tam ortasına saplanıyormuş gibi hissediyordu. Artık tamamen yalnız oluşuna dair kadere karşı beslediği öfke ile yalnızlık hissi, sonrasında çok pişman olacağı şeyler yapmasına sebep olmak üzereydi ve o, bunu henüz bilmiyordu. Önünde yürüyen adamı, tıpkı gölgesi gibi birkaç adım gerisinden takip ediyordu nereye gittiklerini bilmeden. Ona inanmaması gerektiğini biliyordu ama söylediklerindeki gerçek dışılık aslında ona mantıklı geliyordu. Yurda yerleşmesinin daha üçüncü ayında, annesine duyduğu özlem yüzünden o kadar kötü hissediyordu ki, o geceyi takip eden birkaç gece boyunca o uyurken annesinin baş ucuna gelip onun saçlarını okşadığını görmüştü düşlerinde. Yazdığı mektuplardan birinde bu durumdan annesine bahsettiğinde aldığı, "Her zaman senin yanında olacağım, nerede olursan ol." yanıtından sonra zaten inanmaya başlamıştı bu duruma. O düşlerin hiçbirinde annesiyle konuşmamıştı. Yalnızca ona hissettirdiği mutluluğu ve saçlarının arasında dolaşan elinin verdiği huzuru anımsıyordu. Birkaç adım gerisinde yürüdüğü adam, 1960 model Ford Consul marka bir aracın önünde durduğunda, Aynur artık kararını vermek zorundaydı. Ya yuvaya dönüp kayıplarının yasını tutacaktı ya da hiç tanımadığı bir adamın peşinden gidip sorularına yanıt arayacaktı. Kendini bir yere kapatıp zaten aralarında yapayalnız hissettiği onca çocuğun kayıplarıyla alay etme ihtimali, ona bir daha yurda dönmek istemediği kararını aldırdı. Onunla kimse empati kuramazdı. Neler hissettiği anlayamazlardı. Kalbinde artık doldurulamayacak bir boşluk olduğunu ve o boşluktaki karanlıkta yanmaya başlayan bir ateşin ona nasıl hissettirdiğini göremezlerdi. Aynur'un yaşadığı çelişkiyi gören adam aracının kapısını açıp direksiyon koltuğuna oturdu, sonra kapıyı kapatıp camını açtı.
"Annenin de seninle konuşmak istediğine eminim."
Aynur, annesinin sesi sandığı rüzgârı düşündü. Kararını verdikten sonra arabaya bindi. Ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın küçücük bir ihtimal dahi olsa inanmak istiyordu adama. Çünkü çaresizlik, küçük kızın zihnini savunmasız bırakmıştı. Adam başka bir şey söylemeden aracı çalıştırdı. Aynur, adamın giyiminde herhangi bir sorun görmemişti. Onun eğitimli biri olduğunu düşünmüş, aracını gördükten sonra ona güvenebileceğine karar vermişti. Adının Mustafa Çağan olduğunu öğrendiği adam, aracı Beykoz'a doğru sürmeye başladı. Aynur elinde tuttuğu mektubu sıkarak başını aracın camına dayayıp dışarıyı izlemeye koyuldu. Kararan havada sokak lambalarının sarı ışıklarının altından geçerken, içerisi karanlık olan araç birkaç saniyeliğine aydınlanıyordu. Cadde ve sokaklardaki insanlar oldukça azalmışlardı. Ama İstanbul'da hayat sürekli devam ediyordu. İstanbul hiç uyumuyordu.
"Ama annem uyuyor..." diyerek sesli düşündü küçük kız.
"Uyumuyor. Ulukayının dallarında onunla buluşman için seni bekliyor."
Aynur meraklı gözlerini adama çevirdi.
"Seni çok özlediğine eminim."
"Ben de onu çok özledim..."
"Senden yalnızca anneni düşünmeni istiyorum. Ona sarıldığında hissettiklerini, seninle konuşurken sana bakan gözlerini düşünmeni, kollarının arasından ayrıldığın andan itibaren aklından çıkmayan görüntüsünü. Tüm bu anılar sana onu yeniden görmeni sağlayacak kapıyı aralayacak. Kapının ardındaki ağacın altında anneni göreceksin. Şu dakikadan itibaren konuşma. Yalnızca annene ve onunla olan hatıralarına odaklan."
Aynur bir daha sesini çıkarmadı. Adamın evine gidene kadar geçen süre boyunca yalnızca hayal etti. İstanbul'a gelmese ve karlı bir gecede gelen o şeytanın karısı olmayı kabul etse, yaşanma ihtimali olan olayları düşündü. Belki de o gece evden kaçmasa bugün annesi hâlâ hayatta olacaktı. Babası, tüm ailesini katletmekle sonuçlanacak deliliğin kollarına düşmeyecekti. Suçluluk duygusu o an yeniden gösterdi çirkin yüzünü Aynur'a. O an asıl şeytanın kendisi olduğunu, asıl canavarın bir başkası olmadığını düşündü. Gözünden bir damla yaş aktığında sessizce nefes aldı. Kafasındaki canavar olma fikri, aracın camına yansıyan sarı sokak lambasının ışığıyla bir anda zihninde görünen babasının yüzüyle uçtu gitti. Çünkü daha en başında babası, yalnızca on üç yaşındaki kızını yaşlı bir adama satmaya kalkmasaydı, bunların hiçbiri zaten yaşanmayacaktı. Tüm suç babasındaydı. Daha en başından asıl canavar babasından başkası değildi. Evlerine gelen şeytan, yalnızca babasının bir kuklası, tüm o çirkinliğin yansımasıydı. Araç kırk dakika sonra Beykoz'a geldiğinde ilçenin merkezinden oldukça uzak, ağaçların arasındaki bir evin önünde durdu. Evin arka kısmındaki çam ağaçları evi kapatacak büyüklükteydiler. Karanlık evi, araçtan yansıyan ışıklar aydınlatıyordu. Adam aracı durduğunda Aynur karanlığı ve kasveti hissederek irkildi. Artık aldığı kararın bir dönüşü olmadığını bildiğinden, direksiyonun önünden aldığı el feneriyle eve doğru yürüyen adamı takip etmekten başka bir şey gelmedi elinden. Yavaşça araçtan indi ve eve doğru yürümeye başladı. Çoktan eve girip evin ışıklarını yakan adam o daha eve ulaşmadan önce yeniden kapıda belirmişti.
"Korkuyorsan, seni Üsküdar'a geri götürebilirim."
Aynur hiçbir şey söylemeden hayır anlamında başını salladı. Tahta verandaya çıkan iki merdiveni hızlıca tırmanıp adamın peşi sıra eve girdi. Kapıdan içeriye adımını attığı anda, üst kata çıkan tahta merdivenlerle karşılaştı. Sağ tarafındaki açık kapıdan karanlık mutfağı görebiliyordu. Sol kısımda oldukça yeni görünen ancak üzerlerinde biriken tozdan antikayı andıran mobilyalarla dolu salon vardı. Mustafa Çağan salonun ışıklarını açtı ve "İstediğin yere oturabilirsin," dedi. Küçük Aynur, oldukça eski motifler işlenmiş tekli bir koltuğa otururken, adamın mutfağa doğru ilerleyişini ve oranın karanlığında ortadan kayboluşunu izledi. Karşısındaki mermer şöminenin üzerinde adamın karısı olduğunu düşündüğü bir kadının fotoğrafları vardı. Çerçeveler de mobilyalar gibi evin içerisindeki tozdan nasibini almıştı. Aynur oturduğu yerden kalktıktan sonra şömineye doğru ilerleyip çerçevelerden birini eline aldı. Altın rengine boyamış, üzeri çiçek ve ağaç detaylarıyla süslenmiş çerçevenin camını eliyle temizledi. İnci gibi dişli, kıvırcık saçlı bir kadın gülümsüyordu Aynur'a. Kadının yüzündeki mutlu ifadeyi görünce Aynur da elinde olmadan gülümsedi.
"Lütfen ona dokunma."
Sanki kötü bir şey yapmış gibi telaşla elinde tuttuğu fotoğraf çerçevesini yerine koydu. Hızlıca daha önce oturduğu koltuğa döndü.
"Susamış olmalısın. Elini yüzünü yıkamak istersen lavabo ikinci katta. Merdivenleri çıktıktan sonra koridorun sonundaki kapı. Alt katın tuvaleti arızalı."
Aynur, ona uzatılan bardağı alıp içindeki suyu tek nefeste içti. Hiçbir şey söylemeden, ayağa kalkıp üst kata çıkan merdivenlere yöneldi.
"Diğer odalara girme lütfen. Lavabo, koridorun sonundaki kapıda. "
Üst kata çıkan tahta merdivenler, oldukça yeni olmalarına rağmen gıcırdıyordu. Burnuna dolan yeni verniklenmiş tahta kokusuyla üst kata çıktığında, onu karşılayan uzun koridorun başındaki boşlukta durdu. Koridor boyunca üç kapı vardı. Adamın dediği gibi koridorun sonunda gördüğü kapıya doğru ilerlerken, içinde diğer odalara bakma isteğiyle savaşıyordu. Lavaboya girdi ve kapısını da ardından kilitledi. Fayansları yeni döşenmiş, lavabo kısmı oldukça yeni ve tıpkı aşağıdaki mobilyalar gibi üzerindeki kir ve toz yüzünden eski görünen bir banyodaydı. Aynanın etrafındaki tahta çerçeve aynı aşağı kattaki şöminenin üzerindeki fotoğraf çerçevesi gibi altın rengine boyanmış, devasa çerçevenin her yanı çiçek ve ağaç dalı motifleriyle süslenmişti. Küçük Aynur yüzünü yıkadıktan sonra aynadaki yansımasına baktı. Göz altları şişmişti. Yüzünde, uzun zamandır olmayan bir ifade vardı. Bu ifade, üç yıl önce evini terk ettiğinde, ağlarken otobüs camının yansımasında gördüğü yüzündeki ifadeyle aynıydı. Yüzüne düşen siyah saçlarını kulaklarının ardına attıktan sonra lavabonun yanındaki havluyla yüzünü kuruladı. Aynadaki görüntüsünden rahatsız olarak çöktü yenilenmiş banyo zeminine. Biraz beklemek ve kafasında dönen düşüncelerden kurtulmak istiyordu. Zihninde ona şu an yanlış yerdesin, burada olmaman gerekiyor, diyen kısmın en azından kısa bir süreliğine susmasını istiyordu. Başını ellerinin arasına alarak dirseklerini dizlerine yasladı. Bu şekilde uyuyakaldığı yurt geceleri canlandı zihninde. Ağlayarak uyuduğu geceler... Annesine en çok ihtiyaç duyduğu geceler... Bunu yapmanın daha da kötü hissettirdiğini düşünerek ayağa kalktı. Başının döndüğünü hissediyordu. Kız Kulesi'nin karşısında mektubunu okurken yediği simit dışında tüm gün ağzına bir lokma koymamıştı. Bir terslik olduğunu, aynadaki yansımasıyla karşılaştığında anladı. Lavaboya girdiği ilk andaki gibi değildi yansıması. Sanki göz altlarındaki morluklar yanaklarına kadar inmişti. Aynadaki yansımasında yüzünün şiştiğini gördü. Sanki bir balon gibi... Dokunsa patlayacakmış gibi... Kendi yansımasından korkarak, başını yeniden lavaboya gömdü. Bu kez yüzünü yıkamak yeterli değildi. Saçlarını da soğuk suyun altına sokarak aynada gördüklerini unutmaya çalıştı.
"Gerçek değil, gerçek değil."
Lavabonun içine bakan gözlerini açıp, saçlarından aşağıya akan berrak suyun lavabo giderinden dans ederek akışını izledi. Birkaç saniye sonra aynı berrak su kan kırmızısı bir hâl aldı. Korkuyla kafasını kaldırıp saçlarının arasındaki ellerine baktı. Elleri, kan kırmızısıydı. Nefes alıp verişi hızlanmıştı, kalbi sanki göğüs kafesine sığmıyordu. Gözlerini yeniden aynaya çevirdiğinde hiçbir şey olmadığını gördü. Ne göz altlarındaki morluklar oradaydı, ne de elleri kan içindeydi.
"Aynur?"
Kapının ardındaki mavi gözlü adamın sesi ağıt dolu bir şarkı gibi geliyordu kulaklarına. Başını çevirerek kapıya baktı. O an bu evden de adamdan da kaçmak istedi. Gördüklerinden sonra zihnini ele geçiren korku, ayaklarının ve ellerinin titremesine sebep olmuştu. Gördükleri ne kadar hayal ürünü olsa da hissettirdiği korku duygusu katlanılacak gibi değildi.
Mavi gözlü adam yeniden konuştu:
"İyisin, değil mi?"
Endişeli bir sesi tanırdı. Kapının ardında duran adamın onun için endişelenmediğini biliyordu.
Kilitli olan kapının kolunu tutarak anahtarı yeniden çevirdi.
"Bana ne içirdin?"
Zihninde dönüp duran fikirler, gördüğü görüntüler... Bu durumun Aynur'a göre tek açıklaması olabilirdi. Bunu, o yapmıştı. Ona uzattığı su bardağının içinde farklı bir şey olduğuna emindi.
"Bana ne içirdin?"
Tiz çığlığı fayans duvarlara çarparak Aynur'a geri döndü. Yankılanan ses o kadar kuvvetliydi ki kapının ardındaki Mustafa Çağan elleriyle kulaklarını kapatmak zorunda kaldı.
"Yalnızca anneni yeniden görmeni sağlayacak bir şey, Aynur. O, seninle konuşmak istiyor."
"Bunu sana o mu söyledi?"
"Hayır. Annen, karımla birlikte ağacın dallarında bekliyor, Aynur. Onun orada, eşimle birlikte olduğunu biliyorum."
"Sen, yalnızca eşinin kaybının acısına dayanamayıp kafayı yiyen bir adamsın! Delisin sen!"
"Bir delinin arabasına binip onun evine kadar geldin. Kabul et, içinden bir ses senin buraya gelmeni söyledi. Belki de o ses annenin sesiydi."
Kızım... Annesinin, esen rüzgârda duyduğu sesini anımsadı Aynur. Kulaklarına ninni gibi gelen o ses için buradaydı. Hayatın tesadüflerine hiçbir zaman inanmasa da kader bir şekilde yollarını Mustafa Çağan ile kesiştirmişti ve duyduğu o sesin gerçekliğine inanarak buralara kadar gelmişti.
"İçinde bir yerlerde bana inandığını biliyorum. Yalnızlığım, eşimi kaybetmemden sonraki acı... Hepsi bana evrenin farklı bir yönünü gösterdi. Bulutların ötesini, yeryüzünün altını, dünyanın aslında ne kadar şeffaf olduğunu... Sana bugün de söylediğim gibi, ölen hiç kimse ayrılmaz dünyadan. Ölen, yalnızca bedendir. Sana bunu kanıtlamama izin ver. Annenin varlığına, hâlâ onunla konuşabileceğine inan..."
Aynur, birkaç saniye düşündü. Bir çıkmazın içinde olduğunu biliyordu. Allah'ın unuttuğu, şehir merkezinden çok uzaktaki ormanın içindeki bir evde, tanımadığı bir adamla baş başaydı. Adam, banyonun kapısını tek hamleyle kırabilirdi. Başka bir çaresi yoktu. Kaçamazdı ama uygun bir anda bunu deneyebilmek için kendine vakit kazandırabilirdi. Kapının kilidini iki kez çevirip omuzlarını dikleştirerek kapıyı açtı. Olduğundan daha öz güvenli ve korkusuz görünmek istiyordu. Ne pahasına olursa olsun kendini koruyabileceğini göstermek istiyordu. Ama ıslanmış saçları, korkuyla bakan gözleri onu ele veriyor; düşük omuzları onun fazlasıyla savunmasız görünmesine sebep oluyordu. Yüzüne düşen ıslak saçlarının arasından karşısındaki adamın mavi gözlerine baktı.
"Yan oda," dedi önünde durduğu kapıyı işaret ederek. "Orası sevgili eşimin giyinme odasıydı. Oradan istediğini alıp giyebilirsin. Islak durursan hasta olacaksın." dedikten sonra arkasına bakmadan alt kata inen merdivenlere yöneldi. Aynur, hâlâ hareketsizdi. Merdivenlerin başında duran adam ona baktı.
"Hâlâ annenle konuşmak istiyor musun?"
"Evet."
"O zaman hızlıca üzerini değiştir, sonra aşağıya gel. Salonda bekliyorum."
Aynur, mavi gözlü adamın söylediği odanın kapısını aralayarak başını içeriye uzattı. İçeri girmeden önce odanın ışığını yakıp bir anda aydınlanan odaya baktı. Her iki tarafı aynalı dolaplarla çevrilmiş odayı gördüğünde, Mustafa Çağan'ın eşinin mabedine girdiğini düşündü. Eşi için burası önemli olmalıydı ve burada bulunduğu için o kadına saygısızlık ettiğini hissetti. Çekinerek dolaplardan birinin önüne gidip sürgülü kapıyı sonuna kadar ittirdi. Yüzlerce yeni elbiseyle dolu dolaptan üzerine oldukça bol duran örme bir kazak alıp hızlıca giydi. Kazağın her yanı gül kokuyordu. Bu koku Aynur dolabın kapağını açtığı anda tüm odaya yayılmıştı. Üzerindeki bol kazakla merdivenlerden aşağıya inerken, mavi gözlü adam ve eşinin ne kadar mutlu bir hayat sürdüğünü düşündü. Mavi gözlü adam karısına bu kadar değer veren biri olmasaydı, onun bunca şeye sahip olmasına, yaşadığı süre boyunca bu evde rahat bir hayat sürmesine izin vermezdi, diye geçirdi içinden. Alt kata inen merdivenleri yarıladığında, aşağının içeriye girdiği andakinden daha karanlık olduğunu düşündü. Cılız, sarı ışık dışarıya açılan kapıya yansıyordu. Kapıya koşarak kaçmak istedi ama gecenin başında duyduğu o ses, bunu yapmasına engel oldu. Derin bir nefes vererek kalan merdivenleri de inip salona açılan kapıya doğru döndü.
"Dur."
Mustafa Çağan'ın tek bir kelimesiyle olduğu yere kilitlendi.
"Ben başlamadan önce son kez ver kararını. Çünkü başladıktan sonra bu odadan çıkmak ikimize de yasak."
Mermer şöminenin üzerine yakılan, loş ışık yayan mumların önünde bekleyen Mustafa Çağan'ın gözleri gece gökyüzünde parlayan yıldızlara benziyordu. Koltukların ortasındaki sehpanın kenara çekilip yerdeki halının da kaldırıldığını gören Aynur, kendisini nasıl bir durumun içine soktuğunu bilmiyordu.
"Bunu yapmak istediğine emin misin?"
Aynur evet anlamında başını sallayarak odaya adımını attı. Mavi gözlü adamın oturmasını işaret ettiği yere diz çöküp oturduktan sonra pürdikkat adamı izlemeye başladı. Çağan, mermer şöminenin üzerindeki mumlardan beş tanesini alıp yukarıdan bakıldığında bir çember olacak şekilde Aynur'un etrafına dizdi. Karanlığa gömülü şöminenin içerisinden daha önce orada olmadığına emin olduğu, üzerinde hayvan derileri olan, paltoya benzeyen bir kıyafeti çıkarıp giydi. Yine aynı şöminenin içerisinden etrafına farklı kıyafetlerden kesilmiş parçalar sarılı bir davul aldı eline. Çok da büyük olmayan bu davul, mavi gözlü adamın ellerinde bir oyuncak gibi duruyordu. Davulu çemberin içine koyup mutfağa gitti. Aynur ise üzerindeki kıyafetle oranın karanlığında kaybolup giden adamın ardından bakakaldı. Mavi gözlü adam birkaç saniye sonra geri döndüğünde, orta kısmı oldukça derin olan içi kül dolu devasa bir kâseyi çemberin tam ortasına koydu. Yanında getirdiği bir bardak suyu da kâsenin yanına iliştirdi. Kâsenin içerisine giydiği paltonun cebinden çıkardığı farklı boyutlardaki bitki parçalarını attıktan sonra, mumlardan birini alıp otları ateşe verdi. Aniden yükselen kıvılcımlardan irkilen Aynur, geriye çekilerek bekledi.
"Sessizlik çok önemli. Şu dakikadan itibaren sessiz olacağız."
Aynur başını salladı.
Adam, "Gözlerini kapat," dedi.
Gözlerini kapatmadan önce kâseden yükselen tütsünün dumanına baktı. Görüşü tamamen karanlığa gömüldüğünde, mavi gözlü adam oturduğu yerden kalkarak kâsenin yanında içi şeffaf bir sıvıyla dolu bardağı alıp başına dikti. Çemberi oluşturan mumların her birinin altına ağzındaki sıvıdan biraz tükürdü. Aynur, onun yeniden yerine oturduğunu, duyduğu davul sesinden anladı. Bu ses önce belirli bir ritimle devam etti. Sonrasında hızlanmaya başladı. Aynur, mavi gözlü adamın hıçkırdığını duyduğunda gözlerini açmak istedi ama göreceklerinden korkarak bundan vazgeçti. Davulun sesine ayak uydurarak başını salladığının farkında değildi. Ayak parmaklarından saç köklerine kadar ulaşan titremeyi hissettiğinde, derin bir nefes alıp tütsüden yükselen dumanı farkında olmadan içine çekti. Kendinden geçip gerçek dünya ile bağını yitirmeden önce deliliğin sınırında olduğunu düşündü. Aklının bir köşesinden öne çıkan annesiyle dolu anıları, gözlerinin önünde yeniden gerçekleşiyor gibiydi. Etrafındaki sisin ardında annesine doğru koşan sekiz yaşındaki hâlini gördü. Bulut tabakası hızlıca görüntüyü sildikten sonra yerine başka bir mutlu anı geldi. İkinci sınıfın son günü elinde karnesiyle okuldan dönerken evlerinin bulunduğu tepede, elinde yepyeni bir kıyafetle onu bekleyen annesi canlandı bu kez görüşünde. Anı, tütsü bulutuyla hızlıca silindi. Bir karanlığın ortasında tek başınaydı. Karanlığa doğru korkuyla daha küçücük bir bebekken öğrendiği ilk kelimeyi haykırdı.
"Anne!"
O, karanlığın ortasında koşmaya başladığında, üşüdüğünü hissetti. Tütsü bulutu etrafını yeniden çevrelediğinde, iyi şeyler göreceğini umuyordu. Ancak öyle olmadı. Karanlığın ortasında, aniden başlayan kar yağışı ile gelen rüzgârla titremeye başladı. Karanlığın ortasından çıkan şeytan, karşısındaki tepede aniden ışıkları yanan evlerine doğru ilerliyordu.
"Hayır, hayır, hayır!"
Annesinin yüzünde üzgün bir ifadeyle şeytana kapıyı açışını izledi. Kapı saniyeler sonra kapandığında pencerelere vuran sarı ışık bir anda kırmızıya döndü. Tepenin üzerindeki evlerine koşup kapıyı yumrukladı. O geceye, o ana engel olabileceğini düşünüyordu ama yapamadı. Yumrukladığı kapı birkaç saniye sonra aynı tütsü bulutuyla ortadan kayboldu. Karanlık yeniden etrafındaki alanı ele geçirdiğinde, Aynur tanıdık bir ağlama sesi duydu. Çok uzağındaki karanlığın içinde, sarı bir ışık yandı. Işığa doğru ilerlerken duyduğu ağlama sesinin kendisine ait olduğunu fark edip duraksadı. Oydu. Annesine en çok ihtiyacı olduğunu düşündüğü anlardan birinde, kaldığı yurdun ranzasında ellerini dizlerine dolamış bir şekilde ağlıyordu.
"Anne..."
Aynur, tütsü bulutunun ona gösterdiklerini görmeyi reddederek, karanlığın ortasına diz çöküp oturdu. Gözlerini kapattı ve annesine sarıldığını hayal etti. Ağladığından bihaberdi. Gözlerinin karanlığı, uzun süredir ışık görmeyen birinin ışığı gördüğü ilk andaki gibi aniden aydınlandı. Gözlerini parlak ışığa alıştırmak için birkaç kez ovaladıktan sonra korkutucu karanlığın yerini, gökyüzündeki ayın aydınlattığı bir gecenin aldığını gördü. Bir ormandaydı. Etrafı devasa ağaçlarla çevrilmiş patika bir yolun ortasındaydı.
"Aynur..."
"Anne?"
"Buradayım, kızım."
Aynur ortasında durduğu patika yolda koşmaya başladı. Ne kadar koşarsa koşsun yol bitecek gibi durmuyordu. Koştuğu yolun sonundaki parlak ışığın altında durduğuna inanıyordu annesinin. Koştu... Koştu... Parlak ışığa yaklaştıkça ışığın kuvveti daha da azaldı. Annesini kaybedeceğine, onu göremeyeceğine dair düşüncelere kapıldığında tüm kuvvetiyle bağırdı.
"Anne! Neredesin!"
Işık tamamen ortadan kaybolduğunda, önünde duran ağacın dallarının arasından ay ışığı süzülüyordu.
"Buradayım, Aynur..."
Sesin, ağacın dallarının arasından geldiğini fark eden Aynur ağaca doğru koşup, gövdesine yaslanarak yukarıya baktı. Orada değildi. Ama onun varlığını hissediyordu. Etrafındaki ısının artmasını, huzurlu hissetmesini buna bağlayarak annesini bekledi.
"Yanındayım, kızım..."
Annesinin kollarının onu sardığını hissettiğinde, hızlıca dönüp ona sarıldı. Kokusunu içine çekti. Oydu, yanındaydı.
"Anne... Özür dilerim... Özür dilerim..."'
Gözlerinden yaşlar akan Aynur, aynı cümleleri tekrarlamaya devam etti.
"Özür dilerim."
Gözlerini açtığında, aynı ağacın altında annesinin dizlerinde yatıyordu. Annesinin elleri, tıpkı onun evden kaçmasını söylediği gece olduğu gibi saçlarında geziyordu. Bakışları o gece olduğu gibi korku ve endişe dolu değildi. Aksine, huzurla bakıyordu.
"Ben... Ben ne yapacağımı bilmiyorum."
"Şşşt... Çok yoruldun, Aynur. Şimdi uyu. "
Annesinin söylediğini yapıp onun kollarında huzurla gözlerini kapadı. Yıllar sonra ilk kez, kalbinde yanan özlem ateşinin azaldığını hissediyordu. Bebekken annesinin ona söylediği ninniye eşlik eden davul sesleri, ay ışığının altında yankılanıyordu. Gözlerini açmak, annesine bakmak, onu izlemek istiyordu ama yorgunluğu buna engel oluyordu. Annesinin huzurlu kollarında, ninni ve davul sesleriyle uykuya dalmadan önce düşünebildiği tek şey, onu yeniden nasıl görebileceğiydi.
Ertesi sabaha gözlerini açtığında ağacın altında değil, dün gece geldiği evin salonundaki koltuklardan birinde olduğunu fark etti. Annesi yanında yoktu. Endişeyle doğrulup etrafına baktı. Geceden kalma mumlar, mermer şöminenin üzerinde erimişlerdi. Kenara çekilen sehpa ve halı, koltukların ortasındaki boşluğa geri gelmişti. Salon sanki dün gece hiçbir şey yaşanmamış gibi görünüyordu. Evin perdeleri açılmış, içeriye gün ışığı dolmuştu. Geceki korkutucu görüntüsünden ziyade içinde bulunduğu ev onun alışık olmadığı bir şekilde çok daha normal geliyordu gözüne. Gördüklerinin, yaşadıklarının bir rüya olup olmadığını bilmiyordu. Kendini inandırdığı gerçek ise annesini gördüğü, ona dokunduğu, onun kokusunu içine çektiğiydi. Tecrübe ettiği her şey rüya olmanın çok ötesinde gibi geliyordu.
"Günaydın."
Duyduğu sesten irkilerek koltuktaki bedenini doğrulttu.
"Annem... Ona sarıldım. Onunla konuştum."
Mavi gözlü adam, üzerine giydiği takım elbisenin kravatını düzelterek Aynur'a baktı:
"Dünyayı farklı bir gözle gördün. Onun içine doğru bakmayı öğrenebilirsen annenle olan bağın hiç kopmaz. Bu bağın şeffaf çizgisi üzerinden ayrılmazsan annen seni her zaman o ağacın altında bekliyor olacak. Yaşamı taşıyan ulukayın isterse, bir gün... Bir gün mucize de gerçekleşecek."
"Ne zaman yeniden görebilirim annemi?"
Aynur, artık adam ne derse yapmaya hazırdı. Manipüle edilen zihni, adamın annesi ile arasındaki bağ olduğuna inanmıştı.
"Onu yalnızca ulukayın izin verirse yeniden görebilirsin. Gidecek yerin yoksa burada kalabilirsin. Mutfak, merdivenin diğer tarafında. Lavabonun yerini zaten biliyorsun. Ben akşam döneceğim."
Oturduğu koltuktan kalkmadı ve adamın sorusuna yanıt vermeden evden çıkışını izledi. Ona seçenek sunmuştu. İstersen burada kalabilir ve anneni yeniden görebilirsin, istersen gidebilir ve hayatına devam edebilirsin... Bekledi. Sırf annesini yeniden görebilmek için, ona yeniden sarılabileceğine inandığı için. Bir gün... İki gün... Üç gün... Sayısız gün geçti onu görüşünün üstünden. Bekleyişle, özlemle geçen günlerin hepsinde mavi gözlü adam her sabah aynı saatte evden ayrıldı. Yalnızca ulukayın izin verirse onu yeniden görebileceğini söyleyip duruyordu. Geceleri farklı saatlerde geliyor; bazı günler yorgun, bazı günler ise neşeli oluyordu. Küçük Aynur, ona annesini yeniden göstermesi için her sabah yalvarıyor, ümitle beklediği saatlerin ardından bir şekilde uyuyakalıyordu salondaki koltuğun üzerinde. Adam isteği için üst kata lavabo haricinde hiç çıkmadı. Ona yemekler hazırladı, evi temizledi sırf onun için bir şeyler yaptığını görsün diye. Adam ne evin temizlendiğini fark etti ne de Aynur'un onun için hazırladığı yemekleri yedi. Annesinin ölüm haberini almasının onuncu gününde bir gece elleri kanlar içinde geldi adam eve. Aynur uyumak üzere olduğu koltuktan doğrulup adamın koşarak merdivenleri çıkışını izledi. Ne olduğunu merak ediyordu ama bunu ona soramıyordu. Mustafa Çağan'ın eve girerken kapatmadığı kapı sonbahar rüzgârıyla kendiliğinden kapanırken günlerdir beklediği o cümle merdivenlerin yukarısındaki kattan yankılandı.
"Yarın anneni göreceksin."
Gece, sabah olmak bilmedi Aynur için. Ertesi sabah aynı saatte evden çıkan adamın geri dönüşünü heyecanla bekledi. Annesini göreceği için heyecanlıydı ama mavi gözlü adam eve döndüğünde Aynur bir farklılık olduğunu hissetti. Kendisine söylenenleri harfiyen yaparak adamla beraber araca bindi. Adam, Aynur'u bulduğu yere, Üsküdar'a getirdiğinde küçük kız, adamın kendisini orada bırakacağını düşündü. Tek kelime etmenden adamın ardında gölgesi gibi ilerliyordu. Uysal, sahibine itaat eden evcil bir hayvan gibi onu takip ederek vapura bindiğinde içinde bir burukluk hissetti. Faklı bir şeyler olacağını hissediyordu. Gökyüzündeki bulutların karalığı, tıpkı düşüncelerinin üzerine çöken kasvet bulutları gibiydi. Her ne kadar annesini göreceğini düşünse de içinde bir yerlerde o kasvet bulutlarının ardında saklanan iyi düşünceleri, yanlış bir şeyler olduğunu söylüyordu. Vapur, Beşiktaş'a yanaştığında inişe yönelen insanların arasında mavi gözlü adamı takip etmekte zorlandı. İstanbul'da geçirdiği üç yıllık süre boyunca bu yakaya hiç geçmeyen Aynur, meraklı gözlerle etrafını izleyerek adamın ardında ilerledi. Beşiktaş'ın arka sokaklarından birine girdiklerinde adam onu bir otoparka götürdü. Elindeki deri çantasının içinden anahtarını çıkarıp aracı çalıştırmasını izlerken, mavi gözlünün hayal ettiğinden çok daha zengin olduğunu düşündü Aynur. Araba çalışıp hareket etmeye başladığında sessizliğini korumaya devam etti. Uzun araç yolculuğu boyunca, aracın camından şehir akıp gidiyordu. Binalar önce arazilere, sonra ağaçlara döndüğüne Aynur artık İstanbul'dan çok uzakta olduğunu biliyordu. Mustafa Çağan, aracını Belgrad Ormanı'nda terk edilmiş bir evin önüne yanaştırdı. Hava evden çıktıkları ana nazaran kararmıştı ve güneş batmak üzereydi. Mevsimin ilk soğukları kendisini hissettiriyordu. Ellerini göğsünde birleştirmeye çalışarak terk edilmiş eve doğru ilerleyen adamı takip eden küçük kız, onun isteğiyle verandada bekledi.
"Ay doğana kadar burada bekle. Ben geleceğim," dedikten sonra evin içerisinde kaybolan adamı beklemeye koyuldu Aynur. Gün ışığı her azalışında ay biraz daha yükseliyor, ışığı daha da güçleniyordu. Bekleyişle geçen birkaç saatin ardından, artık karanlık çökmüştü. Dolunay tepe noktasında olmasa da tam olarak olması gereken yerde duruyordu. Annesini göreceği anın yaklaştığını, terk edilmiş evin içerisinden yükselen davul sesini duyduğunda anladı. Saniyeler içinde evin kapısı açıldı ve mavi gözlü adam tıpkı annesini gördüğü gece olduğu gibi giyinmiş, karşısında duruyordu. Üzerine geçirdiği paltonun omuzlarına bağlı hayvan derileri dirseklerine kadar sarkıyor, elinde tuttuğu küçük davula bağlı kıyafet parçaları davulun ritmiyle hareket ediyordu. Aynur bu görüntüyü daha önce gördüğü için korkmadı. Aksine katlanarak çoğalan heyecanı, hiçbir çekinme duygusu olmadan adamı takip etmesini sağladı. Eve adımını atmadan önce adam diğer elinde tuttuğu tütsünün dumanını Aynur'un yüzüne üfledi. Adam, evin arka bahçesine açılan kapıya gidene kadar davulu belirli bir ritimle çaldı. Karanlığa gömülmüş koridorun sonundan ay ışığını görebiliyordu. Bu aydınlık, annesine kavuştuğu geceki ay ışığına benziyordu. Kapı açılıp arka bahçeye çıktıklarında, mavi gözlü adam davulu daha hızlı çalmaya başladı. O esnada adamın bir şeyler mırıldandığını duydu.
"Tanrı onu bana bağışlıyor. Yaşam ağacı onu yeniden doğurduğunda o, dünyamın üzerindeki karanlığı kaldıracak."
Aynur, nereye gittiklerini bilmiyordu. Adam gittikleri yeri görebilmek için yana eğildiğinde tıpkı o gece gördüğü ağacın aynısını gördü. Dolunay devasa ağacın ardına saklanmıştı, ağacın dallarının arasından süzülüyordu ay ışığı. Tıpkı annesinin beyaz kıyafetiyle onu beklediği yerdeki ağaçtı bu ve o ağacın atlında, beyaz kıyafetli biri vardı. Ağaca çok yaklaştıklarında, mavi gözlü adamın çaldığı davulun ritmi gecede yankılanıyordu. Elleri bileklerinden ağaca bağlanmış kız, korkuyla önce Aynur'a sonra mavi gözlü adama baktı. Aynur, onun çığlık atmaya çalıştığını gördüğünde, olduğu yere kilitlendi. O daha ne olduğunu anlamadan mavi gözlü adam onu kızın yanına oturtup ellerini bağladı. Hayvan derileriyle süslü ceketinden çıkardığı kadın kıyafetlerini kızların önüne düzgünce yerleştirdi.
"Ne oluyor, Mustafa ağabey?" diyerek sessizliğini bozdu Aynur.
Adam onun sorusunu duymazdan gelerek önlerinde eğildi. Elinde tuttuğu oyma, üzerinde ağaç sembolü olan küçük bir tahta parçasını Aynur'un yanında bağlı bir şekilde bekleyen kızın kucağına koydu. Mavi gözlü adam kıza doğru eğilerek, "Bırak ulukayın sana gitmen gereken yolu göstersin, dolunay seni oraya ulaştırana kadar koşmaya devam et," dedikten sonra paltosunun cebinden çıkardığı bıçakla tek darbede kızın bileğine derin bir kesik attı. Aynur, kızın bileğinden akan kanı gördüğünde çığlık attı. Kan, kızın üzerindeki beyaz elbiseye yayılırken ellerini çözmeye çalışan Aynur'a döndü bu kez Çağan'ın mavi gözleri.
"Sen, Aynur... Karanlık bir gecede karşıma çıkan bir lütufsun."
"Sen... Ne yapıyorsun? Lütfen... Lütfen, beni bırak."
"Acı doluydun. Acın öyle fazlaydı ki birbirimizden çok uzakta olmamıza rağmen seni hissettim. Acın, acımla aynıydı. Yaşam ağacı, yaşamı verendir ve yitip giden tüm ruhlar ulukayının dallarında zamanlarının gelmesini beklerler. Sen Aynur..."
Gözleri yaşarmış olan adamın, cansız yatan kızın bileğinden akan kanı parmak uçlarıyla alıp kendi alnına sürüşünü Aynur, korkuyla izledi.
"Bir hayatı geri getirebilmek için başka bir hayatı feda etmek gerekir. Sen Aynur, ulukayının dallarında bekleyen sevgili eşimin bu dünyadaki yeni bedeni, onun ruhunu taşıyacak olansın. Sen, kutsalsın."
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro