Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Birinci Kısım | Dördüncü Bölüm

1969

Göz ardı edilen bir geçmiş, ulu bir ağacın toprak altındaki kökleri gibidir. Orada olduğunu daima bilirsiniz. Silinmeye çalışılan hatıralar, her zaman zihnin karanlık kısımlarında saklanır. Bu, anıların yeniden ortaya çıkması için bir kırılma anı yeterlidir. Küçük Aynur, Diyarbakır'daki köyünden ayrıldıktan sonra hayatın onun için planlarından bihaberdi. İstanbul'a gelişinin üçüncü yılında artık neredeyse her şey düzene oturmuştu. Kaldığı yurttan yetişkin bir birey olarak ayrılmasına yalnızca iki yılı vardı. Bu iki yılın sonunda yurttan ayrılacak, annesini yanına alıp rahatça yaşayabilecekleri bir eve çıkacak hâle gelene kadar bulaşıkçılık yaptığı lokantanın deposunda yaşayacaktı. Her şey hazırdı. Geriye yalnızca büyümek kalmıştı. Üç yıllık süre boyunca zihni fazlasıyla olgunlaşmış, olaylara ve kişilere karşı bakış açısı tamamen değişmişti. Şeytanın onu annesinin güvenli kollarından ayırışının yıl dönümü yaklaşıyordu. Her sene bu zamanlar, İstanbul'a geldiğinde ilk gördüğü yere, Kız Kulesi'ne gider, tıpkı o gün yaptığı gibi bayatlamış bir simit alır ve tüm gün kuleyi izlerdi. O orada otururken gelip geçenler, kulenin tam karşısındaki bankta oturan o kızın şeytanla yüzleştiğini bilmezlerdi. Yurda yerleştirilmesinin ikinci haftasında ona okula başlayabileceğini söylediklerinde fazlasıyla heyecanlanmıştı. Öğrenmeye ve bilgiye olan açlığı, içinde bulunduğu durumun çaresizliğini unutturacaktı. Annesine olan özlemini ders çalışarak dizginleyecek, bir gün onu bir diğer şeytan olan babasının elinden kurtaracaktı. Hemşire olmayı çok istiyordu. Kaldığı yurda giden yol üzerindeki hastanenin önünden geçerken hastane bahçesindeki hemşirelere imrenerek bakardı. Ama hiçbir şeyin istediği gibi olmayacağını çok erken anladı. Hayat, on üç yaşında nasıl çelme atıp onu düşürdüyse, on dördünde gerçeklerin ilk tokadını yemişti. Yaşadığı coğrafyanın ağız özellikleri yüzünden okulda alay edildi, hırpalandı. Vazgeçmedi, direndi ancak akranlarının sahip olduğu olanaklara sahip değildi. Bardağı taşıran son damla, çocuklardan birinin onun arkasından "Annesiz!" diye bağırması oldu. O günden sonra bir daha okula adımını atmadı. Hemşire olmayı bir daha hiç hayal etmeyeceğini defterine yazdı ve defteri Kadıköy sahilinden boğazın sularına bıraktı. Yurttan her gün okul için çıktı ve dönüş saatine kadar çalışabileceği bir iş buldu. Kısa sürede kendisini hem çalıştığı lokantanın sahibine hem de esnafa sevdirmişti. Bulaşıkçı olarak başladığı işin ikinci yılında sürekli merakla izlediği aşçının yardımcılığına kadar yükselmiş, elinin lezzeti ve hünerleriyle herkesin gözdesi oluvermişti. Bir şeylerin iyiye gidişi, annesine olan özlemin biteceği günlerin yakın olduğunu hissettiriyordu. Şeytanın ortaya çıkışının arifesinde, yeniden Kız Kulesi'nin karşısındaki banka gidecekti. Annesinden gelen mektubu Kadıköy Postanesinden alıp rıhtımdan Üsküdar'a giden dolmuşlardan birine bindi. On dakikalık yolculuğun ardından kuleyi gören banka koşup oturdu. Annesinin, yaptığı iş hakkında neler söyleyeceğini merak ediyordu. Onun takdirini kazanmak en büyük gayesiydi. Onu, babasından kurtarmak tek amacıydı. İşte o anda hayat, asıl tokadını atacaktı küçük Aynur'a. Bildiği tüm gerçekler yerle bir olacak ve bir amacı kalmayacaktı. Elindeki mektup zarfını açtı.

"Sevgili Aynur,

Bu mektubun sana ne zaman ulaşacağını bilmiyorum. Üzülerek kaleme alıyorum ki 3 Kasım gecesi baban Mustafa Yılmaz, annen Mihriban Yılmaz'ı, erkek kardeşlerin Mustafa ve Berzan Yılmaz'ı öldürdükten sonra kendi canına kıymıştır. Köy camisinde cenaze namazları kılındıktan sonra naaşları köy mezarlığına defnedilmiştir. Allah, sana sabır versin.

Ambar Köyü Muhtarı
Şiyar Dağdelen"

Zaman sanki bir anlığına durdu ve gökyüzü dünyanın üzerine yıkıldı. Tüm o yükün altında ezilerek yaşlı gözlerle tekrar tekrar okudu mektupta yazanları. Babasının böyle bir şey yapabilecek kadar kötü bir insan hâline gelmesinde evden kaçışının etkisinin olup olmadığını bilmiyordu ama artık annesinin olmayışı ondan bir daha mektup alamayacak olması ve milyonlarca insanın yaşadığı şu dünyada tek başına kaldığını anlaması, yüreğine taş gibi oturdu. Daha annesinin, kardeşlerinin acısını hissedemezken yalnızlık bulutları öyle sert bir karanlıkla kapladı ki etrafını gözleri görmez, kulakları duymaz oldu. Oturduğu banktan kalkıp birkaç adım attı denize doğru bilinçsizce. Yüzme bilmezdi. O an bıraksaydı kendini boğazın soğuk sularına, kimse annesinin peşinden gittiğini fark etmezdi. Kimse onun neler çektiğini, nelere katlanmak zorunda olduğunu bilmezdi. Yurt görevlileri onun yurttan kaçan öğrencilerden biri olduğunu düşünür, çalıştığı lokantanın sahibi ise birkaç gün endişelenirdi yalnızca. O artık kimseydi, kimsesizdi. Bir daha okula gitmemesine sebep olan çocuğun dediği gibi o, annesizdi. Kız Kulesi'nin tam karşısında ölmeyi diledi. Güçlü çığlığı, güneşin bulutların ardına saklandığı bir cuma günü yankılandı İstanbul Boğazı'nda. Ölmeyi istedi. Çok istedi ama kendinde o cesareti bulamadı. Bunun yerine koşmaya başladı Üsküdar sahili boyunca. Belki bir anlığına fikri değişir ve bırakıverirdi kendini. Güçsüzleştiğini hissettiği anda, denizin kenarındaki kayalıklardan birine yıkıldı küçücük bedeni. Kararmak üzere olan gökyüzüne, bulutlara baktı. Dakikalarca aktı gözyaşları. Acı dolu yüreği çaresizlik ateşlerinde yanarken zihnindeki karanlık henüz çekilmeye kararlı değildi. Ölmek, yok olmak üzerine olan dileği evren tarafından duyulmuştu birkaç metre ötesinde.

"Kötü bir şey yok, değil mi, küçük?"

Aynur, üzerine oturduğu kayadan ellerinden destek alarak doğruldu.

"Defol git! Ayyaş herif!"

Yanına oturan adamın sahildeki kayalıklara içki içmek için gelen, sarhoş olduktan sonra sahil yolundan geçen insanların başına bela olan adamlardan biri olduğunu düşünerek direkt savunmaya geçti.

"Sakin ol. Yardıma ihtiyacın olduğunu düşündüm."

Aynur, yanına oturan adamın normalde buralarda dolaşan sarhoşlardan olmadığını fark etti. Güzel giyimli, elinde deri, kahverengi çantası olan adam ona doğru eğilip sordu:

"Yardıma ihtiyacın var mı? Polis çağıralım mı?"

"Hiçbir şeye ihtiyacım yok."

Adam elindeki deri çantayı kayanın üzerine bırakıp rahat oturabilmek için üzerindeki uzun, siyah paltonun düğmelerini açtı.

"Hepimizin bir şeye ihtiyacı vardır. Bir şeye ihtiyacın olmadığını söylüyorsan, kendine yalan söylüyorsundur."

"Beni rahat bırakmana ihtiyacım var."

Aynur gözlerindeki yaşları silerek ayaklandı. Adamdan uzaklaşacağı sırada adamın konuşması onu durdurdu.

"Çok sevdiğim eşimi toprağa verdim. Üzerinden iki ay geçmesine rağmen acısı hâlâ ilk günkü gibi... Mesela benim şu an eşime ihtiyacım var. Onunla konuşmaya. Gülümsemesine. Kendini kandırma, küçük kız. Yardıma ihtiyacın varsa yardım istemekten çekinme."

Daha dakikalar önce annesinin ölüm haberini alan Aynur, tanımadığı bir insanın acısını hissetti o an. Ölüm aynıydı. Acısı farklı yüreklerde yaşansa da hissettirdiklerinde bir farklılık yoktu. Köy muhtarından gelen mektubu buruşturdu. Ölüme ulaşmak istemiyordu o an. Ölüm fikrinin karanlığı zaten etrafını sarmıştı. Kızgındı artık. Babasına, Tanrı'ya, kadere... Adamın yanına oturup anlatmaya başladı. Yıllar önce karlı bir gece gelen şeytandan başladı hikâyesine. Daha küçücük bir çocukken başına gelenlerden, nereye gittiğini bilmeden bindiği otobüsten bahsetti. Hiçbir detayını atlamadan anlattı onca süredir içinde biriktirdiklerini. O anlatırken yüreğinin üzerine çöken ağırlık hafiflemeye başladı, rahatladı. İçinde tuttuğu kötü anıların hepsini tek seferde kustu Üsküdar'daki kayalıkların üzerine. Kurduğu cümlelere bir an olsun eşlik etmeyi bırakmadı gözyaşları. Yanağından boynuna akan tuzlu yaşlar, anlattıklarının da etkisiyle yaktı boğazını. Kızgınlığı nefrete dönüştüğünde, gözyaşlarından parlayan gözleri ışıkları artık çok uzağında olan Kız Kulesi'ne takıldı. Denizin ortasından Üsküdar'a gülümseyen o kule, artık o kadar güzel ve heyecan verici gelmedi gözüne. Adına onlarca romantik efsane yazılan kulede geçen hikâyelerin hepsinin sonu, birilerinin ölmesi ile bitiyordu. Ölüm, her anındaydı yaşamın.

"Bu acı..." dedi Aynur elini yüreğine koyarak. "Bu acı geçiyor mu peki?"

Kayalıklarda oturan adam gözlerini İstanbul Boğazı'ndan ayırmadan cevapladı Aynur'u:

"Hayır. Kaybettiğin kişiyi ne kadar seviyorsan o kadar acıtıyor."

Adam, Aynur'un durumunun tam da tahmin ettiği gibi olduğunu anladı o an. Aynur'un yüzünde kendi eşini kaybettiği andaki ifadeler silsilesinin aynısı vardı. Nefret, özlem, acı...

"O kadar zaman nasıl dayandın eşinin olmayışına?"

"Dayanmadım."

"Ne yaptın?"

"Onunla iletişim kurmanın, konuşmanın farklı bir yolunu buldum."

Aynur, yüzünü buruşturarak adama baktı. Tam o esnada esen rüzgârın sesinde annesinin sesini duydu.

"Kızım..."

Genç kız şaşkın gözlerle etrafına baktı. Kulaklarına dolan o sesin zihninin bir yansıması, acıdan kaynaklı bir şey olduğunu düşündü.

"Adın ne?" diye sordu adam. Geçen onca süre boyunca Aynur'un yüzüne bakmayan adam yüzünü ona çevirdi. Aynur, kendisine dönen bir çift buz mavisi gözü görünce cevap veremedi önce. Konuşmaya çabalayarak yutkundu.

"Aynur."

"Ya sana annenle konuşmanın bir yolu olduğunu söylesem, Aynur?"

Genç kız adamın akıl sağlığını yitirmiş olabileceğini düşünerek üzerinde durduğu kayada bir adım geriledi.

"Evren, düşündüğümüz gibi değil, küçük. kız Kimse aslında tam anlamıyla yok olmaz. Anılarda yaşamlarını sürdürür ve evrene doğru şekilde bakmayı öğrenebilirsen, ulu ağacın dallarında seni bekleyen biri olduğunu görebilirsin."

"Kızım..."

Aynur, yeniden aynı sesi duyduğunda bunun annesinin sesi olduğuna yemin edebilirdi. Rüzgâr onu es geçerken olduğu yere kilitlendi ayakları. Bunun bir işaret olduğunu düşünerek kaçıp uzaklaşmaktan vazgeçti. Manipüle edilmeye, yönlendirilmeye müsait zihni, yıllar sonra tanıştığına çok pişman olacağı adamla başlayacak hikâyesinin ilk sorusunu sordurdu Aynur'a:

"Senin adın ne?"

"Mustafa," dedi adam buz mavisi gözlerini Aynur'un gözlerine kenetleyerek. "Mustafa Çağan."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro